Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

26 Aralık 2010 Pazar

Hayatın koordinatları..

Başım ağrıyor.. Ve yine uyuyamıyorum.. Uyuyamadığım için mi başım ağrıyor yoksa başım ağrıdığı için mi uyuyamıyorum emin değilim. Canım da sıkkın biraz ve onun da belli bir nedeni yok. Uzun zamandır bir şey için canım sıkılmıyor. Tuhaf bir kendiliğinden eklemli can sıkıntısı yerleşti bünyeme. Artık hiçbir şeye şaşırmıyor olmam hayatla aramdaki eşitsizliği dengeye getirdi diye düşünüyorum zaman zaman, ama o ilk fırsatta durumu lehine çevirmeyi başaracak gibi görünüyor. Hayata karşı orantısız zeka kullanıyorum, ama o şaşmaz içgüdüleriyle her defasında beni alt etmeyi başarıyor..

Hayatla ilgili büyük büyük laflar etmek değil niyetim. İsa değilim ben, elbette ne hayatın anlamını çözebildim ne de onun düzenini anlayabildim. Ama çok iyi bildiğim bir şey var; yaşayan, canlı bir şey hayat. Hücrelerden oluşmuş bir tür organizma. Kurallarını kendisinin belirlediği ve ne yazık ki hiç kimseye anlatmadığı geniş katılımlı bir oyunun merkezinde bulunuyor. Ve istediği kişiye torpil yapıp istediğini de oyunun dışında bırakabiliyor. Bazen de benim gibi saf katılımcılarla karşılaşınca eğlenerek hep ebe yapıyor.. Ebe olmaktan şikayetçi değilim aslında ama bazen mızıkçılık yapmak istemiyor da değilim haliyle..

Tuhaf bir oyun bu, yarıda bırakamıyorsun ama o istediği zaman seni oyundan alabiliyor. Sıkılıyorsun bazen, kafanı yukarı kaldırıp 'hocam, beni kenara al artık' işareti yapıyorsun. Ama o gülerek daha sıkı sarmaya başlıyor seni görünmez kollarıyla. Durumu kabulleniyorsun sonra, tamam diyorsun nasıl istiyorsan öyle oynayacağım senin oyununu.. Ama sürekli mutsuz bir oyuncu görmek istemediği için oyununda zaman zaman ödül mahiyetinde küçük rüşvetler sıkıştırıveriyor cebine.. Bazen küçücük bir çocuğun gözlerinde parlayan mavi gülümseme oluyor o ödül, bazen de tamamen umudunu kestiğin eski bir tanıdıktan gelen ani bir sesleniş. Ama şımarmana da tahammülü olmadığı için kendisinin, bunların hiçbiri uzun soluklu olamıyor..

Hayatın koordinatları adlı bir projeye girişmişti çok sevdiğim bir yazar. Galiba çözecekti bu enteresan oyunun şifresini. Ama ömrü yetmedi malesef.. Hayat, oyununun deşifre edilmesine izin vermedi..

İşi arsızlığa vurdurup her şeyle eğleniyor gibi görünmek belki de yapılabilecek en doğru şey. Manik çığlıklar atmak, kendinle hayatla ve her şeyle dalga geçebilmek ve o seni komik duruma düşürmeden kendi kendini küçültebileceğin kadar küçültmek mutlu olabilmenin tek reçetesi sanki. Ama bazen.. bazen çok başım ağrıyor işte, uyuyamıyorum.. Başım ağrıdığı için mi uyuyamıyorum yoksa uyuyamadığım için mi başım ağrıyor. Galiba bu gece de ebe benim.. Saklanın hadi sayıyorum; bir, iki, üç...

25 Aralık 2010 Cumartesi

Alternatif 31 Aralık Gecesi Etkinlikleri..

- Bir yıl daha yaşlandığınızı göz önünde bulundurup maneviyatınıza balans ayarı çekmek maksadıyla abdestinizi alıp iki rekat namaz kılarak huzur içinde uyuyun..



- Varsa şehirde bir gay bara gidip homofobik söylemlerle içerdekileri rencide edin. Daha sonra başınıza gelecekler yaşadığınız en unutulmaz yılbaşı gecesine vesile olacaktır..



- Kız arkadaşınızla birlikte şehrin ara sokaklarına dalın. Sokak kedilerini besleyin, kapının önünde çocuk ayakkabısı gördüğünüz gecekondu taklidi evlerin önüne küçük hediyeler bırakarak zillerini çalın ve uzaklaşın..



- Herhangi bir caminin önünde cemaatin yatsı namazından çıkmasını bekleyin. Namazdan sonra içerden çıkan herkese Happy new year, mutlu noeller, İsa'nın çağrısına kulak verin v. s şeklinde laflar edin. Sonra da koşabildiğiniz kadar koşun..



