Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

20 Haziran 2011 Pazartesi

Tesirsiz Parçalar 51..

Yatağını şaşıran bir ırmak
Önce göl olur, sonra yok...
-Doğanın kanunu-
Gördüm
omurgasının üstünden
araba geçmiş bir kedinin
acıdan bağıramamasını
-Avaz avaz bağırdım-
Bir sıkıntısı olduğunda güneşin
daha doğmadan fark ettim.
Yağmura bulalı toprak kokusunu
ilk ben çektim içime
-Siz, hepiniz uyuyordunuz o saatlerde-

Ömrümü zaman ayıramayacağınız işlerle geçirdim
Dolayısıyla sizin önemsediğiniz işler için de benim zamanım kalmadı
Böyle böyle birbirimizi önemsememeyi öğrendik.
İnsanlardan en çok çocukları
Hayvanlardan da atları sevdim.
Ve çocuklar hariç
Sevmediğim hayvanları bile
çoğunuzdan daha yakın buldum kendime.
İnsanları sevemedim
tabi kimse bunu mesele yapmadı.
Hepinize karşı tektim
ve elbette şansım çok azdı.
Ben bu savaşı altı yedi yaşlarımda kaybettim.
Yapacak bir şey yoktu, kitaplara sarıldım...

Kırgın değilim hiçbirinize
Dedim ya ben zaten çoğunuzu sevemedim
-Kim bilir belki de bu yüzden insan olmanın gereklerinin çoğunu yerine getiremedim-
Öfkem aklımın bir adım önünde oldu hep
-Size değil sadece öfkem, en başta kendime-
Ödenmesi gereken ne bedel varsa peşin peşin ödeyip
Aranıza karışmaktan vazgeçtim...

Ay Tutulması..

Birlikte oturduğumuz parklara senden sonra da gittim
epeyce vakit geçirdim ve kaybettim ve üzgündüm
bitiremediğim şarapları diplerine boşalttığım mavi ladinler büyümüş
çocuklar gördüm oyunlarına büyük bir ciddiyetle devam eden
bağ değil büyü bozulmuş köpek gibi pişmanım..

Aynı anda hem sana hem kendime hem tabiata
yerli yersiz küfürler sıralarken bir taraftan
öptüğüm diğer kızlar da aklımdan geçmedi değil
ama sen başkaydın şarabın içinde aspirin
baş ağrısına engel olur diyen tıp öğrencisi
niye yalan söyledi olsaydın da konuşsaydık..

Hiçbir yere sığamıyorum oh mu olsun ki bana
gidenler bildiklerini de beraberinde götürür
ay tutuldu misal dün sıradan bir doğa olayı
ama aklım ermedi boş boş baktım havaya
olsaydın da anlatsaydın kafam böyle karışmazdı
olmadı öpüşürdük aklıma takılmazdı..

13 Haziran 2011 Pazartesi

Senin De Ağacın Da Kedinin De Öğretmenin De..

Küçükken her küçük çocuk gibi kendimi kahraman zannettiğim zamanlar olurdu. Ama en uzunu on beş dakika sürerdi bunların. Ya benden daha iri bir çocuk kabadayısına toslardım ya da kendi beceriksizliğimin sınırlarına.. Sonrası fiyasko..

Dördüncü sınıfta aşık olmuştum. Kız beşinci sınıftaydı ama bunun hiçbir önemi yoktu . Aşık olmuştum işte, yani galiba. Şimdi geriye dönüp baktığımda durumun adının aşık olmak olduğunu biliyorum tabi ama o zaman ben bu kızı seviyorum diyordum kendi kendime. Aşk ve sevgi arasındaki epistemolojik farkı bilecek seviyede değildim. Malum, o zamanlar yaşım henüz tek haneliydi. Ve ciddi bir sorunum vardı. Kız beni tanımıyordu, tanımayı bırak farkımda bile değildi. Görmemişti beni, her tenefüs sınıflarının kapısının önüne sotelenip seyrettiğim kız beni görmüyordu. Muhtemelen gözleri çok değmiştir bana, ama okuldaki yüzlerce sümüklü oğlandan biriydim nihayetinde nasıl farkedecekti ki beni. Evet bakmıştı bir kaç kez bana ama hiçbirinde görmemişti..

