Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Aralık 2014 Pazartesi

Tesirsiz Parçalar- 316..

316.

Haklıyım demiyorum. Ama sen de haklı değilsin. Belki ikimiz de haksızızdır. Ve bu ikimizin de haklı olmasından daha iyi. Çünkü haksızlık karşısında haklı olmak öfkelendirir, hak karşısında haksız olmak ise (en azından bu kadar kaybetmedik kendimizi) durup düşünmeye sevk eder. Duralım ve düşünelim sadece. Bence ikimiz de haksızız..

21 Aralık 2014 Pazar

Tesirsiz Parçalar 314-315..



314.
Bir yerden çıkıp eve gidiyorum. Son bakkalı da geçmişim eve girmek üzereyim. O an bir soru beynimi çömçüklemeye başlıyor! Lan!! Sigaram yeter mi ki benim? Korkarak montun cebine atıyorum elimi. Boş! Hassiktir. Yavaş hareketlerle diğer cebimi dıştan yokluyorum. Bir şeyler var gibi. İnce bir güvenle daldırıyorum elimi montun cebine. Ohhh... Henüz açılmamış sıfır paket sigara. O an öyle bir oh çekiyorum ki.. Al işte Abidin, al sana mutluluğun resmi. Mutluluk nedir? Mutluluk gecenin köründe aldığını tamamen unuttuğun sigarayla sol elinin aniden buluştuğu andır..





315.
Soluduğum hava gibisin
Varken farkında değilim
Yokluğun ölümcül..

18 Aralık 2014 Perşembe

PİYANGO


Rakı içmeye çıktım akşam. Tek başıma. Gittiğim mekanın sigara içilen dış tarafına oturdum. İçerde sigara içilmiyor malum. Oturdum içiyorum. Bir süre sonra bi abi çıktı dışarı. Her yer dolu. Masama sokulup "Oturabilir miyim?", dedi. "Tabi abi", dedim, "otur." Oturdu. Konuşmadık başka bi şey. O sigarasını içti ben de sigaramı ve rakımı. Derken piyangocu geldi. Büyük ikramiye anasının .mı trilyon veriyormuş bu yılbaşı. Abi yüz tane çeyrek bilet aldı. 1250 lira yapıyor. Saydı parayı, aldı biletleri. Piyangocu uzaklaşınca dayanamayıp sessizliği bozdum. "Abi" dedim "neden o kadar bilet aldın?"
"Çok para lazım yeğenim!" dedi. Dedim "abi çıkmaz ki sana çok para." Ki zaten biletler için verdiği para bile bence çok para ya, neyse. Çıkmaz yani çok para. Bu güne kadar selam verdiğim hiç kimseye çok para çıkmadı. Sorun sende değil abi, sorun bende demek istedim. Diyemedim.. "N'apçan abi o kadar çok parayı?" dedim gayrı ihtiyari..
Yüzüme baktı. Sadece baktı uzunca müddet. Sonra anlatmaya başladı. Karısından iki sene evvel boşanmış. Kadın çocuğunu da alıp Almanya'ya gitmiş sonra, babasıgil ordaymış. Velayeti anneye vermiş mahkeme. O gün bu gündür de göremiyormuş abi kızını. Falan filan işte...
"Eee abi" dedim, "kızını görmek senin en doğal hakkın. Bunun parayla pulla ne alakası var? Bilet almaya harcadığın parayla uçak bileti alsaydın gider kızını görürdün.."
"Çok biliyon artist" dedi bana ve hışımla kalktı gitti masamdan. O andan bu ana kadar da kendimi yiyip bitirmeme neden oldu. Ayıp ettim abiye. Belli ki uçak bileti parasıyla halledemediği için meseleyi çok para istiyordu abi. Ve başka çaresi olmadığı için belki de, bütün parasını piyango biletine yatırdı. Oturduğum yerden, gördüğüm ve dinlediğim kadarıyla ahkam kesmek kolay dedim sonra kendime. Kendime kızdım. Sonra Eskişehirspor'un kupa maçı başladı. Maça daldım abiyi de kızını da unuttum. Sonra maç bitti. Sonra biraz daha içtim. Sonra az şiir okudum, az yürüdüm, eve geldim, bi bira açtım. Sonra abiyi hatırladım tekrar. Sahi, abi çok para çıkarsa n'apacaktı acaba?

29 Ekim 2014 Çarşamba

TESİRSİZ PARÇALAR 313..

313.

Yapraklar birikmiş kapımızın önüne
Süpürmeye kalktı annem
Sakın dedim, süpürme anne!
Yağmurla gelen güzeldir, yağmurla beklenen güzel
Evimizi bekler onlar ben sevdiğime gidince..

GİT'MEK

Alıp başımı
gidemiyorsam
Korktuğumdan falan
değil
Belki bir yerlerde
sen de
Usulca eğip başını
yere
Beni düşünüyorsundur
diye


Bütün kalmalarım bundan...

TUFAN


Hoşnutsuzluğun kışındayız önümüz ardımız tufan
Üstelik gemimiz batmış ortamızda ıslak bir kütük
Feda mevsimi geçti say ki düşmanız artık
Ne benden İbrahim olur ne senden kurban!

18 Ekim 2014 Cumartesi

PALMİYE

Bir ağaç olabilseydim palmiye olmak isterdim. Belki benim cahilliğimdir bilmiyorum ama palmiye ormanı diye bir şey duymadım hiç. En azından benim ülkemde yok palmiye ormanı. Birbirine yakın dikilmiş olanların arasında bile hep ciddi bir mesafe oluyor. Palmiye deyince aklıma yalnız ve mağrur bir ağaç geliyor. Tek bir ağaç. Birden fazla palmiyeyi aynı anda hayal etmekte bile zorlanıyorum. Tek bir ağaç.. Tek ve işe yaramaz...

Kendisinden beklentilerin en düşük olduğu ağaç galiba palmiye. Ne meyvesi var, ne dalları bir işe yarar ne de zavallı, ip kadar gölgesi bir derde deva olur. Palmiyeden yapılan bir mobilyanın iyi olduğunu ya da yapraklarının bilmem ne hastalığına iyi geldiğini ya da gölgesinde serin ve huzurlu bir öğle uykusu çekilebildiğini hiç duymadım. Kessek gövdesinin bile bir boka yarayacağını zannetmiyorum. Üstelik neredeyse hiçbir işe yaramıyor olmasına rağmen yaprakları olabildiğince yukarda, kibirli ve artist.. Velhasıl işe yaramaz kelimesini bir palmiyeye yakıştırabiliyorum bir de kendime...


Evrene huzurunuzda mesajımı iletiyorum. Reenkarnasyon diye bir şey varsa eğer, sonraki hayatımı palmiye olarak geçirmek istiyorum. Amin...

13 Ekim 2014 Pazartesi

LAMEKAN


Lamekânım zaptiyeler posta koyar gölgeme
Yar döner yatar sağ yana ben yanarım nafile


Candan gayrısına canan müpteladır ayan beyan
Gözlerinin demkeşiyim kim ağlasın halime

Hüsn-ü zan ile memuruz isyan edilmez hâşâ
Lakin durmaz bu yürek düştü bir kez eleme

Kelpler peşimden ürür ben durmadan yürürüm
Dönüp bir kez bakmaz kafir odlar salar yareme

Kimseler anlamaz beni yanarım ikbalime
Mansur’u dardan indirin o baksın ahvalime









*Lamekan: Mekansız
**Demkeş: Sarhoş, ayyaş
***Hüsn-ü zan: İyi niyet, güzel düşünce
****Kelp: Köpek
*****Dar: Darağacı

YUKARISI

Gün aşırı kuşlar uçar üstünden
Sen arada kuş olur onlara katılırsın
Ben bakar kalırım ardınızdan
Kimselerin bilmediği yerlere gidersiniz
Arkanızda çınlar kanat dolusu kahkahalar
Önünüzde ufuk, derdinizde ben


Öyle zamanlarda her şey flulaşır
İklim rayından çıkar, zaman kırılır
Kafasını kaldıran herkese umut dağıtır gökyüzü
Bir ben bilemem ne yapacağımı
Bir ben bakıp arkanızdan
Ağlarım

Herkesin herkesten kaçmak istediği
Herkesin her şeyi unutmak istediği
Herkesin hiçbir şeye tahammül edemediği
Bir yer olur muhakkak kim inkar edebilir
Bizim şanssızlığımız bu, böyle anlarımız
Saçma sapan bir tesadüfle anlamsızca kesişir
Sen o anların ardında kuş olur göğe yükselirsin
Ben o anların ardında bağırırım, sesim kesilir

Tesirsiz Parçalar 311-312

311.
Standart güzel algısıyla kafamdaki güzel algısı kesişmedi hiç. Eksiklik bendedir kuvvetle muhtemel. İnsanın kendisi çirkin, muhayyilesi fakir, imkanları sınırlı olunca estetik yargıları bile bi sikime benzemiyor. Schopenhauer buna 'normal' der, Nietzsche 'köle estetiği' der, Platon 'güzellik ideasından nasiplenmemek' der, Marx 'proleterya alt kültürünün aşağılık kompleksi' der, Baudrillard 'Simulakra' der (Baudrillard zaten her şeye simulakra der!), Georges Perec 'abi istersen bunları unutalım' der, annem 'annem benim sen ne güzel şeysin' der, Veysel bir şeyler der ama ben anlamam, Babam hiçbir şey demez! Ve ben bir tek babamı anlarım. Babam benim, güzel babam. Dünyanın en güzel hiçbir şey söylemeyen adamı. Öyle işte. Mühim bir mevzu değil elbet lakin kayıtlara geçsin istedim. Rakıdan mütevellit..


312.
Nerede olursam olayım
Duyunca yağmurun sesini
Sokağa atıyorsam kendimi
Düşün artık içimin kirini


Buna rağmen, sever misin beni?

2 Ekim 2014 Perşembe

KIRIK

Galiba o şarkıyı dinlerken ağlamalıydık beceremedik
Şimdi gözevlerimiz dolu nereye akıtacağımızı şaşırıyoruz
Kırılmışlığımızın ortasında irtifa kaybedeceğimi bilmesem
Saç tellerinden kapsülle zaman yolculuğu yapıp
Bir kez daha demek için kalkıp geçmişe gelirim
Ama söylediğin gibi geç kalmak için bile çok geç
Galiba bunlardan hiç bahsetmemeliydim beceremedim


Galiba sen bir bulutsun göbeğin kuşlara yuva
Uzaklaştıkça güzelsin sesin melekler yankısı
Zaten hangimiz neyi ilk defa kaybediyoruz ki
Bak mesela ikimiz birbirimizi kaç kez kaybettik
Kaç balık öldü akvaryumda kaç kez bu defa son dedik
Biliyorum söylemiştin heves etmek için bile çok geç
Galiba ben bir yağmurum yağmaktan çoktan vazgeçmiş
Kalkarken arkamızdaki parkı yakmalıydık beceremedik

PARADOKS




Alçıdan özet çıkardım geçip giden gençliğime
Kırlangıçlara üzülmüşüm bak kasınca aklıma geldi
Dün seviş bugün el ol mesela ne garip değil mi hayat?
Şanzelize'de değil belki, Kızılcıklı Caddesinde
Küçük şeyleri düşünüp ciddi kavgalar etmiştik
Yeterince rakı yok şimdi detayına giremiyorum
Şu kadarını söyleyeyim yirmi bilmem kaç yıl sonra
Bir tek dilek hakkım olsa
Eteğine yapışıp Kızılcıklı'lı bir kırlangıcın
Özür dilemek isterdim


'Cogito ergo sum' mu? komik, düşündükçe saçma oldum
Böyle hayal etmedim ki büyüyünce olacağım şeyi
Bakıyorum etrafıma benden saçma hiçbir şey yok
Hayat çürük bir gemi ha battı ha batacak
Ben ortasında çaresiz, yerim yok sığınacak

İnsan her şeyi açıklar ölümü de yalanı da
İnsan her şeye alışır varlığa da yokluğa da
İnsan her şeyi susar yeter ki kendine baksın
Susmanın da durmanın da hepsinin dibine vurdum
Sen bilirsin sevdiğim;
Ya tut şimdi elimden usulca sana gidelim
Ya basıp yürü bakmadan bok çukurunda geberelim

-Park soğuk, bira bitti, kahrolsun kapitalizm!-

SUS

Hallederdik mesafeleri ne vardı farkıma varsaydın
Ben burda erirken sana hiç mi duymadı yüreğin
Bak ben çok Perec okudum, Neşet dinledim, Tarkovsky izledim
Allahı ve tabiatı ve annemi karşıma alıp
Seni sevdim iç güdülerimin farazi gölgesini reddedip
Bak mesela ortalık nasıl karışık nasıl
Hayal et bak doğru bildiğimiz her şeye saldırıyorlar
Sürekli gittiğimiz barın kapısı kilitli misal
Sevdiğim,
Ezbere sevgilim deme bana bir düşün
Buralarda bu ara kesintisiz yağmur yağıyor
Bu aralar buralarda herkesin suratı asık
Bu ara söyleyebilirim bunu başka yolu yok inan
Saçlarına iyi bak, izin ver konacak kuşlara
Beni çabuk unutursun, dilek tut gelecek bahara..

Tesirsiz Parçalar 310..



310.

...
Olmak istediği yerde olamayan herkes, biraz acıklı biraz da komik ( he amk he trajikomik derler ona, çok biliyonuz!) bir gülümsemeyle dolaşır sokaklarda. Özellikle Ekim'de, özellikle yağmurun yağmak isteyip de yağamadığı zamanlarda, özellikle çok popüler olmayan bir Müslüm Gürses şarkısı mırıldanarak, özellikle mutsuz, ekseriyetle nereye gideceğini bilmeyerek, bilhassa da kendisi dahil hareket eden her şeye, hatta hareketin kendisine küfür ede ede...

Yirmilerimin sonunda bırakmıştım kendimle hesaplaşmayı. Allahın ve annemin benim için öngördüğü hayata eyvallah diyerek, ikisinin gölgesine sığınıp kaderime razı olmuş; kitaplarımla, oyuncaklarımla ve iki gecede bir içtiğim bir kaç kırmızı tuborgla kendime yalandan bir mutluluk sığınağı inşaa etmiştim. Kendimi kandırmışım, otuz altı yaşıma bir gün kala fark ettim (doğum günüm üç ekim)


Bana iyi gelecek bir tek şey var artık. Benim yüzümü güldürecek bir tek kişi.. Büyük beklentilerim yok, kurduğum en baba hayal bile standart ve ortalama. İçinde rengi çok önemli olmayan panjurlar, ev oturmaları, adı Nar olan bir kız çocuğu ve ille de öpmeden uyumayacağım bir çift çıkık elmacık kemiği olan, bana ait, minik bir dünya. Hepsi bu kadar. Valla hepsi bu kadar, artan bir şey varsa alın aranızda paylaşın...