- Akıllı olun.. Anne-babanıza zaman ayırın. Kestane, tombala, çeyrek piyango bileti, tv.de yılbaşı eğlencesi, çekirdek.. Iyy ne ailesi çok demode lan diyenler olacaktır içinizde. Onlar için de önerim; Bol bol buz ve badem alın sonra kendinizi depresif odanıza kapatın ve yoğun melankoli eşliğinde tüketin..



- Yeni yıla nasıl girerseniz öyle devam eder saçmalığından medet umup sıkılırken bile eğleniyormuş süsü vermeyin kendinize. Sıkılıyorsanız adam gibi sıkılın. Zaten her ne halt ediyor olursanız olun yılın büyük kısmında sıkılıyor olacaksınız..



- Şehrin en salaş meyhanesine gidip tek kişilik samimi bir yılbaşı partisi düzenleyin. Saat yedide rakı içmeye başlayın onbirde kafayı bulun ve en yakınınızdaki elli yaş üstü amcaya sarılıp sarsıla sarsıla ağlayın..



- Gece yarısı telefonunuzu elinize alın. Gıcık olduğunuz herkese galiz küfürler içeren mesajlar yollayın. Sonra hepsinin numarasını silin, geçmişinizi sıfırlayın, yeni arkadaş falan da edinmeye kalkmayın. Başkaları cehennemdir, aklınızdan çıkarmayın..


- Muhalif bir tavır takınıp hiçbir şey yapmayabilirseniz, en kralını yaparsınız. Sloganınız da şu olabilir "Yedi Amerikalı bir danaya ortak olup kurban kesmedikçe, ben noel ağacı süslemem arkadaş"..


- Ve embesil bir arkadaşımdan gelen muhteşem bir etkinlik planı.. 31 aralık gecesi doğuya doğru yatıcam, yeni yıla ilk kafam girsin..

23 Aralık 2010 Perşembe

Çok korkuyorum..

- Üzerlerine saçma sapan yazılar yazdıktan sonra buruşturup attığım peçetelerin dünya psikiyatri birliğince ele geçirilmesi sonucunda keşfedilen psikolojik bozukluğa adımın verilmesinden..

- Ansızın çöp tenekelerinden fırlayan kedilerden, göstere göstere çöp tenekelerinden fırlayan kedilerden, hatta çöp tenekesinin içinde salak salak duran ve fırlamaya hiç niyeti olmayan kedilerden..

- Nepal'li uzmanlar tarafından zorla tabi tutulduğum zeka testleri sonucunda kamuoyuna, aslında normal zekalı sıradan bir vatandaş olduğumun açıklanmasından..

- Unicef yetkililerinin günün birinde zorla evime girip sahip olduğum eşsiz " Kinder Sürpriz Yumurta Oyuncakları Koleksiyonuma" Afrika'lı çocuklara dağıtmak üzere el koymalarından..

- Cezmi Ersöz'ün girmiş olduğu yoğun melankoli krizi sonrasında Müge Anlı'nın programına telefonla bağlanıp, aslında Oğuz Atay'ın gayri meşru çocuğu olduğunu açıklamasından..

- Tartakladığım çocukların örgütlenerek, Birleşmiş Milletler İşkenceyle Mücadele Komisyonuna başvurmalarından ve komisyon kararı uyarınca haftanın üç günü toplum gönüllüsü sıfatıyla yetiştirme yurdundaki çocukların ayakkabılarını boyamak ve saçlarını taramakla görevlendirilmekten..

- İki buçuk yaşındaki kankam Efe'nin aramızda başgösteren derin fikir ayrılıkları neticesinde öfkelenerek uzaktan kumandalı treniyle daha fazla oynamama izin vermemesinden..

- Hayali arkadaşımla odamda gerçekleştirdiğimiz müstesna sohbet görüntülerinin kardeşim tarafından gizli kamerayla kaydedilip Milli Eğitim Bakanlığına iletilmesinden..

- Bütün dini bayramlarda,artık zamanı geldi diye düşünen kafayı yemiş yüzbinlerce beş buçuk yaşında çocuk tarafından "öpeyim amca" nidaları ve bayram şekeri talepleri ile abluka altına alınmaktan..

- Evlilik meraklısı orta yaşlı kadınlar tarafından paylaşılamayan ve hanımların deterjanlarından beklediği her şeye sahip olan uyumlu ve sarsak bir adam imajı yaratmaktan..

14 Aralık 2010 Salı

İtiraflar - 2..

-Noktalama işaretleri içerisinden en çok iki nokta peşpeşeyi seviyorum.. Tek nokta kadar net, üç nokta kadar da belirsiz olmadığından olsa gerek. Bilmiyorum..