Dikkat çekmek için yaptığım şaklabanlıkları burada anlatmamın hiçbir anlamı yok. Kolayca tahmin edileceği gibi kendimi komik durumlara düşürürüp arkadaşlarımın taşak geçmesiyle sonuçlanan bir dizi girişimde bulundum elbette. Ama hiçbiri bırak işe yaramayı, onun dikkatini çekmemi bile sağlamamıştı.. O güne kadar..

O zamanlar hacı dayımın gazıyla zaman zaman kıldığım her namazın sonuna eklediğim standart duam kabul olmuştu sonunda. Bir şey olmuştu ve ben aşık olduğum kızın kahramanı olabilme fırsatını elde etmiştim. Tenefüse çıktığımızda okulun arka bahçesindeki akasyanın altında alışılmadık bir kalabalık vardı. İnsanlar gözlerini ağacın tepesine dikmiş uzaktan pek anlaşılmayan seslerle bir şeyler mırıldanıyorlardı. Normalde böyle temaşalı durumları pek siklemezdim, dudak büküp ön bahçeye doğru yollanmak üzereydim ki.. Tam arkamı dönüp uzaklaşıyordum ki.. O'nu gördüm. Oradaydı, en öndeydi ve galiba çok üzgündü. O an şimşek çaktı beynimde ve süratle kalabalığa doğru seğirttim. Mesele, bir şekilde ağaca çıkmış ama inemeyen ve kalabalığı görünce de iyice panik yapan, panikledikçe de ciyak ciyak bağıran yavru bir kediydi.. Epeyce de uzun boylu bir ağaç olduğundan kimsenin çıkıp kediyi kurtarmaya götü yemiyordu. Ve benim prensesimin ağzından 'yazık yaa, canım benim, kıyamam' sözleri dökülüyordu. Prensesimin yanına kadar sokuldum, ağzından çıkan her sözü duyabiliyordum ama o hala benim farkımda değildi. Olsun, az kalmıştı ama birazdan ben nasıl bir kahraman olduğumu ona gösterecektim. O da boynuma sarılıp beni öpecek ve kol kola gururla uzaklaşacaktık oradan. Yalnız iki küçük sorunumuz vardı. Birincisi ben kedi milletinden nefret ederdim, ikincisi ise hayvani bir yükseklik korkum vardı. Ve kedinin bulunduğu yere bakmak bile gözlerimi karartıyordu. Ama yapacak bir şey yoktu, ilk kez elime böyle bir fırsat geçmişti ve aptalca korkularım yüzünden bunu kaçıracak değildim. Ağaca uzandım, seslerin kesildiğini fark ettim ve dönüp son kez prensesime baktım. Bana bakıyordu.. Allahım sonunda kız bana bakıyordu. Kız bana bakıyordu lan! Gözlerini dikmiş bana bakıyordu kız, kim tutardı artık beni. Ya allah deyip tırmanmaya başladım. Tabi gözlerim kapalı, ve aşağıya zinhar bakmadan. Tamam kahramandım falan ama yüksekten de korkuyordum ve yükseldikçe altıma sıçacağım korkusu bünyemi ele geçirmişti. Santim santim yaklaştım kediye, yaklaştıkça korkum da birazcık azalmıştı. Bir kol mesafesi kadar yanaştım kediye, ama o kol bir türlü uzanmıyordu. Dedim ya hiç sevmezdim kedi şerefsizini. Tabi uzun sürmedi bu tereddüt. Prensesim aşağıda kahramanını izliyordu ve kahramanlar asla tereddüt etmezlerdi. Elimi uzattım yavru kediye. Önce tüylerini, sonra gövdesinin sıcaklığını hissettim. Tam avuçlayıp kendime doğru çekecektim ki.. Hain pençesini bana doğru savurdu pezevenk kedi ve sonra kendini ağaçtan aşağıya attı. Elim çizilmişti, kedi ağaçtan atlamıştı ve ben bok gibi ortada kalmıştım. Aşağıya baktım sonra, ama prensesim ve diğerleri artık bana bakmıyordu hepsi kedinin peşinden koşmaya başlamışlardı. N'oluyordu lan? Kahraman bendim, o ağaca ben çıkmış kediyi kurtarmak içim canımı ortaya koymuştum, bu kadar mıydı yani itibarım. Hadi diğerlerini siktir et, ne yani ben ağaçtan indiğimde prenses yanaklarıma öpücük kondurup kahramanım demeyecek miydi yani bana? Boşuna mı çıktım lan ben bu ağaca? Sikerim lan ben böyle kahramanlığı. Karar verdim, inip hepsinin ağzına sıçacaktım.Sıçacaktım sıçmasına da, acaba nasıl inecektim?