Perec bir kitabında şey diyordu, insan mutluluğu yakalayamaz, insan mutluluğu tarif bile edemez. İnsan sadece nedensizce mutlu olur, nedensizce de mutsuz. Bu ikisini birbirinden ayıran herhangi bir çizgi falan da yoktur. Sadece hayat vardır, içinde her boku barındıran lanet bir hayat, sırası geldikçe de her şey yaşanır. O kadar.. Şimdi diyorum ki ben de Perec ustanın affına sığınarak, sıram gelmedi mi hala?

Tesirsiz Parçalar 309..

309.
Anne, ben olmamışım beni bir daha doğur!
İçimden yağmurlar geçsin gölgende kurulanayım
Kandırıldığım ne varsa hepsi tedavülden kalksın
Anne, sen her şeyi bilirsin, İzmir bize çok mu uzak?

BÜYÜK YENİLGİLER ATLASI


Hayata meydan okuduğum
bir yer vardı baş tarafını unuttum
ortalarında bir yerde bir kadını öptüm
o kadar büyülüydü ki
iki şahit rüya dese, gerçek olmadığına inanırım.
Kırılıp yeniden başlıyoruz hep
kırılıp kırılıp yeniden...
Hayat, sıkıntılı anlatamamalar tarihi
Özet; Büyük Yenilgiler Atlası!

14 Eylül 2014 Pazar

VAKİTSİZ YAĞAN YAĞMUR


Bu yağmur bu saatte nasıl davetkar
Sızdıkça camdan ev önündeki kaldırıma
Uyunur mu hiç?
Bu senin uzaktan güzelliğin
Ev içleri gibi darlayan içimi
Senin de camından süzülüyor mu diye
Kalkıp geleyim diyorum
İlk ayakkabıyla evinin önüne
Ama bende bu talih varken
Yarı yolda yağmur kesilir
Sen uyursun
İyisi mi
Yağmur dursun..

TESİRSİZ PARÇALAR 308..

308.
Pavyonda çalıştığım yıllarda (dostlarım bilir üniversitenin ilk yıllarında pavyonda çalışmıştım, vestiyerde duruyor gelenin gidenin ceketini paltosunu alıp veriyordum) şarkıcı Pervin abla vardı. Her gece mutlaka bir tane Bergen şarkısı söyler ve söylerken de muhakkak ağlardı. Bir gün dayanamayıp sordum "abla madem bu şarkılar seni bu kadar üzüyor neden her gece söyüyorsun" diye. "Üzülüyorum be sosyolog (pavyonda lakabım sosyologdu)" dedi," kadersiz kadın bok yoluna öldü gitti. Ben de her gece bir şarkısını söyleyip kendimce anıyorum işte. Orospunun fatihası da böyle olur ne yapayım!!" Önce Pervin ablaya baktım sonra önümde duran Giddens'ın Sosyolojiye giriş kitabına.. Sonra dedim ki," Allah kabul etsin be ablam.."

ÇOK ACAİP



İnsanlar gelip gelip gidiyorlar çok acaip
Hükümler verip kararlar alıp duruyorlar ne fena
Sular asfaltı deliyor söylenmeyen sözler bağrı
Durmuyorlar hareket halindeler hep
Çok acaip..

Sevindikleri ve üzüldükleri şeyler acaip yakın birbirine
Tek kelimeyle sarılıyorlar tek kelimeyle işleri çıkıyor çok acaip
Bütün zamanları sizin gibi oluyor bazen
Bazen bir sigara daha zor sıkışıyor araya
Çok acaip..

Eşya normal ağaç normal kedi köpek hepsi normal
Bir tek insan acaip ne yapacak belli olmuyor
Gülerken ağlayacak gibi oluyor susuşu sanki cehennem
Dursa bile yoruyor üstelik farkında değil
Ayak uyduramıyorsun ne yapsan
Çok acaip..

İğne üzerine hesap yapıyor mesela çakmak üzerine sevgili üzerine
Bırakıp kaçmak geliyor içinizden kaçılmıyor çok acaip
Öyle saçma oluyor ki sonra her şey
Rakının tadı çok acaip
Sigaranın dumanı çok acaip
İçinizden neler neler geçiyor
Anlatamıyorsunuz çok acaip..

Bulvar arkası parklara sığınıyorsunuz çaresiz
Yolacak ot arıyorsunuz işeyecek ağaç gölgesi
Bir kusma geliyor sonra sonra sus sonra dur
O an bütün kainat komple durur gibi oluyor
Çok acaip...

6 Eylül 2014 Cumartesi

"İSTEYENLER AĞLARLAR"

Yaşlanıyorum da o yüzden mi diyorum bazen. Değil galiba. Çocukken de çok istediğim bir şey olmadığında aynı şeyi yapardım. Ağlardım...

"İsteyenler ağlarlar. Gönlünden geçirenler, hayalini kuranlar, uykusu kaçanlar, aşkından yananlar, yarasından nefesi kesilenler ağlarlar. Bunca hale düşüp de güç yetiremeyenler ağlarlar."

Biraz önce okudum Tarık abinin dergideki yazısını. Yarısında gözlerim doldu. Oturduğum yerde, insanlar sağdan soldan vızır vızır geçerken, içimi ve sümüğümü çeke çeke ağlamaya başladım. Kimse oralı olmadı, görmedi. Eğer biri görseydi ve sorsaydı neden ağlıyorsun diye, diyecektim ki ona ; "ağlıyorum çünkü çok özledim, ağlıyorum çünkü o benden çok uzakta, ağlıyorum çünkü annem yaşlanıyor, ağlıyorum çünkü kimse beni anlamıyor, ağlıyorum çünkü her gün hepimizi acıdan gebertecek kadar çocuk öldürülüyor, ağlıyorum çünkü hepiniz yalancısınız... Ağlıyorum işte. Sen niye ağlamıyorsun?"

Kimse görmedi. Sormadı kimse bir şey. Bir süre ağladım öyle. Geçti sonra. Yan masaya bir anneyle bebek geldi. Bebek bana ben bebeğe gülümsedik...

Ağlamak gülümsemeye sonsuzluk kadar uzakken bir taraftan da ne kadar yakın. Tıpkı yaşamla ölüm gibi. Tıpkı özlemekle kavuşmak gibi. Tıpkı benimle 'o' gibi..

EKSTRA LARGE

Olabildiğince saçma sapan bir gece yine
Çökmüyorsa göğün tavanı başımıza
Beyaz leblebinin ve Extra Shout'un hatrına
Ekstra Shout ne mi?
Exstra Shout bira lan bira

Ben bunca deliliğin arasında
Bunca yalan söylemenin ve aldatmanın arasında
Bunca özlemenin ve ağlamanın ve alçalmanın
Bunca yanlışlığın ve yanılgının arasında
Esasında o kadar da aptal değilim
Günün her anında beni düşünmediğini bilirim
Ama ben gözümü her açtığımda
canımı yakmak için fırsat kollayan güne
Ve her yumduğumda gözlerimi
gelecek günün getireceği sıkıntılara
Seni düşünüp uyanıp
Seni düşünüp uyumayı
İbadet kabul ederim..

Tesirsiz Parçalar 305-307..

305.
Öfke geçiyor. Korku geçiyor. Acı geçiyor. Zaman da. Ve başka şeyler de elbet. Her şey zamanla geçiyor ve zaman da her şeyle geçiyor. Geçenlerde bindiğim taksinin şoförü otuz beş yıldır taksicilik yaptığını söyledi bana. Aşağı yukarı yaşım kadar. Abi dedim, hiç mi sıkılmadın? Güldü, yok dedi. İlk bir kaç ay sıkılırsın, ilk bir kaç yıl bırakıp gitmek istersin, ilk on yıl para biriktirip başka bir iş kurma hayali kurarsın. Otuzuncu yıldan sonra ise bıçaklanmadan eve gidebildiğin her sabah için şükredersin..

306.
Tabi başka şeyler de girdi araya. Acıkıyor insan, uykusu geliyor.. Ben de yemek yedim, uyudum, kitaplar okudum. Ama bunların hepsini aradan çıkarır gibi yaptım. Hızlı hızlı yaptım. Az yedim, çok uyumadım, kitaplara da eskiden olduğu kadar hırsla saldırmadım. Benim asli görevim seni sevmekti, hiç aklımdan çıkarmadım. Ciddiyetimi hiç kaybetmeden sadece seni sevdim. Başka her şeyi 'aradan çıkardım'. Ciddiye almadım hiçbirini..



307.
Çok yakın olduğunuz biri ölür bazen. Cenaze törenine (cenaze töreni!, ne rezil laf) insanlar gelir. Ve ekseriyetle aç gelirler. Onlara pide yaptırmak gerekir. Bu görev genelde yaşı kısmen genç, soğukkanlı görünen mefta yakınlarından birine düşer. Dayım öldüğünde bana düşmüştü mesela. Camide namaz kılındıktan sonra babam usulca kulağıma eğilip "pide işini hallet" dedi. Ben de kardeşimi alıp yanıma pide işini halletmek üzere pideciye doğru yürümeye başladım. Gözümde sıkışıp kalmış yaşlarla. Bir ara dönüp arkamı "siktirip gidin lan hepiniz, dayım ölmüş lan benim sizin de pidenizin de . mına koyarım şimdi, gidin evinizde yiyin!" demek geldi. Yapamadım. Dayım ölmüştü. İnsanlar pide bekliyordu. Ben çok üzgündüm ama insanlar da çok açtı. Babam bana pide işini hallet demişti. İçimi çeke çeke pideciye gittim. 150 pide 150 ayran... Ama çabuk olsun abi benim dayım öldü de... Bir de kredi kartı geçiyor mu?

26 Ağustos 2014 Salı

MARADONA, MUHAMMED ALİ, GÖZYAŞLARIM VE BABAM

Maradona kilo aldığında acaip üzülmüştüm
94 dünya kupasıydı kokain ayağına futbolu bıraktırdıklarında
O zamana kadar bi dedem öldüğünde ağlamıştım
Bir de o gün ağladım Maradona'yla beraber
Sonra çok ağladım çook sayısını bile unuttum
Ama hala işler ne zaman kötü gitse ve ağlasam
Gözümün önüne Maradona'nın ağlayan yüzü gelir
Ben hala Maradona'yla beraber ağlarım sevgilim
Ağlayan Maradona'nın ne demek olduğunu
Bütün kenar mahalle çocukları iyi bilir

Tanrı, eliyle başımı okşamış gibi
Sevinmiştim Maradona İngiltere'ye çaktığında
Falkland Adaları'nın nerede olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu ama
Fark etmezdi o zamanlar Arjantin dışındaki tüm takımlar
Biraz ipne, biraz kapitalist biraz da şerefsizdi
Che'yi bile ilk kez Maradona'nın tişörtünde görüp sevdim
Senin şimdi bunu anlaman biraz zor biliyorum
O zamanlar elimden gelse Maradona'ya zarar vermesin diye
İçtiği kokainleri elinden alıp hepsini kendim içebilirdim

Babam Muhammed Ali'yi çok severdi beni boks maçlarına götürürdü
Maçlar gece olurdu ve sadece kahvede televizyon vardı
Babam beni usulca uyandırıp kucağına alır
Gece yarısı Muhammed Ali'nin maçlarına götürürdü
O aralar çok küçüktüm bunun ne demek olduğunu bilmiyordum
Babam seviyor diye ben de Muhammed Ali'yi seviyordum
Ne zaman suratına yumruk atsa rakibi
Ben suratımı babamın göğsüne gömüyordum
Dediğim gibi olayların farkında değildim pek
Muhammed Ali'yi babam seviyor diye seviyordum
Sonra yine babamla 82 dünya kupasını
Aynı adamı sevdiğimiz için izledik
Bu kez durum farklıydı ama Maradona'yı
Babam da seviyordu ben de seviyordum
Maradona futbolu bıraktıktan sonra babam da futbol izlemeyi bıraktı
Ben de bir ara bırakmak istedim sigara gibiydi meret beceremedim
Yani sevgilim ben Maradona'yı
Hemen hemen seni sevdiğim kadar çok sevdim..

Tesirsiz Parçalar 304..

304.
Neden Ferdi Tayfur diye soruyorlar.. Neden Ferdi Tayfur? Çünkü eğlenmiyoruz be kardeşlerim. Ara sıra gülse de yüzümüz, özellikle geç saatlerde (burada İsmet Özel'e bir selam çakalım, "ve sancı geç saatlerde" diyen güzel insana) canımız çok sıkılıyor. Bekleyip duruyoruz çünkü, sevdiğimizi, Godot'u, eceli... Bekleyip durmakla geçiyor ömrümüz. Çünkü hepimiz kusurluyuz, zaman zaman detone olan Ferdi gibi zaman zaman sıçıyoruz hepimiz. Çünkü sorunlarımız var. Canımızın sıkılma sorunu, biranın erkenden bitmesi sorunu, pakette çok az sigara kalması sorunu, annemin tansiyon sorunu, olmak istediğimiz yerde olamama sorunu... Bir tek Ferdi Tayfur, şarkılarda da olsa bizden daha çok acı çekiyor ve bizim biraz olsun iyi hissetmek için daha büyük acıları kulağımızla da olsa dikizlemeye ihtiyacımız var...

JEAN BAUDRİLLARD'I ANLAYAMAYANLAR İÇİN FERDİ TAYFUR-JEAN BAUDRİLLARD BENZEŞTİRMESİ

Jean Baudrillard, gerçeğin yerini sahtenin aldığını söyler ve yeni duruma Simulakra (sahte gerçek) adını verir.
Ferdi Tayfur, "Bana Gerçekleri Söyle" der.

Jean Baudrillard, kapitalizmi tüketmek ve ihtiyaçlar uydurup bunları gerçek ihtiyaçlarmış gibi alıgaltmakla suçlar.
Ferdi Tayfur, "Neyleyim sen yoksan eğer dünyanın servetini" der.

Jean Baudrillard, artık tarih diye bir şey kalmadığını, tek yapabileceğimizin tarihin nereden itibaren gerçekliğini kaybettiğini bulabilmek olduğunu söyler.
Ferdi Tayfur, "Allahım Sen Bilirsin" der.

Jean Baudrillard, "Derinlik, daima kesintinin ardında; anlam ise, daima engelin ardında sapmaya uğrar..." buyurmuştur
Ferdi Tayfur, "Korkma söylemem, adını kimselere duyurmam. Sen bile bilmeyeceksin ömrün boyunca" der.