-O kadar zaman geçti aradan. Hala oturur,9 yaşındayken kaybettiğim dedem için ağlarım..

-Uğruna hayatımı feda edebileceğim ideallerim yok benim. Küresel ısınmayı engellemek için de hiçbir şey yapmadım bugüne kadar. Afrika'da açlıktan ölen insanlar da neredeyse hiç aklıma gelmez. Duyarsızın önde gideniyim kanımca..

-Yıllarca merhaba demeyen ama bir şekilde bana işi düşen birilerinin beni arayıp sormasından rahatsız olmuyorum, aksine beni bir parça önemli hissettiriyor..

-Yıllar önce Megadeth demişti ki.. Heavy Metal imparatorluğu kuracağız. Hala bekliyorum. Kurun lan. Siz bir kurun o imparatorluğu tebaanız olmayan şerefsizdir..

-Zaman denen kapana kısıldım kaldım..

-Bir tür fırsatlar ülkesinin başbakanıyım sanki. Nemalanan gidiyor..

-Dua etmeyeli o kadar uzun zaman oldu ki. Tanrı'dan ümidi kesmiş olmalıyım..

-Aslında kendimi sevmememe karşın kendimden değerli tek bir insan ya da olgu göremiyorum..

-Aşka aşığım diyen a-salak-lara gıcık oluyorum.

-Bir gün sadece düşünmekten beynim infilak edecek: Tıpta bu ölüm stilinin bir ismi var mı acaba? Beyin kanaması? Beyin yetersizliği? Nedir bunun akademik karşılığı? Bilen beri gelsin..

-Son nefesimde kocaman bir nanik yapmak isterim geride kalanlara..

-Her gece uyumadan önce bir kitaba dokunmazsam içim acıyor..

-Çoğu kez kendimi öldürmeye bile geç kaldım diye düşünüyorum..

-İnsanlara gıcık olup yalnızlıktan nefret ediyorum..

-Yaş 35 yolun yarısı diyen gerizekalının ağzını yüzünü dağıtmak isterdim.. Yaş 32, niye kendimi ömrün sonuna gelmiş gibi hissediyorum o zaman?

-Hafta sonları eve tıkılmaya tahammül edemiyorum ve sanki çok gezen tozan birisiymiş imajı sergileyip dışarı atıyorum kendimi. Dönünce de sonraki hafta sonu kendimi nasıl kandırsam diye plan yapıyorum..

-Eşek kadar adam olmama rağmen hala elime vileda sopası alıp kendi kendime and justice for all'ı çalıp söylüyorum..

-

11 Aralık 2010 Cumartesi

İtiraflar - 1..

-Büyüyünce ne olacaksın diye sormadılar bana. O yüzden de hiçbir şey olamadım..

-Her gün bir kaç saat canım fena sıkılıyor. O anlarda hareket eden her şeye küfür etmek istiyorum, ama ayıp olur diye etmeyip yüzlerine bakarak tespih çekiyorum..

-Babamdan hiç dayak yemedim. Ama hiç beni öptüğünü de hatırlamam. Keşke dövseydi. En azından elleri yüzüme değmiş olurdu..

-Bir tane yazar var. Aslında hiç sevmiyorum. Hatta hiç anlamıyorum da. Ve yazdıkları bir boka da benzemiyor. Ama herkese çok sevdiğimi söyleyip tavsiye ediyorum. Anlayamayacaklarından eminim ama benim anladığımı düşünerek anlayamamanın kendilerinden kaynaklanan bir algı sorunu olduğunu düşünüp sinirleneceklerini bilmek çok mutlu ediyor beni..

-Ayda ikibin dakika bedava görüşme yapabileceğim telefon hattım var ve bindokuzyüzellisini falan kullanmıyorum. Evet lan, cidden yalnızım ben..

-Hayatta dibe vurduğu anlar vardır ya insanların.. Benim yok. Hala en dibe doğru sürükleniyorum sanki..

-Sırf çok acı çeksin diye beni terkeden sevgilimin ölümüme sebebiyet vermesini isterdim. Arabasıyla kazara bana çarpsa mesela, sonra inip baksa ve ben.. Bütün kabahat onda olsa, tabi ben de hiç acı çekmeden oracıkta ölsem. Acıdan çok korkuyorum, öyle uzun uzun acı çekeceksem olmaz o iş. Aniden ölüversem, o da ömür boyu vicdan azabı çekse çok eğlenirdim. Ama bir iki ay üzülüp sonra unutabilir de tabi.. Neyse ya bilemedim şimdi..