Ağaca çıkarken kahramandım ben ve prensesimin beni seyretmesinin verdiği gazla en tepeye süzülmüştüm. Ama inişe geçtiğimde bir kahraman değil zavallıydım ve prenses falan da yoktu aşağıda. Kimse yoktu. Ulan kıçı kırık bir kedi yavrusu için ağacın altında kümelenen insanların hiçbiri yoktu artık. Ağacın tepesindeki kedi yavrusu kadar değerim yoktu. Ve ben yüksekten çok korkuyordum, bırak aşağıya inmeyi bir alt dala bile uzatamıyordum ayağımı. Öfkeden ve korkudan ölmek üzereydim. Dakikalarca titreyerek kaldım o ağacın tepesinde. Tek tesellim şuydu ama. Ağlıyordum ve bunu gören kimse yoktu..

Yarım saat mi bir saat mi ne haltsa işte. Bir süre sonra bir şekilde indim ağaçtan. Sınıfa doğru yürüdüm. Dersin birini kaçırmıştım tabi. Vazgeçtim sınıfa girmekten. Kapının önüne çöküp, kafamı ellerimin arasına alıp ağlamaya başladım yeniden. Ne kadar geçtiğini bilmediğim bir zaman sonra zil çaldı. Öğretmen dışarı çıktı. Beni gördü ve kulaklarıma asılıp ' ağaç tepelerinde maymunluk yapıp derse girmemek ha. Velini çağır yarın okula' dedi ve okkalı bir tokat sallayıp gitti. Arkasından bakarken de onu gördüm. Prensesim kahkahalarla gülüyordu yanındaki bir gurup kızla beraber. Bir saat önce kahraman olmak üzereyken bir saat içinde ağaçta maymunluk yapan korkak ve beceriksiz bir mahluğa dönüvermiştim. Evet kız sonunda beni fark etmişti. Ama ben içimden sadece şunu geçiriyordum.. ' Senin de, ağacın da, kedinin de, öğretmenin de .mına koyayım..'

Yağmur..

Belki yağmur yağar bugün, çıkıp dışarı dolaşalım
sen bir ucundan başla şehrin ben diğer ucundan
ortada buluşalım
Şemsiye alma yanına bütün tüylerin ıslansın
Saçaklardan da uzak dur onlar seni koruyamaz
buluşalım ortada ben seni kurutayım..

Bak başladı bile yağmur sen hala evde misin?
Farkında değil misin bütün insanlar delirmiş
Akıllarını kaybetmişler yağmurdan kaçıyorlar.
Eğer hemen çıkmazsan birbirimizi ıskalarız
Sonra ben kaybolurum anneme nasıl açıklarsın ?

Hadi artık oyalanma çabuk tut şu elini
Ben hep beklerim bilirsin ama yağmur beklemez.
Sonra iklim değişir belki bir daha yağmaz
Belki sonra ben çıkmam, belki çıkacak ben kalmaz
İşte yağmur işte fırsat hadi ortada buluşalım
Sen de mi manyaklaştın yağmurdan mı kaçacaksın ?

11 Haziran 2011 Cumartesi

Tesirsiz Parçalar 50..

50.

'Mavi Saçlı Kadına'