Jean Baudrillard, karamsarlık açısından Oğuz Atay'ın siyaset bilimi simülasyonudur.
Ferdi Tayfur, Oğuz Atay'ın yazdığı her satırın fon müziğidir.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Tesirsiz Parçalar 301-303..

301.
Bazı insanlar gittikleri her yerde huzur arar fakat bir türlü bulamazlar. Bulamazlar çünkü onlar huzursuzluğun bizzat kendisidirler. Huzursuzluklarını bulundukları her yere bulaştırır, üstelik bunun farkında bile olmazlar. Bunlar; aptal ve huzursuz, korkak ve huzursuz, aptal, korkak ve huzursuz olarak üçe ayrılırlar. Aptal huzursuzlar zaman zaman mutlu oldukları yanılsamasına kapılabilirler çünkü onları kandırmak çok kolaydır. Korkak huzursuzlar sıkıntılarıyla korkularını birleştirip yarattıkları distopyanın içinde mutsuzluktan debelenene kadar kendi kendilerine debelenip dururlar. Aptal ve korkak huzursuzlar ise sürekli bu işte bir terslik var diyerek fakat ne olup bittiğini anlayamayarak, anlamaya çalışmak için kendi içlerini deşecek cesarete de sahip olmadıkları için kendi anlamsızlıklarında, koparılmış ama bir türlü çürüyemeyen marul yaprağı gibi manasızca bulundukları yerde öylece dururlar.. Huzursuzlar familyasının en zavallısı işte bu son huzursuz gurubudur..


302.
Dünyanın en kolay işi birilerini suçlamaktır. Bu yüzden de dünyadaki insan sayısı kadar suçlayan olduğu söylenebilir. Kendini suçlamaktan bütün insan ırkını suçlamaya kadar açılabilen geniş bir yelpazede, kendi zavallılığıyla baş edebilmek için, haklı ya da haksız olduğuna bakmadan, durmaksızın suçlar insan. Emile Zola, meşhur Dreyfus Savunmasına "Suçluyorum!", diye başlar. Aslında Zola, farkında olmadan hepimizin yaşam manifestosunun giriş cümlesini yazmıştır. "Suçluyoruz!"



303.
Ne senden geçebilirem ne vuslat mümkün gayrı
Derdin hasına düşmüşem mene Mecnun ağlasın!
Felek kör, alem lal, zifr-i karadır günlerim
Lokman'a haber yollayın gelsin yüreğim dağlasın..

23 Ağustos 2014 Cumartesi

YARALARIMIZLA EŞİTLENİYORUZ BİRBİRİMİZE



Zor olanı yapmaya çalışıyorum. Acıyı, üzüntüyü, öfkeyi, hüznü anlatmak kolay. Ama bunlara neden olanda da sendeki yaraların aynısı varsa neyi nasıl anlatabilirsin?

"Bana acıyorsun!", demişti bir keresinde. O an içim acımıştı. Yanılıyordu. Ben o sıralarda kendime acımaktan başka bir bok yapmıyordum. Yine de üzülmüştüm öyle düşündüğü için. Acınacak halde old...uğunu düşünüyor olması ona acıyor olmamdan daha acıydı çünkü. Ne çok acı vardı sahi. O kadar acının arasınsa nasıl sevdiysek birbirimizi..

"Korkuyorum!"
"Neden?"
"Beni çok üzeceksin!"

O an bağırmak, sakın korkma demek istedim. Korkma, ben seni hiç üzmem... Diyemedim. Yaralarını görmüştüm çünkü. Belki de daha ilk günden yaralarımızla eşitlenmiştik birbirimize. Bizi birbirimize çeken benzer yaralar ağzımıza sıçacaktı. Herkes iyi bilir birbirlerinin en çok canını yakanlar birbirlerine denk insanlardır. Acıyla ve yarayla denkleştiğin birine nasıl yalan söylersin?

Durmaksızın geçmişiyle kavga ediyordu. Bense geçmişimle geleceğimin birbirini yediği sikik bir muharebeye kumandanlık ediyordum. Kazanırsam kaybedeceğim, kaybedersem kazanacağım lanet bir savaş. Yorulan iki cengaver gibi bir süre birbirimize sarılıp dinlenmek istedik belki de. Olmadı. Sarıldığımız yerlerimizden iyice yaktık birbirimizin canını..

Şimdi boynumuz bükük, çekildiğimiz köşelerimizde yaralarımızı sağaltmaya çalışıyoruz. Ne için? Yenilerine yer açmak için. Ayrı yerlerde, benzer yaralarla aynı günün ağrısını çekip, ayrı insanlara katlanıp, aynı sonsuzluğa hazırlıyoruz kendimizi. Gözümüz aynı yerde. Yaralarımızın eşitlendiği değil sıfırlandığı o yerde! Hiçbir şeyin fark etmediği, hiçbir yaranın hatırlanmadığı, kimsenin kimseyi kıramayacağı o yerde..

STOPPPPP

*Gürkan abim aramıyor beni epeydir. Unuttu demek değildir bu değil mi? Arasa ona derdim ki, abi çok özledim be, ama gelme diyor bana. Nasıl yapalım?

*Sonsuzluğu dolaşırken, sensizliğe alışırken diye bir şarkı dinledim demin İbrahim Erkal'ınmış. Çok nihilist lan bi dinleyin hele..

*Annem eve erken gelmemden umudu kesti iyice, oğlum bari sabah kalkınca yukarı çık yüzünü görelim diyor yazık. Allah ...kimseye benim gibi evlat vermesin. Amin..

*O şimdi uyuyor. Haksızlık. Büyüyüp muhtar olunca herkesin aynı saatte uyuyup uyanmasını emretcem ilk iş..

*David Foster Wallace okudum biraz. Kitabının yayınlandığını göremeden öldü. Düşününce ne güzel bir şey!

*Daha önce söylemiş miydim? İmanın en süper şartı meleklere iman..

*Başım çok ağrıyor. Park bile havasız. Bir ülkede parklar bile havasızsa o ülke fertleri komple sıçmış demektir. Allah acısın hepimize!

*Efes yeni bira çıkarmış. Exstra Shout. 237 ml. %9.0 alkollü. Rakıdan sonra beş tane içince ağaçları sarı perilere, sokak lambalarını Jedi şövalyelerine, çimenleri de Hereke halılarına benzetiyor. Bir deneyin derim..

*Gürkan abim beni epeydir aramıyor. O'nunla da konuşamıyorum. O yüzden size yazıyorum bunları. Arasalardı sizin kafanızı sikmezdim. Bana kızmayın onlara kızın!

NA-TECELLİ


Nedir bu benim çilem!
İnsan sevmem
Devlette öğretmenim
En sevdiğim yemek içli köfte
Midemi yakar.
Bir kız tanırım dünya güzeli
Ben onu severim
O beni
Bilmem..

MAVİ SAPLI BALTA!

Buna benzer bir acıyı yaşamıştım evvelden
Olacakların farkındayım hiç uzatma istersen
Mavi saplı bir balta senin kadar iş görür
Ucuna, asılmış bir kuş kondururuz dilersen

Sakatlanmış bir atım sürünün arkasında
Sense sarı bir arslan en acımasız tavrınla
Ha desen parçalarsın gövdem pençenin ucunda...
Uzatma, uzat ordan, mavi saplı bir balta

Senden merhamet dilenmez aman bilmezsin bilirim
Şikayetim yok tabi ki yine gelsen yine severim
Senin yolun çok uzun benimse gözüm toprakta
Usulca uzat hadi, mavi saplı bir balta..

NE FARK EDER?

İnsanlar amaçlı amaçlı geçiyorlar yanımdan. Bir kısmı önümde bir kısmı arkamda neredeyse düzenli sayılabilecek bir tempoda gözden kaybolana kadar yürüyorlar. Sanki hepsinin işi var. Sanki hiçbirinin canı sıkılmıyor. Sanki bir benim işsiz güçsüz ve sanki bir tek benim canım sıkılıyor. Barın yüksekçe taburesinde oturuyorum. Önümde ağır arjantin bardakta bira. Kaldırmaya bile üşeniyoru...m. Öylece ılıyor bira. Son yarım saattir garsona kurmaya yeltendiğim beş cümlenin üçü devrik ikisi yarım. Yani evet, konuşmak bile zor geliyor..
Önümden geçen insanları tanıdığım birilerine benzetme oyunu oynamak istiyorum. Zorluyorum kendimi. Olmuyor. Bu akşam kimse kimseye benzemiyor nedense! Hava serin. Mekan loş. Gürültü şimdilik katlanılabilir seviyede. Bir mucit, bir ressam ya da ne bileyim işte yetenekli yaratıcı bir bok olsam en eşsiz eserimi bu akşam verebilirdim diyebileceğim kadar güzel bir akşam belki de. Oysa ben sadece sıkılıyorum. Oyunlarım da hiçbir işe yaramıyor.
(Tam burada biradan ciddi bir yudum alıp bir de sigara yakıyorum) Bira leş! İyice ılımış. Sigara.. Sigara her zamanki gibi. Güzel. Sadece aç karnına güneşin altında şekersiz sakız çiğnerken içilen sigara bok gibidir. Eğer o kadar psikopatsanız bir deneyin, ne demek istediğimi anlarsınız! Onun dışında sigara hep iyi gelir. Gerçi uzun vadede öldürüyor ama olsun. İyidir sigara..
Durum, mekan, iklim ve ruh halimi özetledim. Tüm bu laf kalabalığının sonucu ise şu. Seni özledim... Seni özlüyorum... Bağlantıyı kuramadın mı? Saçma mı geldi? Tabi her şey normal bir bu saçma değil mi? Salak salak yürüyen insanlar, durduğu yerde ısınan bira, hiç değişmeyen sigara, üşenik cümle teşebbüsleri, bok püsür, hiçbir şey saçma değil; her yerde ve her durumda seni özlüyor olmam saçma öyle mi? Öyle mi? Eğer gerçekten öyleyse, olsun ne yapalım? Saçma da olsa şimdi burda, oturduğum yerde seni çok özlüyorum. Gerisi malum lafın. Çünkü seni çok seviyorum ve çok uzağımda da olsan, bu düşünce bile gülümsetiyor beni..
İnsanlar yürüsün, bira ılısın, ben cümle kuramayayım ne fark eder? Seni seviyorum ya ben, bana ne gerisinden...

12 Ağustos 2014 Salı

TESİRSİZ PARÇALAR - 300

300.
-ÇOCUK HÜZNÜ!-
Çocukluğunu yarım yaşayanlar ne kadar büyürlerse büyüsünler, her çaresiz anlarında ona geri dönerler. Onları nerede görseniz tanırsınız. En yetişkin halleri, hatta hüzünleri bile biraz çocuksudur onların. Çocuk hüznü, evet. Çok istediği oyuncağın neden alınmadığını bir türlü anlayamayan, babasının nereye gittiğini, bir gün önce akvaryumda nazlı nazlı süzülen balığına ne olduğunu, dedesinin ona sormadan neden cennete gittiğini, annesinin saçlarını yıkarken neden canını yaktığını ve neden hep yorgun olduğunu, arkadaşlarının neden oyunlarına onu almadığını bilemeyen; Allah'ın ve karşı evdeki yaşlı amcanın niye hep öfkeli olduğuna akıl sır erdiremeyen, iri bakışlı, sarkık dudaklı, bükük boyunlu çocuk hüznü... Çocukluğunu yarım yaşayanlar büyüdüklerinde, o hüznü de büyütürler beraberlerinde. Onlar bu yüzden her şeye üzülebilirler. Onları üzmek bu yüzden çok kolaydır. Bu yüzden gözlerinde akacak yer arayan yaşlarla dolaşır onlar. Onları kandırmak ve ağlatmak bu yüzden çocuk oyuncağıdır. Ve bu yüzden onlarla uğraşmak iki kere ayıptır. Onların çabucak kırılıverecek hayalleriyle oynamak iki kere günahtır. Eğer şefkat gösteremeyecekseniz, uzak durun en azından. Bütün büyüyememişlerin yarım kalmışlığının hatrına en azından bunu yapın. Uzak durun!

Tesirsiz Parçalar 296-299..

296.
Beklenen geldiğinde gelmiş olmaz her zaman. Olmuyor. Bazen öylesine uğruyor beklenen, bazen geçerken uğruyor, bazen hala orada olup olmadığını kontrol etmek için bazen de geride nasıl bir enkaz bıraktığını görmek için... Sonra geri gidiyor. Gider...
Kimsenin Sikine Takmayacağı Kişisel Tavsiye 1 : Yeterince beklediğini düşünüyorsan çok zaman geçmiştir ve artık bu kimsenin umurunda değildir!
Beklenen geldiğinde sevinirsin. Gideceğini bile bile. O yüzden kızamazsın gelişine. Çünkü bir kez daha gözlerine bakabilmişsindir. Tuhaf olan şudur, giderken de kızamazsın. Onun bir peri olduğuna karar vermişsindir çoktan ve periler bir görünüp bir kayboluyor diye onlara kızılmaz...
Kimsenin sikine takmayacağı kişisel tavsiye 2 : Asla bir periye aşık olmayın, asla bir perinin gelmesini beklemeyin, onları uzaktan sevin ve olur da karşılaşırsanız gözlerinin içine bakıp mutlu olun..


297.
Hayatım boyunca çok az şeyi yarım bıraktım ben. Genelde her boku elime yüzüme bulaştırmamla bilinsem de gücüm yettiğince sonuna kadar gittim gidebileceğim her şeyin. Bebeyken öğretti annem bana doysam bile tabakta yemek bırakılmayacağını, ya da sofrada parça ekmek. Büyük deprem olduğunda bira içmeyi, artçısı olduğunda sınıfta ders anlatmayı kesmedim mesela. Devam ettim elimden geldiğince her ne yapıyorsam yapmaya. Tek bir istisnayla.. Neşet Baba. Ne zaman, nerede bir Neşet Ertaş türküsü duysam, her ne yapıyorsam bırakıp, gözlerimi inceden kısıp, için için eşlik edip onunla beraner hiçbirinize anlatmayı beceremeyeceğim bir yolculuğa çıkarım. İşte bu an da o anlardan biridir. Öyleyse varsın yarım kalsın bu cümle de..



298.
Kopabildim mi? Bilmem.. Kopmak ne ki? Araya bir kaç varil rakı girdi. Bir kaç hayal kırıklığı, bir kaç salak yerine konulma ve koyma, bir kaç iyi hissetme, bir kaç kötü hissetme ve bir kaç bir bok hissetmeme ve bir dedikçe kaçma ve kaçtıkça bir zannetme ve yine rakı ve yine hayal ve kırılma ve yine... Döngü mü paradoks mu her ne sikimse işte!