-Oğuz Atay akrabamız olsaydı keşke. Şöyle en uzağından bile olsa olurdu. Yürüyüşüm bile değişirdi valla..

-Bir insan başka bir insanın her şeyi olabilir mi gerçekten? Olabilirse eğer ben neden çabuk vazgeçiyorum?

-İnsanların kitap okumaktan daha önemli işleri var. Ve bu bana garip geliyor. Gerçekten çok garip..

-Ümit Besen'i hep sevdim. Nedensizce dinledim, anlamsızca sevdim. Peşpeşe Slayer, Megadeth ve Ümit Besen dinlemişliğim bile vardır..

-Geceleri manik, gündüzleri depresifim..

-Annemi üzdükten hemen sonra boynuna sarılıp özür dilemek istiyorum. Ama gururuma yediremediğimden gidip tulumba tatlısı falan alıyorum..

-Bir erkek ne olursa olsun kışın terkedilmemeli. Yazın da terkedilmemeli. İlkbahar en ideali gibi geliyor bana. Mart sonu Nisan başı falan yapın ne yapacaksanız..

-İsmimi kendim seçebilseydim aylarca düşünür ama sonunda kesin Ali'yi seçerdim. Süper isim lan. Kısa bir kere, bir çırpıda söyleniyor. Soyadımla da uyumlu. Sonra gayet anlamlı. Hem Hazreti Ali falan var, kendisi en süper insanlardandır. Aferin annemle babama..

-İnsan hiçbir şeye mecbur değil aslında. Yaşamak bile mecburi değil..

-Bazen öyle çok saçmalıyorum ki, hep övündüğüm zekamdan bile şüphelendiğim oluyor. Böyle anlarda hemen doktorlara çıkıp iki tur atıyorum özgüvenim yerine geliyor ve zekamın önünde saygıyla eğiliyorum..

-Fena adam değilim aslında. Genelde sinirliyim, ota boka problem çıkarırım, canım hep sıkkındır, dilimin ayarı yoktur ağzıma geleni söylerim, biraz huysuz epeyce de sevimsizim. Ama bunları saymazsak cidden fena adam sayılmam..

-Meyve sevmiyorum bide.. Kırk kere söyledim herkese. Benim için üzülmeyin meyveden alacağım vitamin mineral falan ne varsa şaraptan alıyorum ben..

-Sabaha karşı uyuyamadığım zamanlar nefes alan her şeyle kavga etmek geliyor içimden..

-Sevgilisinin sevdiği her şeye bir anda hayran olan insanlara sinir oluyorum. Plastik neyle dövesim geliyor öyle tipleri. Biraz karakteriniz, biraz da ağırlığınız olsun lan..

-Anti-emperyalistim falan ama kısa parlıament'in de hastasıyım.. O kadar güzel içiliyorki namussuz onun uğruna solculuktan bile vazgeçtim..

-Kendimi bazen Jedi zannediyorum. Kapıları otomatik açılan alış veriş merkezlerine falan gittiğimde elimi soldan sağa doğru yere paralel pozisyonda oynatarak ve ağzımla etrafa çaktırmadan fuffff yaparak kapıyı düşünce gücümle açıyormuşum hissi yaratıyorum. Biliyorum yalan ama kendimi iyi hissediyorum o zamanlarda.

-İdrarın kanda süzüldüğünü çok geç öğrendim çok..

-Toplamada sıfır çarpmada birim. Kendime hiçbir konuda şans tanımıyorum..

-Beş yaşında insanlıktan emekliye ayrıldım. Yaşım tutmadığı için kahveye de almıyorlardı. Ben de can sıkıntısından kitap okumaya başladım..

-Deli numarası yapmak çok işime yarıyor. Ne yapsam oluyor o zaman gerçekten kimse hiçbir şeyime şaşırmıyor..

-"Şiddete meyyalim vallahi dertten.." Günde yirmi kere mırıldanıyorum bu mısrayı..

9 Aralık 2010 Perşembe

Sen en çok kar yağarken güzeldin..

Garip bir tedirginlikle uyandım ve cama yöneldim. Gelmişti sonunda. Çoktan bahçemizin zeminini kaplamıştı. Kışın ilk karı yağmıştı ve sen çoktan gitmiştin. Benden başka kimse bilmez, sen en çok kar yağarken güzeldin.. Bir an önce çıkmam lazımdı evden, ama oyalanmak için de her şeyi yapıyordum. Hatırlıyor musun sözleşmiştik seninle nerede olursak olalım kimin olduğu yere ilk kar düşerse diğeri işini gücünü bırakıp oraya gelecekti.. Televizyonu açtım çıkmadan. Oraya da kar yağmış. Şimdi oradasın ya, nasıl da güzelsinizdir allahın belası şehir ve sen.. Atlayıp trene gelebilsem.. İmkansız biliyorum. Çoktan sokağa atmışsındır kendini. Nefret ettiğin çamur grisine dönüşmesin diye karın rengi basıp ezmeye de kıyamazsın. Oysa benden başka herkese ve her şeye merhametli olan sen istesen bile taze kar öbeklerini incitemezsin. Eprimiş açık mavi berenle, güve yeniği taklidi kaşkolunla ve melek hafifliğinde yürüyüşünle nasıl da güzel süzülürsün uçsuz beyazlığın üzerinde..