Bugün, ömrümde ilk defa bir kadına sarılıp ağladım. Abartmayalım tamam daha önce de ağlamalı vedalaşmalar falan yaşadım elbette. Ama ömrümde ilk defa bir kadına sarılıp, kafamı onun mavi saçlarına gömüp hüngür hüngür, sümüklerim aka aka ağladım. Nedeninin, niçininin hiç ama hiç önemi yok. Konuşulan, konuşulamayan, yaşanan, yaşanamayan, hayal edilen ya da edilemeyen bir sürü şeyin son durağıydı burnumu yasladığım siyahımsı mavi saçlar. Utanmadım, oysa bugüne kadar böyle bir durumun utanılacak bir şey olduğunu düşünmüştüm hep. Gözyaşlarım kadının mavi saçlarına dökülürken içimden geçen tek bir şey vardı. Hiç dinmesinler, hep aksınlar.. Mavi saçlı kadın sol eliyle saçlarımı usulca okşasın. İster acıma ve merhamet dolu hislerle yapsın bunu, ister hiçbir şey hissetmeden. Şartlar ve göz pınarlarım izin verseydi sonsuza kadar o şekilde ağlayabilirdim. Üzgün olduğum için mi ağlıyordum peki? Hayır. Elbette tarifsiz bir üzüntüyle başladı her şey. Yan yana saçma sapan bir duvarın üzerine oturmuş, son olmasından deli gibi korktuğum ama son olduğunu da adım gibi bildiğim sigaralarımızı yakmıştık. Gözlerim yaş istihkakını çoktan doldurmuşlardı. Ama bir türlü akamıyorlardı. Belki de o tür bir alışkanlıkları olmadığından. Ama anladı mavi saçlı kadın ve dünyanın en güzel gözlerini gözlerime dikip "istersen bana sarılıp ağlayabilirsin" dedi. Normalde itiraz etmeliydim, etmedim. Utanmalıydım en azından, utanmadım da. Sanki bana böyle bir şey söylemesini bekliyormuş gibi kafamı mavi saçlı kadının saçlarına gömüp içimi çeke çeke ağlamaya başladım. Saatle ölçülen zamana göre çok uzun sürmemiş olabilir, ama içimin saatine sorarsanız sonsuzluk kadar uzun bir süre ağladım. Hiç bitmesin istedim, çünkü ağlamayı kestiğimde sarılmayı da bırakacaktı bana. O yüzden o kısacık ana bütün ağlayamamışlıklarımı sığdırırcasına ağladım. Bütün hayal kırıklıklarımın, bütün çaresizliklerimin, bütün özlediklerimin bir parçasını akan gözyaşlarımla birlikte kadının mavi saçlarının arasına bıraktım. Ona sarılmadan önce çok üzgündüm, sarılmayı bıraktıktan sonra iyice katlanmıştı üzüntüm. Ama bu ikisi arasında geçen zamanda, galiba mutluydum. Evet evet hıçkırarak ağlayan mutlu bir adam olmuştum ben o an.. Mavi saçlı kadının fazla zamanı yoktu, galiba tahammülü de kalmamıştı. Ve en az benim kadar o da üzgündü. Elinden bir şey gelmiyordu çünkü. Gitmesi gerekiyordu, gitmesi, kendini dinlemesi, belki yalnız kalması gerekiyordu. Öyle de oldu. Gitti de. Giderken farkında olmadan mavi saçlarının arasına takılmış bir kaç damla yaşı da beraberinde götürdü. Yağmur yağmasın istedim arkasından bakarken, doğal yollarla kuruyana kadar kalsınlar saçlarının arasında.
Mavi saçlı kadın kıvırcık saçlı adamla karşılaştığında çok üzgündü. Çok incitmişlerdi onu, çok yaralıydı. Kıvırcık saçlı adam onu iyi edebileceğini zanneti. Ama oyuncaklardan, bazı hikayelerden ve yıpranmış iyi niyetlerden başka hiçbir şey yoktu elinde avucunda. Çok güçsüz bir adamdı kıvırcık saçlı adam ve çok örselenmişti mavi saçlı kadın. Oyuncaklar ve iyi niyet yetmedi mavi saçlı kadının yaralarını iyileştirmeye. Yapacak bir şey yoktu.. Kıvırcık saçlı adam umutla çırpındı, mavi saçlı kadın umutsuzlukla seyretti. Mavi saçlı kadının elinden hiçbir şey gelmiyordu, kıvırcık saçlı adam bunu anladı. Tabi dua etmekten ve işlerin tersine dönmesini dilemekten hiç vazgeçmedi, ama mavi saçlı kadına da engel olamadı. Kadın gitti..

Bugün, ömrümde ilk defa bir kadına sarılıp ağladım.ömrümde ilk defa bir kadına sarılıp, kafamı onun mavi saçlarına gömüp hüngür hüngür, sümüklerim aka aka ağladım. Nedeninin, niçininin hiç ama hiç önemi yok. Konuşulan, konuşulamayan, yaşanan, yaşanamayan, hayal edilen ya da edilemeyen bir sürü şeyin son durağıydı burnumu yasladığım siyahımsı mavi saçlar.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Tesirsiz Parçalar 49..