299.
Kimse durup dururken özlemekten ağrımaz
Özlemek bazen tahta bir sandalyede sigara yanığı
Özlemek bazen pervanesi tarafından kırılmış yel değirmeni
Özlemek bazen mavi pencereli o yerde
Gelmeyeceğini bile bile sağa sola bakıp
İçilen her duble rakı..

NERDESİN


Bak yine ulaşamıyorum sana, nerdesin?
Bir tek sen lazımsın oysa ve bir tek sen burada değilsin
Evet herkes burada delirmemi seyrediyor
Herkes toplandı etrafıma ölümümü seyrediyor
Herkes beni öldürüyor işit gel n'olur, nerdesin?
Babamın oy verdiği parti beni yavaş yavaş öldürüyor
Annemin astığı surat beni yavaş yavaş öldürüyor
Arabalar beni öldürüyor şarkılar beni öldürüyor
Şiirler beni öldürüyor arkadaşlar beni öldürüyor
İnsanların sahteliği beni öldürüyor içtiğim rakı beni öldürüyor
Bunları yalnız sen anlarsın ama yoksun, nerdesin?
Anladık perisin sağın solun belli olmaz
Anladık meleklerin hikmetinden sual olunmaz
Anladık özgür bir kuşsun ancak istersen gelirsin
Ama sen de anla artık deliriyorum bak ölüyorum
Yavaş yavaş ölüyorum sanki kanım çekiliyor
Kitaplar beni öldürüyor eşya beni öldürüyor
Sevdiklerim beni öldürüyor okuduklarım beni öldürüyor
İşittiklerim ve inandıklarım hepsi beni öldürüyor
Ben bunca saçmalıkla yalnız nasıl başederim
Nerdeysen çık gel hadi yoksa Azraili beklerim..

KOFTİ REZALET

Göğün altındayız hepimiz ne kadar rezil olabiliriz
En masumumuz bir kaç kere babasını
öldürmek istemişken
Özür dilenen dileyeni affetmese de anlasın
Hatta anlasın sadece gerekirse affetmesin
Göğün altındayız hepimiz kıçımız ne kadar kalkabilir
Birazcık kafası karışan kafasını göğe kaldırsın
Gök her şeyi örterken ne kadar rezil olabiliriz?

27 Temmuz 2014 Pazar

Tesirsiz Parçalar 295..

295.
Hüznün görünmez perdeleri
Tersine çevirdi ruh iklimimi
Kışın lirik ve manik
Yazın tuhaf ve depresif..

Tesirsiz Parçalar 294..

294.

Llosa bir öyküsünde hiçbir şeyi unutmayan bir adamı anlatır. Adını şimdi hatırlayamadığım kahraman doğduğu andan itibaren gördüğü, duyduğu, yaşadığı tek bir şeyi bile unutamaz. Herkes bunun tanrının bir lütfu, çok özel bir yetenek olduğunu düşünür ve adama imrenerek bakar. Adam ise neredeyse her gece tanrıya dua eder unutabilmek için. Fakat nafile... Hiçbir şeyi unutamaz ve başına gelen bir dizi saçma sapan olaydan sonra kafasını duvarlara vura vura intihar eder. İşte o hikayede geçen bir diyalog vardı. Kendisine unutmamanın ne kadar müthiş bir yetenek olduğunu söyleyen bir dostuna şöyle cevap vermişti bizim adam. "Tanrı nefret ettiği insanlara öyle yetenekler verir ki, dışardan bakan herkes bunu ödül zanneder fakat bu aslında cezaların en büyüğüdür. Üstelik bunun nasıl bir lanet olduğunu da kimselere anlatamadığı için aslında iki kere cezalandırılmış olur. Bu da Tanrı'nın yaptığı bir tür espridir!"

Bir süredir kendimi Llosa'nın kahramanı gibi hissediyorum. Hafızam en büyük düşmanım ve ben umutsuzca kafamı vuracak duvar beğenmeye çalışıyorum. Tanrım, afedersin ama bu hiç komik değil!

Sahip olduğum ilk evcil hayvanım bir muhabbet kuşuydu. Her şeyiyle ilgilendiğim, sorumluluğu bana ait olan ilk canlıydı o. Beraberliğimizin birinci senesi dolmadan öldüğünde acım o kadar büyüktü ki ne bok yiyeceğimi şaşırmıştım. O gün babam bir şey söyledi bana. "Üzülme oğlum, yenisini alırız!" Tabi ki babamın iyi niyetinden kuşkum yok, üzülmemem için öyle söyledi. Ama o zaman babamı öldürmek istemiştim. Yenisi nasıl olabilirdi ki? Dostum, arkadaşım, yaşamı bana bağlı olan bir canlı gözümün önünde ölmüştü ve babam yenisinin alınabileceğini söylüyordu. Bilmiyordu. Dünyada milyonlarca muhabbet kuşu vardı evet ama sadece bir tanesi benim dostumdu ve o da ölmüştü. Yenisini istemedim. Babam yine de aldı ama bir kez bile sokulmadım yeni kuşun yanına. Çünkü biliyordum, nasılsa o da en çok bağlandığım anda beni bırakıp gidecekti..

Alın işte size kuşlarla insanlar arasındaki en büyük benzerlik. İkisi de en çok ihtiyaç duyduğunuz anda basıp gidiyor... Gider... En azından ben aksine hiç şahit olmadım bu yaşıma kadar..

Tesirsiz Parçalar 293..

293.

Bir insan bir boku bir kere yediyse bir daha yer. Tecrübeyle sabittir bu. Tabi benim tecrübemle değil. Benim tecrübelerimden aforizma falan çıkmaz. Kederli ve mutsuz sarhoşlar için kafa sikecek anekdotlar çıkar sadece. Kaç tane insan evladı gelip gittiyse bu dünya çöplüğünden alayının tecrübeleriyle sabittir. Yani bunu, bir insanın bir bok yediğinde aynı boku bir daha yiyeceğini herkes bilir. Peki ben niye şimdi herkesin bildiği bir şeyi anlatmaya çalışıyorum? Anlatmaya çalışıyorum çünkü bunu daha önce de yapmıştım. Anlatmaya çalışıyorum çünkü kederli ve mutsuz bir manyaksan daha önce anlatmaya çalıştığın şeyleri durup durup anlatmaya çalışırsın. Anlatmaya çalışıyorum çünkü bu yolunu siktiğimin dünyasında gerçekten anlatmak istediğim şeyler kimsenin umurunda değil. Anlatmaya çalışıyorum çünkü anlatmazsam susup kendi bataklığımda boğulacağım. Al işte yine yaptım gerçekten anlatmak istediğim ama kimsenin umurunda olmayacağını bildiğim için anlatmadığım şeyler anlatmaya başladım bile. Anlatmaya çalışıyorum diye başlayan hiçbir kişisel açıklama umurunuzda değil. Bunu da anlatmaya çalışmıştım eğer unutmadıysanız. Neyse özeli bırakıp genele dönelim. Hepinizin çok iyi bildiği gibi bir insan bir boku bir kere yediyse bir daha yer. Anlatabildim mi!?

Ç.G.S.İ'LER, Ç.G.S.İ'LERİMİZ


Güzel ülkemin güzide insan türlerinden biri de Çok Güzel Sosyalleşebilen İnsanlardır. Ç.G.S.İ diyelim biz onlara. Aslında sosyalleşmek denen zımbırtıyı çok yanlış anlamış olmalarına rağmen kendilerini bu kelimeyle ifade ettikleri için kullanıyoruz mecburen. Bu Ç.G.S.İ denen götler hangi ortamda olurlarsa olsunlar hiç zorluk çekmeden adapte olabilme özellikleriyle öne çıkarlar. Tek ya da bir gurup insanın olduğu her yere teklifsizce sokulup laps diye Müzikten, İzmir'den, edebiyattan, kadınlardan, erkeklerden, Beşiktaş'tan, denizden, anasının .mından falan söz açıp hemen muhabbet başlatabilirler. Sokuldukları insan topluluğu da ya mevzunun şokunu yaşadıkları için ya da en az kendilerine sokulan Ç.G.S.İ mahluğu kadar sefa pezevengi oldukları için herhangi bir tepki göstermeyip kırk yıllık arkadaşmış gibi gülümseyerek dinlemeye koyulurlar. Bu ipneler bebekken bile yavşaklıkla sevimliliğin birbirine karıştığı sikik bir sempati havuzunda yüzmüş ablak suratlı balıklara benzerler. Derste öğretmenler, kantinde kızlar, askeriyede komutanlar bayılırlar bu göt oğlanlarına.

Ç.G.S.İ'lerin en enteresan özelliklerinden biri de küçükken çatlattıkları ar damarlarıyla beraber onur ve haysiyetlerini de kaybetmiş olmalarıdır. Mesela yanlışlıkla size sokulup standart yavşak Ç.G.S.İ hareketleriyle sohbet açmaya kalksalar ve siz her mantıklı insan evladı gibi 'bi siktir git başımdan göt kafalı şamyel' diye tersleyip kovsanız bile özür dileyerek uzaklaşırlar. Bu esnada da suratlarında hep hazır bulunan o sikik gülümsemeyi aynen muhafaza ve müdafaa ederler. Sanırım analarının karnındayken bile sahiptirler o gülümsemeye..

Velhasıl, sayıları hızla artan bu sefa pezevengi Ç.G.S.İ'lere karşı son derece dikkatli olmak gerekir. Yoksa allah muhafaza size de tatlı tatlı sokulup iki dakikada beyninizi bozuk erik hoşafına çevirebilir bu puştlar. Aman diyeyim abicim, benden uyarması!

Tesirsiz Parçalar 292..

292.
Bazen bir bardak çayın hayatınızdaki pek çok insandan daha çok hatırı var gibi geliyorsa, panik yapmayın, bir sigara yakın ve gülümseyin. Siz de artık bir yetişkin olmuşsunuz demektir..

10 Temmuz 2014 Perşembe

YALVARIŞ

Rabbim söz verdin
Kaldıramayacağı yükü
Yüklemem dedin kuluma
Şahidimsin
Kaldıramıyorum
Oyunsa bu
Oynamıyorum
İmtihansa
Kaldım
Ben zaten
İçi geçmiş bir hevesle
Yarım kalmış bir niyetin
Arasında ıskalandım
Pişmeden yandım
Son sözüm sana yine de
Üstesinden gelemedim
Bu yaşamak sınavının
Bağışla
...

Tesirsiz Parçalar 291..

291.

Uyuduğumda uyanacağım gün dünün aynısı olacak. Bugün de bir önceki günün aynısıydı çünkü. Kendimi herkes tarafından aldatılmış salağın teki gibi hisediyorum. Sanki herkes gizli gizli beni izleyip hayvanlar gibi eğleniyor..

Truman Show diye bir film vardı. Jim Carrey'nin. Şimdi uzun uzun filmi anlatamayacağım ama orada bir sahne var. Herkes tarafından kandırıldığını geç de olsa fark eden Truman'ın kafasını yukarı kaldırıp bir kaç saniye bakakaldığı bir sahne. İşte o bakışla bakıyorum günlerdir etrafa...

Bir arkadaşımla konuşuyordum. Nasıl olduğumu sordu. "Bilmem", dedim "mal gibi oldum iyice ya bildiğin gibi değil. Marul gibi bir şey oldum. Marul yani. Sebze işte olsa da olur olmasa da. Mesela bir salata düşün içinde marul varsa yersin ama yoksa fark etmezsin olmadığını. Tadını bile aklına getiremezsin bak düşün bi. Varlığıyla yokluğu fark etmeyen, olsa da olur olmasa da salak bir sebze işte.."

Ait olduğun yeri biliyorsun ama görünmez zincirlerle olduğun yere zincirlenip bırakılmışsın. Kafanın içinde dünya turu yapıyorsun ama tuvaletini yapmak için odadan çıkmaya da üşeniyorsun... Televizyon kumandasına taktığım Duracell pil iki haftada bitti. Ne anlatayım lan ben daha..

BEN GİDİYORUM!

-Ben gidiyorum!
-Bekle şu oyun bitsin ben de geliyorum.

-Ben gidiyorum!
-Hayırlısı be gülüm.

-Ben gidiyorum!
-Al şunu al yolda acıkırsan tost falan alırsın.

-Ben gidiyorum!
-Ne güzel. Kendin mi karar verdin yoksa seyirciye mi danıştın?

-Ben gidiyorum!
-Aa sen burda mıydın?

-Ben gidiyorum!
-Bak bakalım gidince ben orda mıyım?

-Ben gidiyorum!
-Japonlar sizin hiç gitmeyeninizden yapmışlar duydun mu?

-Ben gidiyorum!
-Ya daha karpuz... Öff neyse tamam...

SALLANTI

Düştüm düşüyorum bak
Bir acaip sendelemece
Tut elimden kaldır
Ben gelemiyorum oraya
Beni yanına aldır

Omuzları kepekli
İhtiyarlar oturuyor parkta
Dillerinde bismillah
Ellerinde çekirdek
Hiçbir şeye şaşırmıyorlar hayret

Tam önlerinde sendeliyorum
Düştüm düşeceğim bak
Sen şimdi kuş olup gelsen bir trenle
Hep beraber şaşırsak
Ve ben bir daha hiç sendelemesem

Bir uyku uyusam deliksiz
Gözaltı torbalarımdan kuşlar öpse
Öyle çaresiz
Öyle yorgun
Öyle uykusuzum ki
Sen
Eteklerinden kuşların su içtiği
Gölgende bana da bir uzanımlık yer versen

Kurumuş bir ağaç gibi
Kuşsuz böceksiz bir ağaç
Rüzgarla sallanıyorum
Bir sağa bir sola
Gelmezsen
Çat diye bir ses çıkacak
Ve boylu boyunca serili
Bir gri yıkıntı kalacak
Benden sonsuzluğa

Tesirsiz Parçalar 290..

290.

Vakti zamanında bir zat yollara düşmüş Cüneyd El Bağdadi'yi ziyaret etmek için. Mahalleye gelince kahvedekilere sormuş, evini göstermişler. Gitmiş, kapıyı çalmış. Kapıyı açan Cüneyd El Bağdadi "Kimi arıyorsun?" diye sorunca adam "Cüneyd'i arıyorum" demiş.. Cüneyd El Bağdadi'nin cevabı ibretlik...
"Ben de..."