Benimse işim zor. Sensiz yağan ilk karla hesaplaşmam lazım. Sıkı sıkı giydirilmiş ve sadece burunlarının ucu görünen bebeklerin berelerini aralayıp baktığımda, seninle beraber gördüğümüz boncuk boncuk gözleri görebilecek miyim yine? Peki bütün dünyadan saklandığımız odunpazarındaki parka nasıl içim titremeden gidebileceğim? Ellerimi yakan boza nasıl boğazımdan geçecek? Konaktan bozma lokantaya kahve içmeye gidersem yine ve ilkokul öğretmenine benzettiğin tonton teyze bana seni sorarsa ne cevap vereceğim? Hem ben eldiven takmam bilirsin ve ellerim hep üşür.. Hiç çıkarmayacak mıyım ceplerimden? Burnumun direği şimdiden sızlamaya başladı. Kaç şişe kanyak içsem sıfırdan başlarım?

7 Aralık 2010 Salı

Sen bana öyle bir baktın ki..

Ama sen orada öylece kayıtsız durarak başka türlü bir yaşam ihtimalinden bahsediyordun bana ve benim buna kayıtsız kalmam çok zordu. Ben ki bir sürü Thomas Bernhard okumuştum Georges Perec Robert Musil falan ama sen başka şekil bakıyordun bana. Ömrümün bütün rakılarını içmiştim sanki bütün İlhan Berk'lerini okumuş bütün mezarlıklarını dolaşmış bütün Leonard Cohen'lerini dinlemiş ve bütün sevişmelerini tüketmiş sonra bütün bilmem ne bokları varsa hepsini yediğimi sanmıştım ki sen çıkıp saçma sapan bir yerlerden bana öylece baktın. Yavrusunu kaybetmiş egzotik bir hayvan gibi baktın bana.. Cepleri sigara dolu kibritsiz bir meczup gibi baktın.. Çaresizlikten ne halt işleyeceğini bilemeyen hastanın doktoruna baktığı gibi baktın. Durduk yere ikinci sarı kartı görüp oyundan atılan topçunun zavallıca hakeme baktığı gibi baktın.. Cadı olduğu iddiasıyla yakılan Elizabet Crowley'in dumanların arasından cellatlarına baktığı gibi baktın.. Çarmıhtaki İsa'nın Yehuda'ya baktığı gibi baktın bana. O an dünyada ne kadar siktir git varsa hepsini birden çekip yol vermeliydim sana, ama sen dilimi bağlayacak kadar kuvvetli baktın. Unutmak üzere olduğum bir Orhan Gencebay şarkısı gibi baktın bana( Bir teselli ver ya da Musalla Taşı), adını bile unuttuğum ilk aşkım gibi baktın. Annemin babama en kızarak attığı bakışla baktın bana -ki içinde otuz beş yıllık senden nefret bile etsem senden başka gidecek nerem var ki- yi en trajik dramatizasyonlarla barındırır o bakış. Öyle bir bakıştır ki o bakış sen bilemezsin kimse bilemez bir ben bilirim Brecht görse tövbe ederdi oyun yazmaya. Komşumuzun oğlu Efe'nin kinder sürpriz yumurtaya baktığı gibi baktın.. Öyle bir baktın ki bana, ben dünyanın en işe yaramaz adamı olan ben kendimi bir halt zannettim.. Senin bakışınla coşup kocaman kocaman misyonlar yükledim kendime. Sen bana biraz daha öyle baksan ben tütünü küfürü tespihi bırakır iyi bir adam bile olurdum. Anahtarın kilite baktığı gibi baktın bana, nalın at topuğuna baktığı gibi.. Uyumamıştım iki gecedir, sıcak bir yatak gibi baktın bana. Sen bana bakarken, ben ömrümün en güzel dersini anlattım en sevimli şarkısını söyledim en görkemli kitaplarını okudum. Kısacık bir an baktın sen bana ama ben o an içimde Einstein'i dirilttim. Aldım o bakışı ışık hızında giden bir uzay mekiğine koydum. Sen bana bakarken zamanı aştık biz. Moleküllerimiz ayrıldı. Saçma sapan bişey olduk bakışların ve ben. Sen bana bakarken Nuri Alço bile Rahibe Teresa kadar masumdu. Cebimde ne varsa şehrin bütün dilencileriyle paylaşabilirdim. Rapunzel bile anlardı beni. Bütün faili meçhuller aydınlığa kavuşurdu biraz daha baksan, belirsizliğin gölgesine saklanmış ne kadar suç varsa hepsi gün ışığına çıkardı. Sen bana öyle bakmaya devam etseydin evren kötülüğe gizliliğe karanlığa daha fazla izin veremezdi.. Ama sen bana bir saniye baktın, tek bir saniye.. Şimdi arkandan ne söylesem boş.. İçimden geçenlerle dilime gelenler saçma bir savaş içindeler.. o değil de sen bana nasıl baktın öyle..