49.

Sırtını dönmüş bir kadından daha hüzünlü ne olabilir? Sırt çevirmek diye bir deyim var ya Türkçe'de, işte o "senden artık umudu kestim, ben yokum, kendi başınasın" demek değil mi? Yapmasan böyle. Yüzüme baksan. Yüz yüzeyken seninle, üstesinden gelemeyeceğim hiçbir şey olmaz benim. Gözlerinin her hali, başımın tacı. Onların hüznüne ortak olur, kızgınlığına boyun büker, buğusunda varlığımı eritirim. Ama sen sırtını dönünce, sen sırt çevirince bana, mıknatıssız bir pusulaya dönüyor ruhum. Saçlarının bittiği yer, umutsuzluğumun kıblesi..

Hatırlıyorsun değil mi? Seviştikten sonra bile tahammül edemezdim sırtını dönmene. Kızardın sen de bana, 'ne biçim erkeksin' derdin. Böyle şeyleri kadınlar mesele yaparmış, öyle söylerdin. Olsun derdim ben de, öyleyse öyle. Karanlıkta göremezken bile onları, gözlerimin içine içine bak isterdim hep. Göremezdim ama orada olduklarını, orada olduklarını ve baktıkları yerin benim gözlerimin içi olduğunu bilmek nasıl da mutlu uyuturdu beni. Sırtınla bir sorunum yoktu elbette. Nasıl olsun? Dünyanın en güzel kürek kemikleriyle küsülür mü hiç? Ama benimki de bir tür fedakarlıktı işte. Gözlerin gözlerimden hiç ayrılmasın diye, kalan bütün uzuvlarını taparcasına seyretmekten feragat ediyordum..

Yüz çevirmek.. Evet evet, şu an bana yaptığın tam olarak bu. İyi de neden? Ve nereye? Tam arkandayım, ama galiba sonsuz bir mesafe çoktan girdi aramıza. Saçların dağılmış. İzin ver onları bari toplayayım. Hiçbir şey söylemeyecek misin? Gözlerini sabitlediğin rutubet yeniği duvar, nasıl canımı yakıyor bir bilsen. Sırtın dönük. Sırt çevirdin bana. Yüz çevirdin benden. Gidiyorsun.. Önüne atsam kendimi, gözlerini sabitlediğin terkedilmiş fabrika kalıntısı duvarla arana girsem işe yarar mı? Biliyorum hiçbir işe yaramaz. Kararlısın. Gidiyorsun. Gidiyorsun ve bu ; gitmeden gözlerini sabitlediğin hilkat garibesi duvarla, kaderimin ayrılmamacasına kesişeceğinin habercisi..

5 Haziran 2011 Pazar

Tesirsiz Parçalar 47-48....

47.
4 yaşındaydım. Okumayı da biliyordum bir şekilde. Kolumu kırdım bi gün. Babam çıkıkçıya götürdü beni. Tabi ben bağırıyorum feryat figan. Babam kucağında taşıdı saatlerce. Babamın kucağını hala unutamıyorum, hiç o kadar ısınmamıştım. İçimden dedim ki keşke kolum hiç iyileşmese babam da beni hiç yere indirmese hep kucağında taşısa.. Neyse çıkıkçı kolumu alçıladı sonra dönüşte şimdiki Yimpaş'ın oralarda küçük bir kitapçıdan babam bana Pal Sokağı Çocukları'nı aldı. Banan alınan ilk kitaptı o. Bir insan hiçbir zaman hiçbir şeye bundan fazla sevinemez herhalde. Sevinçten ve kitabın kapağını sağlam olan sol elimle okşayıp durmaktan üç gün başlayamadım okumaya.. Sonra hep okudum ama hiçbir kitabı o kadar okumadım. Niye anlattım şimdi bunu? Bilmiyorum.

48.
Önce dibe vurmak lazım.. Sonra her şeyi yeniden yavaş yavaş inşa edersiniz. Ama dibe vurmadan olmaz. Çekebileceğiniz acıların sınırına gelip artık hiçbir şeyin canınızı yakmadığını farkedene kadar böyle gider bu. Eğlenmek, etrafa soytarılık etmekten başka bir şey değil çoğu kez bunu da çok iyi bilin. Hayıflanın ya da hayıflanmayın; anlatın ya da anlatmayın, içince ya da içmeden. Biliyorsunuz değil mi bunların hepsi detay?