Kendimi bildim bileli kendimi arıyorum ben de. Kimim? Yani ben benim elbette de benim diyen bu ben aslında kim? Çaresiz bir arayış bu. Yine Cüneyd'in çaresizlikle ilgili muazzam bir tesbiti var. Çare arayanlara "Çare, çareyi terk etmektir", der. Çare çareden vazgeçmektir demek gibi bir şey bu. Cüneyd Allah dostu bir veli, kendinden vazgeçmesi de kolay nefsini öldürmesi de. Ben halt edeceğim peki?

Okuduğum her satırda, içtiğim her dublede, tuttuğum her oruçta, sevdiğim her kadında kendimden bir şeyler arayıp durdum. Dolayısıyla da her şeyle kurduğum ilişkinin öznesi hep ben oldum. Şimdi biri kalkıp bana bencilsin dese kızarım. Peki bu hal, bu yaşantı bencillik değil de ne?

Wittegenstein, "Üzerinde konuşamayacağın şey hakkında sus" dedi. Beceremedim. Sokrates, "Kendini tanı!",dedi. Tanıyamadım. Annem, "Allah akıl fikir versin", dedi. Vermedi Allah akıl fikir. Ortasını zorladığım ömrümün arkada kalan kısmına bakınca tek bir şey görüyorum sislerin ardında. Şikayet... Kime mi? Orhan Gencebay'ın dediği gibi. "Şikayetim yaradana..."

Tesirsiz Parçalar 289.

289.

Freud, insan bir yere özellikle bakmıyorsa muhakkak o bakmadığı şeyi düşünüyordur gibi bir şey söylüyor. Umurumda değil dediğimiz şeyler en çok umursadıklarımız galiba..

Klasik Mantığın evrensel bir kuralı vardır. Bir şeyin olumsuzunun olumsuzu o şeyi olumlar. Şeylere şiddet katmak için kullanılan her türlü pekiştireç de olumsuzu olumluyor olabilir bu durumda. Biri sana senden nefret ediyorum derse nefret ediyordur. Çok nefret ediyorum derse bir düşünmek lazım. Ama çok çok nefret ediyorum diyorsa eğer, etmiyordur abi. O zaman kesin seviyordur ama seninle ilgili başka bir derdi de olduğu için böyle söyleyebiliyordur..

Foucault, Kelimeler Ve Şeyler kitabında dilin gelişimiyle insan ırkının mutsuzluğu arasında paralellik olduğunu iddia eder. Ona göre başta çok az kelimeyle iletişen insanlar son derece mutluydu, kendilerini ifade edecek daha çok kelime buldukça mutsuzlukları da aynı oranda arttı. Süper tespit valla aferin bizim kele..

4 Temmuz 2014 Cuma

BİR AĞAÇ BİZE YETER

Yüzünün silüetiyle belirince özlemek
Aklımı zorluyor kaygım ya seni göremezsem?
Bir ağaç en çok o zamanlar ağaç işte
Orman birilerinin uydurması yok aslında öyle bir şey
Bir sürü yalnız ağaç var yan yana bir sürü ağaç
Yan yana ve yalnız bir sürü ağaç var
Orman demiş birileri orman büyük bir yalan
Bir sürü yalnız insan var yan yana bir sürü yalnız
Yan yanalar yalnızlar dokunuyorlar yalnızlar
Bira içiyorlar yalnızlar sevişiyorlar yalnızlar
Kimse kimsenin kimsesi değil aslında yalnızlar
Kalabalık zannediyorlar kendilerini beraber zannediyorlar
Yanılıyorlar aslında tepeden tırnağa yalnızlar
Çoğalmaya niyetim yok seninle ben beraber
Biz olalım ikimiz yeter seni beni öldürüp
Değmeden kimselere görünmeden kalabalıklara
Usulca sığınsak bir ağaç gölgesine
Bir ağaç bize yeter bir ağaç bize yeter..

Kalbimi deşiyor korkum ya seni göremezsem?

UNUTULAN

Bir zaman sonra hep unutacaksın bunları
Beni unutacaksın sokak ortasında bağırışmalarımızı unutacaksın
Gece yarısı insanlar bize bakarken birbirimize bağırdığımızı unutacaksın
Önce beni unutacaksın sonra neden birbirimize bağırdığımızı
Önce o bağırmıştı diyeceksin yok yok ben bağırdım hayır o hayır hayır ben
Bu arada ben ben'den o'ya dönüşmüş olacağım kalbinde ve dilinde
Şiddet yok olacak o zaman öfke yok olacak acı yok olacak
Kim kime bağırdı önce bir türlü karar veremeyeceksin
Bir önemi de kalmayacak nasılsa unutacaksın
Bağırmadık ki diyeceksin belki eski bir şaka gibi gelecek
Hiç bağırışmamışız gibi olacak
Hiç kavga etmemiş gibi olacağız
Hiç olmamış gibi olacağım ben
Bir yerlerden anımsayacaksın belki
Bağırmak mı diyeceksin, ne münasebet!

3 Temmuz 2014 Perşembe

YARA

Yaralarımızı göstermedik birbirimize
yaralarımızı deştik
eskiden anımsadıkça yeri sızlayan o yara
artık paramparça

Ben şimdi bu acıyla nerelere giderim
hangi taşa vururum bu akılsız başımı
etim ne budum ne benim bununla nasıl baş ederim
gözün aydın içim yanmıyor artık
içim öldü!

SAYIKLAMALAR


Günün onbeş saatini falan yatakta geçiriyorum şu aralar. Uyuduğumdan değil, toplasan üç dört saat ancak uyuyabiliyorum. Yataktan çıkmıyorum, çıkmak istemiyorum çünkü ayağa kalktığımda yapmak istediğim hiçbir şey yok. Oda ısısı ne olursa olsun pikeye sarılıp boş boş duvarlara ya da televizyona bakıyorum. Bir an önce yarın olsun diye bekliyorum, yarın da bir sonraki yarını bekleyeceğim. Ne zamana kadar? Ayağa kalktığımda yapacak çok önemli bir işim olduğunu düşündüğüm zamana kadar..

Kafka'nın doğum günüymüş bugün. Belki de dün. Emin değilim. Onun çağında yaşasaydım gidip ona derdim ki, bu kadar üzülme, bak ben de her şeye çok üzülüyorum ama bi boka yaramıyor. Bir de Milena seni seviyor aslında ben biliyorum.. İyi ki doğmuş Kafka, yoksa kim tarif ederdi sıkıntının nasıl bir şey olduğunu..

Kalp kırdığım zamanlar üzülüyorum en çok. Ama öfke öyle sikik bir şey ki ne ağzından çıkanı duyuyor insan ne de gözü bir şey görüyor. Ve bizi birbirimizden koruyacak kimse yok. Evrensel bir lanet bu. Kesinlikle eminim en büyük hatamız insan içine karışmak. Sebep olanlara bir şey demiyorum bu kez, Allah herkesi bildiği gibi yapsın..

27 Haziran 2014 Cuma

Barlar sokağının henüz barlar sokağı olmadığı zamanlarda o sokaktaki bir apartmandaydı evim. Karşı çaprazımızda sokağın o zamanki tek barı olan 6.45, alt katımızda Leydi Bayan Kuaförü, onun yanında da Özdemir'in dövmeci dükkânı vardı. Leydi abinin de Özdemir'in de pek iş yapamamalarından ve benim de yazları ekseriyetle işsiz it gibi yapacak hiçbir şey bulamamamdan mütevellit akşam olmadan barda içmeye başlar, hava kararmaya yakın bir bardak daha mı içsek yoksa birbirimizin kafasına mı sıksak diye düşünür dururduk. Hayatımın hiçbir döneminde canımın o zamanlardaki kadar sıkıldığını hatırlamam…

O saçma sapan günlerin birinde, benim de Özdemir'in dükkânında olduğum bir öğleden sonra içeri otuz yaşlarına yakın bir adam girdi. Elinde tuttuğu buruşuk kâğıdı uzatıp dövme yaptırmak istediğini söyledi. Özdemir önce kâğıda sonra adamın suratına sonra tekrar kâğıda ve sonra da bana baktı. Merak edip elimi uzattım. Kâğıdı alıp baktım. Bir b.ka benzetemedim. Ben de adamın suratına baktım önce sonra kâğıdı Özdemir'e verdim. Sonra da dayanamayıp epeydir süren sessizliği bozdum.

"Abi bu ne?"

"Bunu yapacaksınız", dedi ve bir çırpıda tişörtünü sıyırıp yan dönerek eliyle böbreğinin üstündeki yumuşak bölgeyi gösterdi.

"Buraya yapacaksınız."

Özdemir şaşkınlığı üzerinden atamamış, "tamam yapalım .mına oyim da bu ne lan?" dercesine bakıyordu. İş başa düşmüştü yine. Kâğıtta görülen tek şey ceviz büyüklüğünde siyah bir lekeydi. Büyük, kenarları taşmış, içi dolu siyah bir yuvarlak. Neydi lan bu
Sordum tekrar;

"Abi, bu ne?"

"Doğum lekesi!"

Al işte. Zaten akıllı adamın bizle ne işi olur?

"Senin doğum leken mi abi?

Herifin surat düştü. Çenenin yayına .ıçayım Ali o nasıl soru lan? Adam şimdi tekme tokat dalacak bize! Neyse dalmadı Allahtan.

"Yok benim değil. Eski sevgilimin. Aynı yerde aynı şekilde bir doğum lekesi vardı onun. Aynısından yaptırmak istiyorum."

Herif konuşunca gaza geldim ben de,

"Abi madem çok seviyorsun kızı isminin dövmesini yapalım, kalp yapalım bir şey yapalım. Doğum lekesi dövmesi olur mu hiç?"

"Yok lan ne sevmesi. Onun .mına koyim ben. Üç sene beraberdik bu kaltakla. Köpek gibi âşıktım. Bir gün en yakın arkadaşımla yattığını duydum. Sıkıştırdım biraz itiraf etti. Bir kere de yapmamışlar üstelik defalarca yatmış kansızlar!"

Acıdım. Gözleri dolmuştu adamın…

"E .iktir et abi o zaman. Unutman lazımken ne diye kızın doğum lekesinin dövmesini karnına yaptırırsın?

Güldü...

"Kızı .iktir ettim abicim zaten. Mesele o değil. Mesele en güvendiğim, en sevdiğim insanın bile hiç ummadığım bir anda beni aldatabileceğini unutmak istememem. Kiminle olursam olayım, karım bile olsa yanımdaki, her çıplak kaldığımda bu .mına kodumun lekesine bakıp kendi kendime diyeceğim ki, unutma lan! Sakın unutma. Herkes herkesi her an aldatabilir. Herkes herkesi her an aldatıyor olabilir. En azından herkes herkesi bir ara muhakkak aldatır. Lekeye bak ve sakın unutma!"

​Tekrar göz göze geldik Özdemir'le.
"Biz de mi dövme yaptırsak lan?"

Tesirsiz Parçalar 288..

288.

En çok aldığım iki eleştiri (ki eleştiri ne lan, siz kimsiniz oğlum oturduğunuz yerden neyi eleştiriyorsunuz diyeceğim ama neyse şimdi gece gece kalp kırmayayım) neden bu kadar küfür ediyorsunuz ve neden bu kadar öfkelisiniz? Peki güzel kardeşim cevap vereyim madem. Sen niye küfretmiyorsun ve sen niye öfkeli değilsin? Gazeteyi açıyorum ve 13 yaşındaki çocuğa 2 sene boyunca tecavüz eden 20 tane adamın serbest bırakıldığını okuyorum. Ben şimdi bu orospu çocuklarına küfür etmeden, öfkelenmeden ne yazabilirim. Yazmayayım diyorum içim el vermiyor, yazıyorum küfür etti oluyorum. Söyleyin bana şimdi bu şerefsizleri başka hangi dille anlatabilirim. Evimin iki kilometre ötesinde 19 yaşında çocuk sopayla dövüle dövüle öldürülüyor. Ben o sokaktan her geçtiğimde nasıl öfkelenmem, nasıl küfür etmem? Allaha inanan allahtan, inanmayan kendi vicdanından korksun lan! Bu acıyı duyup, şahit olup öfkelenmeyen insanın vicdanının .mına koyim ben. Günde 20 lira yevmiye almak için Adıyaman'dan Adana'ya pamuk toplamaya gidilen traktörün römorkunda 30 kişinin can verdiği ülke oğlum burası; yavşak patronun üç kuruş fazla kazanmak için 300 küsür madenciyi diri diri yaktığı ülke, karısını kendisinden habersiz sokağa çıktı diye 46 altı yerinden bıçakla deşip öldüren adamla aynı havayı soluyor, aynı sokakta dolaşıyoruz. Siz niye öfkelenmiyorsunuz asıl ben buna şaşıyorum? Siz niye küfretmiyorsunuz?

25 Haziran 2014 Çarşamba

Tesirsiz Parçalar 287..

287.

İlk utandığı yeri nasıl unutur insan? Oturduğum park bankından tepeye kaldırıyorum kafamı bin tane yıldız görüyorum. Her birinin ayrı hikayesi var sanki. Bilim adamları bu yıldızların bazılarının çoktan sönmüş olabileceğini, sadece ışıklarının bize geç ulaştığını söylüyor, doktor sigarayı azaltmamı söylüyor, annem ara sıra uyumamı söylüyor. Herkes haklı anasını satayım herkes doğru söylüyor. Bir benim yanılan, bir boku bilmeyen. Çoktan sönmüş olabilecek yıldızlara isim koymaya çalışıyorum telaşla, sigarayı doktorla pazarlık konusu bile yapamıyorum, annemse belimi büküyor diyemiyorum bir şey. Ve kafamda aynı sikik soru gece boyunca... İnsan ilk utandığı yeri nasıl unutur? Bunun cevabını bulursam eğer sıra şu soruya gelecek. İnsan en son utandığı şeyden nasıl kurtulur?