5 Aralık 2010 Pazar

Ne Okurken Ne Dinlesek ??

Az evvel başladığım Nick Hornby'nin son kitabı 31 Şarkı'yı okurken aklıma geldi. Üstat kendi hayatının dönüm noktalarına fon müziği olarak eşlik eden en özel şarkıları anlatmış. Dedim ki kendi kendime, şarkıların gücü tek başına benim hayatımın kırılma noktalarını ifade etmeye yetmez. Ama kitaplar ve şarkılar arasında görünmez bir ilişki olduğu kesin. Özellikle benim gibi müzikle beraber okumak gibi bir okuma tercihiniz varsa, hangi kitabı okurken ne dinlediğiniz çok önemli olabilir. O zaman.. ne okurken ne dinlesek ??



- TUTUNAMAYANLAR : İlk sayfayı açtığınızda artık sizin için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. O yüzden çok özel bir parça size eşlik etmeli. Benim tavsiyem Turgut'un efsaneye dönüşecek can sıkıntısını daha iyi anlayabilmek için Nick Cave'den yardım almak olacak. Mümkünse 'The Whipping Song' peşinden de 'Shoot Me Down' ve kitabın ilerleyen bölümlerinde bol miktarda Leonard Cohen.. Delirmeden kitabın sonuna gelebilmişseniz eğer, finali görkemli kaybedenlerin anti-milli marşı Batsın Bu Dünya ile yapabilirsiniz..



- KORKMA BEN VARIM : Murat Menteş'in, Türkçe'nin bütün imkanlarını çaresiz bırakarak yazdığı destansı anti-kahraman portreleri.. Kitaba Shivaree ile başlanmalı bence.. 'Goodnight Moon' yerinde bir tercih olacaktır. Devamında Leonard Cohen - The Future ve finalde Behiye Aksoy 'Bir Garip Yolcu'. Egzotik soslu final tutkunları için ise Behiye Aksoy yerine Ümmü Gülsüm 'Ente Ömri' önerilebilir..



- ÇARPIŞMA PARTİSİ : Konformizmin kabusu, modern zamanların post-nihilist peygamberi Palahniuk okumaya başlayacaksanız hazırlığınızı iyi yapın. Giriş biraz hafif olmalı.. Björk- Pagan Poetry fena başlangıç sayılmaz. Akabinde The Tea Party - These Living Arms ve Yavuz Çetin'den Yaşamak İstemem.. Finalin ise alternatifi yok. Her Palahniuk okuru iyi bilir ki bir Palahniuk kitabı biterken fonda duyulan şarkı muhakkak Where is My Mind olmalıdır...



- ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR : Başucu kitaplarımdan biri olduğu için başucu şarkılarımla beraber okundukça daha anlamlı gelir bana. Ortaçgil'in herhangi bir albümünün bütün parçaları kitap boyunca ne güzel eşlik eder. Ya da güzel seçilmiş bir Frank Sinatra best of u.. Holden'in insanlardan umudunu keserken bile öfke ve masumiyet arasında tercih yapamamasını en güzel anlatacak ses ise kuşkusuz Norah Jones'in sesi olacaktır. Kitap bittiğinde kapağı kapatıp Teoman'la birlikte usul usul Gönülçelen'i mırıldanabilirsiniz..



- YAŞAM KULLANMA KILAVUZU : Issız bir adaya düşünce ( ya da insanlardan kurtulunca) yanınıza en alınası kitap. Orta boy bir ansiklopedi kıvamında olduğundan uzunca bir dinleme listesine ihtiyaç olacaktır. Başlangıç George Perec'in hemşerisi Edit Piaf'la yapılabilir. Ayrıca Liszt-Brahms-Mendelsson üçlemesinden karma bir klasik müzik cd si ara ara devreye sokulmalı. Ve kitabın ritmine uygun olarak ortalara doğru Theatre Of Tragedy - A Rose For The Dead.. Final önerim ise kesinlikle Katatonia - For My Demons..