Tesirsiz Parçalar 45-46..

45.

Uzansan, parmak uçlarınla dokunabileceğin biri gerçekte sonsuzluk kadar uzaksa sana, bu durumu kendine ya da başkasına nasıl anlatırsın? Hadi yine Edebiyata sığınalım. Bu durumla ilgili bir şeyler söyler Cortazar o efsane kitabının ortalarında bir yerlerde. 'İki insanın birbirlerine en uzak olduğu an, karşı karşıya oturmuş birbirlerinin gözlerine bakarlarken söyleyecek tek bir laf bile bulamadıkları andır.' Hiç tanışmayan iki insanın birbirlerine anlatacak bir sürü şeyi olabilir. Dostlar, arkadaşlar, aile fertleri, tanıdıklar.. Herkesin herkesle konuşacak bir şeyleri vardır mutlaka. Ama işte iki insan karşılıklı oturup birbirlerinin gözünün içine bakıyorlarsa ve hiçbir şey konuşmuyorlarsa, konuşulabilecek her şeyi tüketmişlerse.. O zaman rakı kadehleri peş peşe dolup boşalır. Hesap kabarır. Anlatamamanın acısını gölgesine sığındığımız ikindi rakısının şişesinden çıkarmaya çalışırız. Sonrası mutsuzluk işte, dibine kadar mutsuzluk..

46.

Joyce ve Proust epey yaklaşmıştı. Tabi Dostoyevski'de. Ama en büyükleri dahil hiçbir yazar sıradan insanların sıradan acı ve hayal kırıklıklarının derinliğine inebilmeyi beceremedi. Kelimelerle olmuyor galiba bu iş. Umutsuzca çalması beklenen telefonun bir türlü çalmaması ve bu çalmama hiçliği esnasında yaşanan iç sıkıntısı hangi kelimelerle anlatılabilir? Ya da 'o'nun ağzından çıkan ilgili ilgisiz bütün kelimeleri biriktirip kendi kendimize yarattığımız bir ümit imkansızlığın sert duvarlarına çarptığında, yaşadığımız trajedi nasıl dillendirilebilir? Oğuz Atay'ın dediği gibi.. "Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.."

Tesirsiz Parçalar 44..

44.

Söyleyeceğimiz çok şey var aslında. Ama üşeniyoruz. Ve çok sıkıldık. Önceleri müthiş bir hevesle acılarımızı paylaşacak insan ararken etrafımızda, şimdi kimseler soru sormasın istiyoruz. Sorduklarında ise yakınlık derecesine göre 'hayat' ya da 'siktiret' diye cevap verip susuyoruz. Söyleyecek şeyimiz olmadığından değil, söyleyecek çok şeyimiz var aslında ama bugüne kadar anlattıklarımız hiçbir işe yaramadığından konuşmak istemiyoruz. Duyarlılık istemiyoruz, şefkat, acıma, yardım v.s de umurumuzda değil. İstediğimiz tek şey sükunet. Durmadan 'neyin var?' diye sorular soran bir insandan daha kötü tek şey geliyor aklıma. Durmadan 'neyin var ?' diyen birden fazla insan.. İnsanların bize yapacakları en büyük iyilik çenelerini kapalı tutup aptalca sorular sormaktan vazgeçmeleri. Bize baktıklarında arkamızdaki duvarı gören insanlar istiyoruz çevremizde hepsi bu..

2 Haziran 2011 Perşembe

Mitolojik Şiir..

Ben senin tek zaferinim sakın aklından çıkarma
Peleponnes savaşlarını da Spartalılar kazanmıştı
Penelope Cruz fena kadın sayılmaz
Demek ki fenalık bir tür vitamin eksikliğidir
Ya da bunları boşver şimdi
Madam Cruie Oscar mı almıştı Nobel mi?

Bir bardak çayın sadece bir bardak çay demek olmadığı zamanlarda
Geçici heveslere kapılmıştım sana aşık olmak gibi
Sen artık mitolojiksin çay da ülserimi azdırıyor
İkiniz arasında bir bağlantı var sanki
Şimdi banyo terliklerimin uçlarındaki boşluktan
Dönüp geçmişe baktığımda
Bir türlü karar veremiyorum
Sen mi daha iyiydin Florance Nightingale'mi ?