24 Haziran 2014 Salı

AH MUHSİN ÜNLÜ ALPER ABİ VE BEN KİMSEM ARTIK

Ah Muhsin Ünlü süper bir insanmış
Bence Alper abi ondan daha süper bir insan
Bendense bi bok olmaz
İkisi de yolda Ebu Bekir'i görseler en azından selamlaşırlar
Ben bir araba fırça yerim
Kesin der ki bana, "oğlum manyak mısın sen niye bu kadar içiyorsun?"
Ah Muhsin Ünlü ara sıra yalan söylüyordur muhakkak
Alper abi söylemez diyor ama herkes ara sıra yalan söyler
Ben en çok anneme yalan söyledim hala durup durup söylüyorum
Annem beni döverken mesela gözleri kocaman oluyordu
Öyle zamanlarda bile durmadan yalan söylüyordum
Ah Muhsin Ünlü Azrail'i yolda görse selam verirmiş
Sanıyorum Ah Muhsin Ünlü yolda kimi görse selam verir
Ben yolda Azrail'i görsem derim ki "Anam babam niye bu kadar geciktin?"
Alper abiye anlatsam şimdi bunları eminim kıçıyla güler
O bana deli gibi gülerken ben ona "Abi" derim, "gülme bu hiç komik değil!"
Ah Muhsin Ünlü şanslıymış annesi ölürken o kocamanmış
Alper abi biraz şanssız annesi öldüğünde o küçükmüş
Bense hepten boku yedim annem hala yaşıyor
Annem yaşıyor ve yaşlanıyor biliyorum bir gün ölecek
Ben yaşıyorum ve her gün annemin bir gün öleceğini düşünüyorum
Annemin her gün tansiyonu çıkıyor beli ağrıyor saçları ağarıyor
Benim de saçlarım ağarıyor annem gözümün önünde yaşlanıyor
Dedim ya en şanssız benim kimse beni ipine takmaz
Annem çay getirdi az önce fazla uzaklaşmış olamaz
Ne tuhaf anneler çocukları üzüntüden ölürken bile
Çocukları üzüntüden ölürken bile çay getirmekten vazgeçmiyor ne tuhaf
Siz bir görseniz annemi ne demek istediğimi anlarsınız
Annem hepinize çay koyar öleceğine inanamazsınız

SAYIKLAMALAR

Peki! Anladım! Neyse!... Tek kelimelik cevaplar öldürecek beni. Hiç cevap vermemek daha iyi lan. Karşındaki susuyorsa bunun bir anlamının olduğunu, o an başka bir şey düşündüğünü ya da sadece susmak istediğini düşünebilirsin. Tek kelimelik cevaplar ise 'kapa çeneni, kes sesini' çağrışımı yapıyor nedense. Neyse...

Bu ülkenin insanları için çok üzülesim geliyor bazen. Fakat üç şey bütün üzüntümü silip atıyor ve ne bok yerlerse yesinler diyorum. Sokak düğünleri, asker uğurlama konvoyları ve orman mangalı organizasyonları... Üçünde de o kadar çabuk organize oluyorlar ve o kadar ritmik ve sistemli hareket ediyorlar ki, bu insanların herhangi bir şeyi yanlışlıkla yaptıklarına ihtimal vermek güç. O yüzden her ne geliyorsa başlarına bile isteye sebep oluyorlardır deyip gülüveriyorum...

Birini çok özlediğinde rakı içiyorsun. Rakı içtikçe daha çok özlüyorsun. Daha çok özledikçe daha çok içmek istiyorsun. İçtikçe daha da çok özlüyorsun. Al sana paradoks...

Meyhaneye doğru yürürken kuş ölüsü gördüm yerde. En az iki gün olmuştur öleli. Yandaki bayiden gazete alıp kuşun cesedini iyice sardım ve çöp konteynırına bıraktım. Tuhaf tuhaf baktı bana etraftakiler. Orada bir şey diyemedim şimdi diyeyim. Ne var .mına koyim ne bakıyonuz! İki gündür burada öyle yatıyor hayvan. Hiç mi birinizin aklına gelmedi kaldırıp kenara koymak. Ben alıp kenara koydum diye tuhaf mı oldum vicdansız puştlar!

21 Haziran 2014 Cumartesi

GİDELİM BURADAN


Gidelim buradan... Göğsünü sıkan, içini daraltan o laneti geride bırakıp gidelim. Burada yağmur bile güzel yağmıyor artık. Yağmuru güzel yağan bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan... Burası bizim değil. Nasıl başederiz bu kadar saçmalıkla? Her şeye sıfırdan başlanabilecek bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan... İlaçlarını yanına alma. Kitaplarımı almayayım ben de. Biraz da onlar çıldırtmıyor mu bizi? Havası ilaç, denizi kitap bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan... Bıktım tepemizde sallanan manasız sorulardan. Soru sorma artık bana. Soru sormayayım sana. Her türlü sorunun tedavülden kalktığı bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan. Burada insanlar kötü. Hep bir şeyler anlatmamızı bekliyorlar, hep bir şeyler anlatmamızı isteyecekler, bitmeyecek bu hiç bitmeyecek. Kimseye bir şey anlatmak zorunda kalmayacağımız bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan... Bak uyuyamıyorum yine. Senin de uykuların defolu, bölük pörçük. Huzur içinde uyuyabileceğimiz bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan. Ya sen bana gel ya da ben geleyim sana. Sonra gidelim. Hadi...

Tesirsiz Parçalar 286..

286.

Beni anlamıyorlar Gölge. Sen de anlamıyorsun. Kimse anlamıyor. Böyle görünmeye, olduğum gibi görünmemeye mecburum. Çünkü ben olmadım. İçi Kan Ağlarken Gülümsemek Zorunda Olanlar Diyarının Olgunlaşmamış Düküyüm ben. Tek varis benim. Kardeşlerimi boğdurdum. Sorumluluklarım vardı, sorumluluklarımı yedim! Sululuk yapma mı? Çok ayıp Gölge, benim işim sululuk. Yoksa kurur gideriz bu kadar akıllının arasında. "Konuya dönün sayın düküm!" Konular öpsün seni Gölge, deliler yıkasın, şizofrenler sırtını kaşısın... Tamam tamam afedersin. Konuya dönelim Gölge. Düşüncelerim, kalbim, ruhum, organlarım, bedenim... Hepsi ayrı ayrı hareket etmek zorunda. Hepsine bağımsızlık verdim. Düküm lan ben istediğime veririm. Gülme piç. Türkçenin puştluğu işte bağımsızlık veririm demek istedim elbet. Canımı sıkma seni de solucan gölgesi ilan ederim sürüm sürüm sürünürsünüz sümküremiyesice sülükler süzü. Pardon sizi. Evet evet konuya dönelim. Ayrı ayrı hareket etmek zorunda hepsi. Ancak bu şekilde birinin hareketini (ne var düşünceler hareket edemez mi?) diğeriyle inkar edebilirim. Edebilmeliyim... Düşüncelerimi ağzım reddetmeli, kalbime aklım itiraz etmeli, ellerimi diz kapağım uyarmalı... Eğer hepsi birbiriyle uyumlu hareket ederse olmaz. O zaman akıllı biri gibi görünürüm. Hatta belki akıllı biri olurum. Olmaz! Ben zeki fakat akılsız bir adamım Gölge. Böyle öğrettiler bana. Böyle yaşattılar. Bu saatten sonra akıl ikimize de yük. Anladın mı Gölge? Temel felsefem "ya göründüğün gibi olma ya olmadığın gibi görün!" Beni anladın mı? Anladın mı Gölge? Ne? Anlamadın mı? Aferin Gölge aferin. Aferin...

KELİMELERİN BAZI ANLAMLARA GELMEDİĞİNE DAİR

Tarif edememek... Anlatamamak...

Önce söz vardı yazar İncil'in girişinde. Sözden önce de yazı vardı der Derrida. Sözün sınırının anlatamamak olduğunu söylemek ister sanki. Tabi ne demek istediği tam olarak anlaşılamaz çünkü yazmadan önce söylemiştir. Oysa söz ne kadar da eksik... Yazı biraz kurtarır durumu. Bir yere kadar ama...

Sevdiğinin gözlerinin içine, "seni seviyorum, sen benim ışığımsın, ellerimi sakın bırakma" bakışıyla bakan bir adam düşünün mesela. O bakışı tam olarak hangi sözcüklerle anlatabilirsiniz? Alın işte yukarda yazdım. Bir daha okuyun. Okuduklarınız milyonla çarpılsa bile o bakıştaki teslimiyetin ve masumiyetin yanına yaklaşamaz. Ya da, "merak etme hepsinin üstesinden geliriz" saç okşaması; "Ayının teki de olsam seni çok seviyorum" yüz dökülmesi; "İyi ama bu kadarı da fazla, sen de laflarına biraz dikkat et" kaş çatışı; "Farkındayım, pişmanım ve çok üzülüyorum" ses titremesi... Bunların hangisini hangi söz eksiksiz anlatabilir?

İletişebilmek adına kelimeleri icad eden atalarımızın gözü kör olsun! Ellerin, gözlerin ve harflerle kirlenmemiş sesin görkemine bıraksalardı keşke kaderimizi. Belki bir medeniyet geliştiremezdik ama anlatamamanın ezikliğiyle kendimizi parçalayıp ruhsal buhranlar da yaşamazdık...

SADECE BABALARA ANLATILABİLECEK BAZI ŞEYLER


"Babaları eve gel-e-meyen çocuklara"

Benim babam işçiydi. Şeker Fabrikasında çalıştı otuz yıl. Öyle tehlikeli bir iş yaptığı söylenemezdi. Fabrikanın Ziraat kısmının park-bahçe bölümünde çiçekle böcekle falan ilgilenirdi. Sabah sekizde işe gider beş buçukta da işten çıkardı. Ve ben neredeyse çocukluğumun her beş buçuğuyla altısı arasını havanın durumuna göre bahçede, eşikte ya da cama tüneyerek geçirirdim. Bir keresinde babamın işten çıkacağı saate yakın bir telefon geldi. İş kazası geçirmiş. Bakımını yaptığı çim biçme makinesine elini kaptırmış. Ambulansla hastaneye götürmüşler. Ona bir şey olacak diye öyle korktum ki, nerede ne zaman babasına bir şey olduğunu düşünen bir çocuk görsem onun acısını bütün kalbimle hissederim hala. Allahtan çok ciddi değilmiş durumu. Bir kaç dikiş ve bir hafta raporla döndü eve...

O zamanlar kahve alışkanlığı vardı babamın. Annemin deyişiyle "kumara" giderdi bazı akşamlar iş çıkışı. Kumar denilen şeyin çayına kahvesine çevirilen okey olduğunu yıllar sonra anladım. Ama anneme şimdi bile sorsanız, babamın o zamanlar kumar oynadığını söylemeye devam eder...

Saat altıyı geçtiyse ve babam gelmediyse eve yüzüm düşer, boynum bükülür, eve geçip, sessizce çekyatın köşesine ilişip hiç konuşmadan, başımı dizlerimin arasına çekip beklemeye başlardım. Annem hep evdeydi. Kardeşlerim de vardı. Ama ben beklerdim babamı. Çünkü babam başkaydı. Bazı şeyler olurdu hep ve onları sadece babama anlatabilirdim. (Bütün erkek evlatlar bilir, bazı şeyler sadece babalara anlatılır...)

Oyundan kalkamayıp eve gece yarısına doğru geldiği zamanlar olurdu. Öyle zamanlarda hayvan gibi uykum da gelse uyumaz, inatla babamı beklerdim tünediğim pencerenin kenarında. Evin köşesinde belirdiğinde de, sanki ben bütün akşam onu beklememişim gibi ya da o perdenin oynamasından benim beklediğimi anlamazmış gibi koşarak yatağıma gider, gözlerimi sımsıkı yumar ve uyuyormuş gibi yapardım. Bir tür küslük oyunu oynardım kendimce. Bugün bile çözebilmiş değilim o psikolojiyi. Bütün akşam gelmesini beklediğim babam eve girdiğinde niye uyuduğumu zannetsin isterdim, bilemiyorum. Ama bir şeyi çok iyi bilirdim. Babam eve girer, annem ona bağırır, o genelde sesini çıkarmaz, ben kulaklarımı ve gözlerimi sımsıkı kapatıp annemin yorulmasını, bağırışlarının ve ağlamalarının bitmesini, öfkeyle yatak odasına gidip kapıyı da çarparak kapatmasını beklerdim. Çünkü öyle zamanlarda babam usulca yanıma sokulur, uyuduğumu düşündüğü için parmaklarının ucuyla saçlarımı okşar, "güzel oğlum benim" diye fısıldayıp ufak ufak kendine yer açar ve benimle uyurdu. Ben de uyanık olduğumu çaktırmamaya çalışarak onun ter, sigara ve çiçek karışımı, hala unutamadığım, dünyanın en eşsiz kokusunu, 'babam kokusunu' içime çeker, çeker, çeker, dünyanın en güzel uykusuna yatardım...

Mutlulukla mutsuzluğun çok da fark etmediği anlar vardır. Çünkü bazen eve gelen babalar bir takım mutsuzlukların nedeni ya da sonucu olabilirler. Ama ne olursa olsun bir çocuk için dünyanın en güven veren ve kendini en güçlü hissettiren hissi babanın bir şekilde eve gelmesidir. Babaları eve gel-e-meyen tüm oğullar ne demek istediğimi çok iyi bilir!

Tesirsiz Parçalar 285..

285.

"Ah Beni Vursalar Bir Kuş Yerine!"

Yataktan çıkıp çıkmama çelişkisi. Kahvaltı telaşı. Hava nasıl acaba merakı. Duş mu alsam? Koltuk altı koklamacası... Bugün idare ederim. Ne çok kuş ötüyor burda, mahalle değil Manyas kuş cenneti mübarek. Kuşlar karnımı acıktırıyor. Düşünceler midemi bulandırıyor. Kuşlar sussa, aklım sussa ben de herkes gibi uyusam. Kuşlar susmuyor, aklım karışıyor. Kuş mu vurup yesem? Arkasından ağlayıp. Hem ağlayıp hem;

"Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ah! beni vursalar bir kuş yerine..."

Nerden geldi bu şiir aklıma. Şiir düşüncelerimi bölüyor. Bu iyi. Bu iyi... Ah beni vursalar bir kuş yerine...

HÜSEYN'İN ANNESİNE ANNE DEMEK İSTİYORUM

-Artık her yer Kerbela

Yendim sanırım ölümü/biteviye gülüyorum
Önüne güneşi almış/ağaç gibi gülüyorum
Şah Kerbela'da yalnız/yardımına gidiyorum
Kumlardaki masumlara/içme suyu götürüyorum
Buralarda herkes zalim/Hasan avı bitmiyor
Önüm arkam sağım solum/komple Yezid görüyorum
Ah Ali elimi tutsa/Radıyallahu Anh, mübarek
Sakin ol dese bana/kocaman gülümseyerek
Şah ki camide kendini/kılıçlayan şerefsize
Kızmamış gülümsemiş/demiş alın bunu doyurun
İyileşirsem yargılarım/iyileşmezsem yargılayın
Ama eziyet etmeyin/neyse hak çiğnemeyin
Katiline şefkatli Şah/bana da acır elbet
Ali'nin yolu üstünde/toprak olmak istiyorum
Hüseyn'in annesine anne demek istiyorum..