- DÖNÜŞÜM : Kafka'nın paranoid topraklarına hoş geldiniz.. Girişte sizi Anathema karşılıyor. One Last Goodbye.. Arkasından, Jason Becker - Altitudes ya da Thom Yorke - Hearing Damage soğukkanlığınızı elinize verebilir. Ve sahneyi kapatırken.. Metallica The One ya da Pearl Jam - I am Mine..

- İSTANBUL'DA BİR MERHAMET HAFTASI : Yeni kuşağın kendine ait üslup sahibi olabilmiş bir kaç önemli yazarından biridir Murat Gülsoy.. Özelikle bu kitap depresif bir tedirginlik yaratarak okuru bir deneyin gayri iradi deneklerinden biri haline getirebilir. Kitabın sayfalarını Dream Theater - Space Dye West'le beraber açarsanız etki kronklikitesi muhakkak aracaktır. Peşiden bir doz Pınk Floyd - Your Possible Pasts ve Scorpions - Still Loving You sallarsanız belki siz bile kitap yazabilisiniz :)

- SEKSEK : Cortazar'ın bu kitabı bilinen neredeyse tüm roman tekniklerinin dışında yazılmış,okuduktan sonra kalıcı bi kafa karışıklığı ve rahatsızlık garantisi veren post-post-post modern roman türünün ilk örneğidir. Oldukça hacimli olan kitap boyunca benim dinleme önerim New Age olacaktır.Türün ustaları olan Kitaro, Peter Gabriel, Jean Michelle Jarre'ın tüm albümleri sıra gözetmeden peş peşe size eşlik edebilir..

- KÜÇÜK PRENS : Dünyanın en büyük "çocuk kitabını" dünyanın en büyüdüğü halde bir tarafı hep çocuk kalmış adamıyla beraber dinlemek kitabın eşsiz tadını perçinler kanaatindeyim. Evet evet Michael Jackson'dan bahsediyorum. Kıng of the pop, büyümeyen çocuk, moonwalk, seksenler, çocukluğumun en zarif hareketi ve uzak amerikanya mahallesindeki en şık abimiz..

3 Aralık 2010 Cuma

Alternatif Yalnızlık Tarifleri..

Lanetli Rapunzel'e...


* Hayal kırıklığının uykudaki çocuk ölümleri kadar olağan karşılandığı şehirde sigara külü kadar yalnızım..

* Gölgesine sığındığım ve acımasızca içini boşalttıktan sonra, geri dönüşüm kutusunun içindeki meyveli soda şişelerinin tiksinen bakışlarından kaçacak yer bulamayıp, kendini kendi etiketinden yaptığı iple kutunun kulpuna asıp intihar etmek isteyen bir rakı şişesi kadar yalnızım..

* Gidecek yeri olan herkesin yerine gittiği saatlerde, gidecek yeri olmayan bir yersizin sokulduğu kurumuş bir ağaç kovuğu kadar yalnızım..

* Dokuz kişiyle defans yapan ve tek hedefi yarım düzineden daha az gol yemek olan zavallı bir futbol takımının tek forveti kadar yalnızım..

* Ağrı kesicilerin arasına yanlışlıkla karışmış fare zehiri kadar yalnızım..

* Herkesin mutsuzluktan delirdiği bir yerde deliremeyecek kadar akıllı olan bir nano-fizik profesörü kadar yalnızım..

* Kullanılmadığı için tozla kaplanan unutulmuş porselen bir tabağın, işe yaradıkları için kirli ve mutlu kullanılmış porselen tabaklarla birlikte bulaşık makinesine atıldığında 'ne işim var lan burda' nın şaşkınlığıyla hesaplaşması kadar yalnızım..

* Bitmek üzere olduğu için kullanılmayan, ama henüz bitmediği için atılamayan ve nemli bir banyo rafında kaderine terk edilen zeytinyağlı sabun kadar yalnızım..

* Kimi arasa üçüncü hatır cümlesinden sonra ' ne var ,niye aradın?' imasıyla karşılaşacağını bildiğinden kimseleri arayamayan unutulmuş bir vicdan azabı kadar yalnızım..

* Sarhoşken telefonuna kayıtlı bütün kadın isimlerine coşkulu mesajlar yollayıp, ayılıp pişman olduğunda utancından telefonunu alelacele kapatan ve günlerce açamayan eski zaman artığı bir sarhoşluk edepsizi kadar yalnızım..

* Kendisine birazcık ilgi gösteren her kadına aşık olup, her seferinde alay edilerek yol verilen şaşkın bir ilgi şımarığı kadar yalnızım..