9 Haziran 2014 Pazartesi

AL

Kabiliyetsizin tekiyim
İsmimin baş harfleri
Beni sana sunar
Sen bilirsin
İster al
İster
Sus

Yanında olmak isterim
Olmaz dersen anlarım
Deneyelim dersen
Yaz iki satır
Neredeysem çıkıp gelirim

Yanlış kurulmuş bir cümleyim
Yanında olmak isterim
Olmaz dersen, normal
Olur dersen gelirim
İmlayı grameri
Yola çıkınca hallederim

OROSPU ÇOCUĞU JERRY!



Sakin ve huzurlu uyanmıştı adam. En az dört beş saat kesintisiz uyumuştu ve son zamanlarda neredeyse hiç uyuyamadığı düşünüldüğünde bu durum bedeni ve aklı için ciddi bir iyileşme belirtisiydi...

Uyanır uyanmaz sağ elini sol tarafına götürdü. Epeydir sol göğüs kafesinin altında tuhaf kıpırtılar oluyordu (ya da ona öyle geliyordu) ve bu durum onda bir tür tik ortaya çıkarmıştı. Eli yine sol tarafına gitti. Her şey normaldi. Biraz oyalanıp yukarı çıktı. Üst katta kahvaltı sofrası hazırdı. Normalde o saatlerde hiçbir şey istemezdi canı kahve ve sigara dışında. Ama o sabah hemen sofraya kurulup ekmek zeytin peynir triosuyla onbeş dakika sevişti. Tekrar aşağıya indi sonra. Bir sigara yaktı, beraberinde getirdiği çayla beraber içti. Bilgisayarı açtı. Bir süre boş boş ekrana bakıp kapattı. İyiydi. Uzun zaman sonra her şey normal gibiydi...

Bunları düşünüp biraz gülümsedi. Sonra tekrar yatağa geçti. İyiydi. İyileşiyordu. Geçiyordu. Belki de tamamen iyileşmişti. Kumandayı aldı eline. Yatağın tam karşısındaki televizyonu açtı. Salak sabah programlarını zapladı biraz. Sonra bir çizgi filme takıldı. Tom Ve Jerry...

Az önce bulduğu gülümsemeyi tekrar takınıp izlemeye başladı. Jerry ufak yaramazlıklar yapıyor, Tom da onu yakalamak için beceriksiz hamlelere girişip, komik durumlara düşüyordu. Bir süre sonra bokunu çıkarmaya başladı Jerry. Tom, Jerry'i yakalayamayacağını anlamış ve pes etmişti çoktan. Şerefsiz fare rahat dursa Tom ona dönüp bakmayacaktı bile. Ama Jerry ipnesi durmak bilmiyor, şımardıkça şımarıyor, Tom'u taciz edip zavallı hallere düşürüyordu. Önce üzerine benzin döküp bütün tüylerini yaktı, sonra evin balkonundan betona çakılmasına neden oldu. Peşinden hileyle dinamit lokumu yutturup fitili ateşledi. Parçaları duvarlara yapıştı Tom'un...

Adamın sol tarafı tekrar hareketlenmeye başladı. Gözlerinden akan yaşları fark ettiğinde tişörtünün çene altı kısmı hayli ıslanmıştı. "Keşke ölse Tom" dedi. Fakat allah kahretsin ki kedilerin gerçek hayatta dokuz, çizgi filmlerde ise sonsuz canı vardı. Bir türlü ölemiyordu Tom. Jerry de iyice pervasızlaşmış, akla gelmez işkencelere devam ediyordu...

Daha fazla dayanamadı. Televizyonu kapatıp kumandayı fırlattı. "Amına kodumun faresi!" diye bağırmaya başladı. Hem bağırıyor hem ağlıyordu. "Amına kodumun faresi!!!"

Sesleri duyan annesi telaşla aşağı indi. Cenin pozisyonunda, titreyerek ve ağlayarak "amına kodumun faresi" diye bağırırken buldu onu. Yatağın kenarına oturup, "Tamam oğlum, geçti" dedi. "Geçti tamam." Oğlunun başını okşadı usul usul. Önce bağırmayı, sonra ağlamayı, en sonunda da titremeyi kesti adam. Annesinin eli saçında, yarı bilinçli ve biçimsiz bir tavşan uykusuna sızdı...

Babası geldi sonra. Babasının sesini duydu. Babası annesine, "yine mi başladı?" dedi, titreyen sesiyle. "Yok" dedi annesi, "Fare girmiş odaya, ondan korkup bağırmış. İyileşti benim oğlum. Yok bir şeyi!"

"Anne!! Anne yağmur başladı bak. Çekme hiç e mi ellerini saçlarımdan..."

Tesirsiz Parçalar 283-284

283.
"Bana bu deli gömleğini kitaplar giydirdi usta. Kitapları ciddiye almaktan, kitaplarda çekilen acıları gerçek zannetmekten, kitaplardaki kahramanların yaşadıklarına kendi yaşantılarımmış gibi muamele etmekten kafayı yedim! "

"Neden? Çok mu yalnızdın? Herkes kitap okur, etkilenir. Sonra kitabı kenara koyup spora gider, televizyonu açar, sevgilisiyle buluşur... Ne bileyim yapar işte bir şeyler. Sen niye hapsettin kendini kağıt duvarların arasına?"


"Ben bir şey yapmadım. Yani bunun için özellikle bir şey yapmadım. Okuduğum ilk kitaptan beri bu böyle oldu hep. Yani kendimi birdenbire böyle buldum. Bak mesela bu cümleler bile tam olarak benim değil. Kahramanı kitap okumaktan kafayı yemiş bir romandan aldım çoğunu!"

" Niye ağlıyorsun peki?"

" Çünkü kaybolduğumu hissediyorum. Perec'in kitabında kaybolan e harfi gibiyim. Üstelik bu gerçek mi ondan bile emin değilim. Kayboldum mu gerçekten yoksa kaybolan bir kitap karakterinin acısını mı yaşıyorum? Bunu bile bilmiyorum..."



284.
Şiirimizin en zarif abisi; ergenliğimde ne yapmak istediğini anlamaya çalışarak, ilk gençliğimin solculuğunda 'öteki mahalleden' olduğu için gizli gizli ve hayıflanarak, sonra sonra satırlarındaki acıyı ve masumiyeti bütün yüreğimde hissederek okuduğum, her yol ayrımımda bana öğütler verip elimi tutan Cahit Zarifoğlu'nun ölüm yıldönümü bugün. "Seçkin bir kimse değilim/İsmimin baş harfleri acz tutuyor" diyecek kadar mütevazi olan bu güzeller güzeli abimin ölümüne yakın son sözleri; " Kırlarda çiçekler artık bensiz açacak!" Ruhun şad, mekanın cennet olsun sakalları gözlerinden kara derviş yürekli abim...

Seçkin bir kimse değilim
ismimin baş harfleri acz tutuyor

Bağışlamanı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri

Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat boş geçti
Geri kalan korkulu
Her adımım dolu olsa
İşe yaramaz katında
Biliyorum
Bağışlanmamı diliyorum

A. Cahit Zarifoğlu

DAĞILIN!


Bittiği sanılan yerde başlayan hikayeler vardır. El sıkışıp ayrılınan yerde öyle bir deprem olur ki bazen, fark edebilen herkesin kalbini ve ruhunu sarsar. Ve ne acıdır ki, bunu oracıkta kalakalan, gidenin arkasından bakıp ağlamak ya da bir bira daha söylemek dışında hiçbir seçeneği olmayan o zavallı mağrur mağluptan başka kimse bilmez...

Bana bitti denilen şeyin bitti denilen yerde bitti denir denmez nasıl bitebildiğini anlatabilecek biri varsa söz ilk biralar benden. Saatlerce ağladıktan sonra makyajını tazeleyip alışverişe gidebilmenin aslında ne kadar normal olduğunu anlatabilirse biri bana, öldükten sonra ona organlarımı bağışlayabilirim. Birileri bana, bütün hafıza kuramlarına meydan okurcasına "unutmak istersem unuturum" diyebilmenin, üstelik söylemekle kalmayıp bunu yapabilmenin nasıl olduğunu gösterirse her sabah ekmeğini alıp evine kadar götürürüm yeminle. Balık tutmayı öğretmeyin bana, balık da vermeyin. Becerebiliyorsanız balık olmayı öğretin... N'oldu? Yemedi dimi?

Haydi dağılalım, çünkü kimse kimsenin umurunda değil!
Haydi dağılalım, çünkü birlikteyken çok komik görünüyoruz!
Haydi dağılalım, çünkü bu kadar bokluğa ancak yalnızken tahammül edilebilir!
Haydi dağılalım, çünkü biz birbirimizi acıdan öldürürüz!
Haydi dağılalım, çünkü "cehennem başkalarıdır!"

2 Haziran 2014 Pazartesi

BAĞIRMAYIN LAN BANA!



Herkesin birbirine bağırdığı bir evde büyüdüm ben. Tabi kavgadan dövüşten dolayı bağırılmıyordu her zaman. (Sıkça kavga oluyordu gerçi, ama o ayrı.) Hayli kalabalık olduğumuz için derdimizi anlatabilmek, sesimizin ne kadar yüksek çıktığına bağlı olurdu genelde. Her türden sesin yükseğine duyduğum nefret ta o zamanlar başladı anlayacağınız. O günlerde en büyük hayalim, tıpkı Wirginia Wolff gibi "Kendime Ait Bir Oda" idi. Ama maalesef evde yedi kişiydik ve toplam iki odamız vardı...

Öğrenciliğimin üçüncü senesi pavyonda çalışmaya başladım. Yaşım onsekizin altındaydı üstelik. Çamlık Gazinosunun (civarında tek bir ağaç bile olmayan mekana çamlık adını vermek hangi manyağın fantazisiydi acaba?) vestiyerinde müşterilerin kabanlarını alıp, duvardaki numaralı askılara asıp, ellerine plastik numaralar veriyordum. Onlar da keyifleri yerindeyse bana bahşiş veriyorlardı. Fena da kazanmıyordum düşününce. Şimdiki maaşıma yakın bir para geçiyordu elime neredeyse. Neyse... Konu o değil. Konu şu. Amına koduğumun pavyonununun her santimetrekaresi korkunç gürültülüydü. Herkes herkesle bağırarak konuşuyordu. Yaşım hayli küçük olduğu için oradaki ablaların hemen hepsi çocuğu yerine koyar öyle severdi beni. Sosyoloji okuduğum için de lakap takmışlardı bir de. Sosyolog... İşlerin çok yoğun olmadığı zamanlar içerde bunalan bazı ablalar yanıma gelir, benimle konuşurlardı. Tabi bağırarak. Ben o pavyonda, adını hatırlayamadığım bir ablanın kulağıma bağıra bağıra; yedi yaşından onbeş yaşına kadar babasının ve iki abisinin her gece kendisine tecavüz ettiğini, kimselere bu durumu anlatamadığını, üstelik annesinin de bu durumu bildiğini ama korkusundan hiç sesini çıkaramadığını, Onbeş yaşında nüfus kağıdı ve tek bilet parasıyla evden kaçtığını, otogarda tanıştığı bir herifle Adana'ya gittiğini, ilk bir kaç ay çok iyi davranan ve nikah sözü veren adamın üçüncü aydan itibaren kendisini her gece babası yaşında adamlara sattığını, sonra da sıkılıp tapusuyla beraber pavyona şutladığını, Otuz yıldır her gece kendini öldürmeyi düşündüğünü ama Allah'a inandığı ve ondan çok korktuğu için bunu yapamadığını dinledim. Başka bir akşam Selen abla memesini gösterdi bana o siktiğimin pavyonunda. Ucunun mor kısmının tamamını eski kocasının kestiğini anlattı bana. Bağıra bağıra... Öyle şeyler duydum ki ben o pavyonda, hani benim pek normal olmadığımı söylüyorsunuz ya bazen, o yolunu siktiğimin pavyonunda bir ay çalışsaydınız da görseydiniz ebenizin damını demek istiyorum size... Neyse... Yağlı bir müşterinin kabanının cebini karıştırdığım bahanesiyle kovdu beni patron olacak pezevenk de, aklımın bir kısmını olsun korumayı başarabildim...

Öğretmenliğimin ikinci senesi kendi öğretmenlerini askere gönderen bir okulun felsefe derslerine girdim geçici görevlendirmeyle. Sıradan bir kenar mahalle lisesiydi. Bir çocuk dikkatimi çekti daha ikinci derste. Arkadaşlarıyla da benimle de sürekli bağırarak konuşuyordu. Hayır temiz yüzlü de bir çocuk. Herhangi bir saygısızlığı falan da yok. Bağırarak konuşuyor sadece. Dayanamadım dersin sonunda, bahçeye çağırdım. Dedim "abicim senin derdin ne? Ne diye bağırıp duruyorsun sürekli?" Kem küm etti başta.Ben ısrar edince de anlatmaya başladı. Sol kulağı hiç duymuyormuş. Sağda da yüzde elli işitme kaybı varmış. Bu daha bebekken, bir gece eve sarhoş gelen babası ağlamasından rahatsız olup, beşikten kaptığı gibi önce tokatlamış, peşinden de duvara fırlatmış. Bir taraftan da bağırıyormuş, "bağırma amına koduğumun çocuğu" diye. (Bu kısımları daha sonra annesi anlatmış.) Susturdum çocuğu. Biraz daha anlatsa okul bahçesinin göbeğinde salya sümük ağlayacaktım... "Amına koyim öyle babanın!" dedim, "Ben de hocam" dedi, biraz mahçup. Sonra gülümsemeye çalışarak binaya girdim...

Velhasıl, laf çok, zaman dar. Bağırmayın abi bana! Kimse bana bağırmasın. Sövecekseniz de, kızacaksanız da, nefret ediyorsanız da, her ne boksa işte, her ne söyleyecekseniz sesinizi yükseltmeden söyleyin. Anlarım ben merak etmeyin. Ha ben arada bağırıyor gibi olabilirim, merak etmeyin ve idare edin n'olur, çok uzun sürmez. Bu kepçe kulaklarım bağıran ağızlardan öyle bokluklar iletti ki beynime, hala bütün uykularım bölük börçüktür benim. Hala biraz fazla güldüğümde berbat bir vicdan azabı gelip çöker göğsüme. Yarım aklımı iyice başımdan almayın benim. Bağırmayın lan bana! Her ne söyleyecekseniz ağır ağır söyleyin, usul usul. Hem dinlerim sizi, hem duyarım, hem de anlarım. Yeter ki bağırmayın. Bağırmayın...

İNTİHAR KUŞU


"Son bir isteğiniz var mı?" diye sordu garson. Oysa bardağımdaki rakının yarısı duruyor. Demek ki saat bir olmuş. "Evet var son bir isteğim ama bunun seninle alakası yok" demek istiyorum. Denmez tabi, ayıp olur. "Yok" diyorum, "eyvallah." Bir dakika sonra hesap geliyor. Yaklaşık beş saattir buradayım ve gelen hesap tek bir kağıt parayla ödenebiliyor. Gayet rasyonel. Bardağı kafama dikip hızlıca kalkıyorum masadan. Sokağa çıktığımda yüzüme çarpan serinlik hafifçe başımı döndürüyor. Bütün akşam kuşlarla uğraştım. Kuşlar... Neyse...

Eve gitmek istemiyorum. Başka bir yerde içmeye devam edebilirim ama sabaha kadar açık bir kaç yer var sadece. Onlar da içindeki insanlarla beraber midemi bulandırıyor. Sokak boyunca yürüyorum. Sonra aklıma çorbacıya gitmek geliyor canım hiç çorba istememesine rağmen. Kafamın içinde hala kuşlar...

Çorbacıya giriyorum. Yaşı elliyi çoktan geçmiş bir garson geliyor yanıma. "Hoş geldiniz efendim." Abi buyur otur demek geliyor içimden. Bazı meslekler belli bir yaştan sonra yapılmamalı. Garsonluğu küçümsediğimden değil. Ama çoktan emekli olup, evinde torunlarıyla oynaması gereken bir adamın, gecenin ikisinde elin sarhoşuna çorba getirmesi içimi yakıyor. Ve kuşlar hala kafamda. Amına kodumun kuşları... Neyse... İçmeyeceğimden emin olduğum çorbayı istiyorum yine de abiden. Çorba geliyor. Zorlasam kendimi! Hayır. Düşüncesi bile midemi kaldırıyor. Tek kaşık almadan bir süre oturuyor sonra kalkıyorum. "Güle güle efendim!" diyor abi. Sus abi deme efendim falan...

Yine sokaktayım. Hala eve gidesim yok. Parka mı gitsem? İyi fikir. Lakin yürümeye mecalim yok. Taksiye bineyim...

Taksiye biniyorum. "Merhaba abi" diyorum. "Nereye?" diyor. Belli ki o da bıkmış insanlardan. İçim ısınıyor kendisine. O yüzden yolu tarif ettikten sonra tek laf bile etmeyerek ödüllendiriyorum. Kuşlar da benimle taksiye biniyor...

İniyorum parkın kenarında. İçecek bir şey yok. Zaten içecek halim de yok. Kafam iyiden iyiye dönüyor. İlk banka çöküp saate bakıyorum. Üç olmuş...

O an kafamda tek bir soru var. İki gündür durup durup cevabını düşündüğüm tek bir soru. İntihar etmek isteyen bir kuş bunu nasıl yapar? Yükselebildiği kadar yükseğe çıkıp, sonra boşluğa bırakıp kendini ve çırpmayarak kanatlarını, toprağa çakılarak mı? Yoksa kanat çırpmak bir tür refleks mi? Yani isterse eğer kendini boşluğa bırakan bir kuş, kanatlarını çırpmamazlık edebilir mi?

Sahi, ölmek isteyen bir kuş nasıl intihar eder?

Tesirsiz Parçalar 281-282..

281.
Ne zaman umudun azalsa seç bir yıldız yukarı bak
Bir çizgi çek dik açıyla kalbim altında olacak
Dün geçti bugün de geçer aslolan bir gün kavuşmak
'İmanın en sevdiğim şartı Meleklere inanmak...'


282.
Biraz zaman geçer sonra
Bir bakarsın hiç yaşanmamış gibi oluruz
Yaşantıyız şimdilik evet canımız yanıyor hala
Ama zaman büyülüdür her yaşantıyı anı yapar
O yüzden
Söylediklerimi boşver
Gövdene iyi bak

DÜŞERKEN BİR AT

Çok çok kederden yıkılmış bir at kadar acınır bana
Veliefendi hipodromunda yarışı sonuncu bitirip
herkesi kendine güldüren yeleleri beyaz bir at
sahibinin tek telaşı, vursam mı sakat mı bıraksam?

Dünyayla aramızda uzun boylu bir ağrı var
sadece yağmurda kendini unutturan bir sancı
oysa başka türlü bir hayat yakıştırırdım kendime
Tanrım ruhum bedenime ne kadar da yabancı

-Geniş verandalar, taraçalar istememiştim oysa
dörde iki bir balkona sığardı bütün düşlerim-

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Tesirsiz Parçalar - 280

280.

Tamamen kafayı yemediysem eğer, yağmurdan...

Küçükken, deli olurdum yağmur yağdığı zaman. Hemen kendimi dışarı atıp, damlaların altında salak salak dolaşmak en büyük eğlencemdi. Ama annem neredeyse hiç izin vermezdi buna. O zamanlar çamaşır makinemiz yoktu ve annem için benim dışarı çıkmam ekstra ıslak ve çamurlu kıyafetler demekti. Gökgürültüsünü her duyduğumda Pavlov'un iti gibi koşullanır, kudurmuş bir şartlı refleksle bir cama koşar bir anneme yalvarırdım. Sonuçta izin alamayınca da camın önüne tüneyip boynumu büker, ağlamaklı gözlerle dinene kadar yağmuru seyrederdim... Neydi beni her yağmurda büyüleyerek dışarı çeken? Hiç bilmiyorum...

Yıllar geçti. Hayli büyüdüm. Çamaşır makinemiz var artık. Annem de karışmıyor hiç. Ve ben o günlerin esaretine inat ne zaman duysam gök gürlemesini ya da su sesini hemen atıyorum kendimi dışarı. Nerede olursam olayım. Saat kaç olursa olsun. Hele ciddi bir yağmursa yağan. En geniş su birikintilerine sıçrayarak atlıyor, ayakkabılarım su dolana kadar bu oyundan hiç vazgeçmiyorum. Bir tür intikam hissi mi acaba bu? Kimbilir...

Aradığım bir şey var yağmurda kesin. Ne olduğunu hala bilmediğim bir şey. Ama var. Bazen yağmur bana bütün sorunları çözecekmiş gibi geliyor. Yağmur altında yapılacak tek bir konuşma bütün yanlış anlamaları ortadan kaldıracak gibi geliyor bazen. Mecburiyetler, imkansızlıklar, kızgınlıklar... Yağmur değince üzerlerine hepsi, hepsi halledilebilecek gibi geliyor. O yüzden de bir umut diyerek belki de, yağan hiçbir yağmurun bensiz yağmasına tahammül edemiyorum...

Az önce başladı yağmur...

TEK GECEDE, BİR BANKTA YAVAŞ YAVAŞ DELİRMEK



Yavaşça kanepeden kalkıp halıya oturdu. Sonra yavaş yavaş konuşmaya başladı, peşinden de yavaş yavaş ağlamaya. Küfürler ve kontrolsüz el hareketleri birbirini takip etti. Yavaşça sarılmak istedim ona. Yavaşça itti beni. Yavaş bir sinir krizi geçirmeye başlamıştı. Her şey çok yavaşlamış, zaman durma noktasına gelmişti. O an, o geçmeyen korkunç an banyoya gidip kendimi öldürmek istedim. Yapamayacağımı anlayınca da onu öfkesiyle başbaşa bırakıp yavaşça doğruldum, yavaş yavaş kapıya doğru gittim, usulca kapıyı açıp, dışarı çıkıp, sertçe kapatarak kendimi sokağa attım.

İnsanlar ve araçlar hızla geçiyordu her iki yanımdan. Yan yana yürüyen çiftler, hızlıca birbirlerine bir şeyler anlatıp telaşla bir yere yetişmeye çalışır gibiydiler. Herkesin ve her şeyin işi vardı da sanki, bir ben yakalanıp kovaya atılmış aptal bir balık gibi panik ve umutsuzluk içinde sağa sola bakıp duruyordum. Geri dönmek istedim bir an. Cesaret edemedim. Yavaş adımlarla geçidin oraya kadar geldim...

Hızlı tren geçti sonra önümden. Son vagonu da kaybolunca gözden, adımlarımı sıklaştırdım. Daha da hızlandım sonra. Hızlandım hızlandım hızlandım ve koşmaya başladım. Kafayı yemiş bir Amok koşucusu gibi bir taraftan ağlıyor bir taraftan da şuursuzca koşuyordum. Cengiz Topel Caddesi boyunca, omuz attığım insanlara bir kez bile dönüp bakmadan koştum. Köprüden sağa dönüp Şair Fuzuli Caddesine, onun bitiminde sola kıvrılıp Atatürk Caddesine daldım. Stadyum civarına geldiğimde kesildi nefesim. Bankların yanındaki çimlere attıp kendimi kahkahalarla gülmeye başladım. Şehrin yarısına rezil olmuştum ama umurumda bile değildi. Bir taraftan körük gibi inip kalkan göğsümü elimle bastırmaya çalışıyor, diğer yandan da kahkahalarla gülüyordum...

Bir süre sonra etrafımdaki her şey ağırlaşmaya başladı. Araçlar, insanlar ve köpekler yavaşça ve amaçsızca hareket ediyor gibi oldular. O an, sanki benden başka hiç kimsenin işi yoktu. Geri dönmeliydim. Her ne yaşıyorsak beraber yaşamalı, neyin krizini geçiriyorsak beraber geçirmeli, o gece öleceksek eğer birbirimizi öldürmeliydik. Yapılacak tek doğru şey buydu ve bütün kainat benden bunu bekler gibiydi!

Tabi ben buna cesaret edemedim. Bütün korkaklar gibi! Karşıdaki tekel bayiine gidip beş kırmızı tuborg istedim. Saat on'u çoktan geçmişti. Yine de soru sormadan verdi biraları bayici. Nasıl görünüyorduysam artık o an?

Biraları içtikçe biraz sakinleşir gibi oldum. Alkol rehaveti! Onu, kendimi, zamanı falan düşünüp oyalandım bir süre. Cesaretim tamamen kırılmıştı. Mümkünü yok dönemezdim artık geri...

Bir ara başka her şeyden sıyrılıp zamanı düşünmeye başladım. Topu topu bir kaç saat içinde cinneti, deliliği, ağlamayı, gülmeyi, rezilliği, öfkeyi, çaresizliği ve şimdi aklıma gelmeyen bilumum duyguyu yaşamıştım. Ama o an, o bankta, elimde bira kutusuyla otururken, sanki az önce bunları yaşayan ben değilmişim de bir başkasıymış gibi, oturmuş olup biteni kronolojik sıraya dizmeye çalışıyordum... Komik buldum bir an. Gülmeye başladım yine. Bir önceki gibi değildi ama. Yavaş yavaş. Gülümser gibi. Ve biraz sesli...

İnsanlar ve araçlar iyice seyrelmiş, her şey her zamanki ritmine kavuşmuştu sanki. İyi miydim o an? Değildim. Kötü? Tam olarak öyle de değildim. Sanırım, tıpkı Saffet Semerci gibi ben de o gece, o bankta yavaş yavaş delirdim. O akşam şunu öğrendim. Biraz acı üzer, çok acı çok üzer, katlanılamayacak kadar büyük acı ise delirtir... Bazen tek gecede, bir bankta, yavaş yavaş delirtir...

KORKUNÇ SARI BİR REQUEM



Vurun şimdi kafanızı duvar bulabilirseniz
Size söylüyorum evet, zamanında dinlemediniz
Korkunç sarı bir şakayı gerçek sandınız eyvah!

Görmediniz
Gelişmiş savunma mekanizmaları vardı onların
Onlar
Köpeklerini gezdirmek dışında hiç parka gitmeyenler
Gözyaşlarınızı sildikleri yerde size tiksinerek bakıp
Aynı cümlede sizi sevip aynı cümlede nefret ederler
İnanın...

Anlatmasaydınız anlattıklarınızı!
-Bilemedik, bilemedik
Ne vardı insan içine çıkacak?
-Bilemedik ah! Bilemedik
Kirli sarıydı her şey, nasıl fark etmediniz?
-Gözlerimizi almıştı ışık, hiçbir şey göremedik...

Şimdi sırtınıza alıp dolaştırın acınızı
Koparıldığınız mağaranıza dönün bakalım kolaysa
Yarı evcil kedi gibi biraz yabani biraz munis
Sokun bakalım şimdi bedeninizi bir kuytuya!

-Eşya uyarmıştı bizi dinlemeliydik dinlemedik
Kedi uyarmıştı bizi nevresim uyarmıştı
İlerleyen saat uyarmıştı
Korkularımız uyarmıştı dinlemeliydik dinlemedik...

Artık çam diplerine bakıp bakıp ağlarsınız
Silik sarı bir gölge çıkmaz rüyalarınızdan
Nereye gitseniz peşinizden gelir utanç ve ah!
Dinlemeliydiniz, dinlemeliydiniz!

Alın bu ağrıyı şimdi koltuk altınızda saklayın
Terledikçe içiniz yansın siz buna layıksınız
Uçuk sarı bir yalanı gerçek sandınız işte
Susun efendim susun, siz buna müstehaksınız!

ALKOL ÖNCESİ KİŞİSEL DEĞERLENDİRME TOPLANTI TUTANAĞI - 1



Herhangi bir şeyin var olmadığına kendimi inandırırsam, o şey benim için var olmaktan çıkar. Bu şey bir insan, nesne, durum ya da olay olabilir. Demek ki varlığın var olup olmaması meselesi, özünde bir ikna meselesinden başka bir şey değil. Tanrının var olmadığından emin olan bir ateistin durumunu düşünün. Onun için tanrı artık ontolojik değil soyut-sosyolojik bir mevzu haline gelmiştir...

Buradan hareketle kendimi, kendimin bir gerçek varlık olarak var olmadığına ikna edebilirsem, kendim için gittikçe şeffaflaşan, soyut ve bedensel varoluş baskısından kurtulmuş yeni bir form belirleyebilirim. Tabi bunu belirleyen ben olduğum için "belirleyen bir 'ben' olarak benim varlığım" bir paradoks nedeni gibi algılanabilir. Fakat o benim 'ben' olduğumu da reddederek artı ve eksi iki beni birbiriyle nötrleyip, kendimle kurduğum maddi-ontolojik ilişkiyi, önce metafizik, sonra da nihilist bir ilişki haline getirebilirim.

Özetle ben, benim aslında ben olmadığıma ikna olabilirsem, aslında hiç varolmamış olup, kendimle ve her şeyle uğraşıp durmaktan kurtulabilirim...