* Afrikalı bir anne ve Kanada'lı bir babanın Çin'deki bir cami avlusuna bıraktığı felçli bir albino bebek kadar yalnızım..

* Bekleyen herkesin küfür ettiği rötar yapmış bir trenin, kimseye yaranamayacağını bile bile bir an önce gara ulaşmak için terleyen makinistinin yasak olduğunu bilmesine rağmen yaktığı ilk sigara kadar yalnızım..

* Rüyasında kafası kopan ve kadın-erkek, yaşlı-genç karışık iki takım kafasıyla top oynarken, onu aralarına aldıkları için minnettar olan eski bir Jedi emeklisi kadar yalnızım..

* Özenle seçilip alındıktan sonra saçkıran yüzünden sahibinin bütün saçları dökülen fildişi saplı tarağın atıldığı çekmecedeki can sıkıntısı kadar yalnızım..

22 Kasım 2010 Pazartesi

Eğer seni sevmiyorsa...

* Eğer seni sevmiyorsa, içinde 'o' olan hayaller kuramazsın..


* Eğer seni sevmiyorsa, belki de başkasını seviyordur..


* Eğer seni sevmiyorsa, içtiğin biranın dudağının üst kısmında imkânsız incelikte bir köpük çizgisi oluşturduğunu hiç kimse farketmez.


* Eğer seni sevmiyorsa, boşta kalan elini göğsünde ısıtıp kendini yeniden doğurmak istersin..


* Eğer seni sevmiyorsa, sevseydi neler olurdu hiçbir zaman bilemezsin..


* Eğer seni sevmiyorsa, aslında hiç kimse bir diğerini sevmiyordur..


* Eğer seni sevmiyorsa, Kasım da herkesten çok sen üşürsün..


* Eğer seni sevmiyorsa, hep onu sevdiğin yaşta kalırsın..


* Eğer seni sevmiyorsa, bir yerlerde bir şeyleri yanlış yapmışsındır..


* Eğer seni sevmiyorsa, seni sevmesine izin vermemişsindir..


* Eğer seni sevmiyorsa, her şey masumiyetini yitirmeye başlar..

* Eğer seni sevmiyorsa, yeniden var olmak için önceki seni tamamen tüketmen gerekir..

16 Kasım 2010 Salı

Anne.. Sus Artık..

Hayallerimin içine itirazlar karışıyordu.
Anlat oğlum, içine dert olması derdi hep annem
(Oldu anne, dert oldu içime...)

Kafamın içinde itirazlar yükseliyor. Düşüncelerimi peşpeşe sıralayamıyorum. Gerçek, zaman, eşya ve annem engel oluyor bana. Oysa istediğim tek şey, hiçbir şey. Kelimenin tam anlamıyla hiçlik.. "Üşüdün mü oğlum?" -Bilmiyorum anne- Kafamı toplayamıyorum. Ama düşünmeden de olmaz. Düşünüyorum işte, düşündüğüm her şeye de itiraz ediyorum sonra. Yaşadığım güzel şeyleri düşünmeye çalışıyorum, yalanmış hepsi diye bir ses yükseliyor. İki sesin de kaynağı aynı. Birbirlerini ikna edemiyorlar. Kesik kesik fotoğraflar var sadece, anlamlı bir bütün yaratamıyorum. Süreksiz yaşadığım için böyle oluyor galiba. Sürekliliği olan hiçbir şeye izin vermedim ki hayatımda. Doğdubüyüdüöldü sürekliliği demek olan hayat bile öyle demek değil gibi geliyor bana. Doğduktan çok uzun süre sonra yaşamaya başladım sanki ve yaşamaktan vazgeçtikten çok uzun bir zaman sonra öleceğim. Düşünmeden olmuyor ama düşüncelerime itiraz etmekten de alıkoyamıyorum kendimi. Sonra aklım, ruhumu çürütüyor işte... Kıpırdamak istemiyorum. Hatta yok olmak istiyorum. Hayır hayır yaşamak istiyorum, ama bu işi var olmadan yapabilsem. Hayalet gibi yaşayabilsem insanların arasında, kimselere görünmeden. "Çay koyayım mı oğlum?" -Koyma anne- Düşüncelerim bölünüyor, bedenim dağılıyor, olduğum yerde yavaş yavaş çürüyorum.. "Biraz uzansan oğlum." -İyiyim böyle anne- İyi değilim ben anne, hiç iyi değilim ben. Anlatmadan anlayabilsen keşke. Kafam çok karışık anne, nasıl susturacağım bu sesleri? Anne, hayaletleri kimse aldatamaz değil mi? Hem delirmezler de onlar.. Soyut bir şey olmak istiyorum anne ben. Şeffaf bir varlık. Bana bakınca duvarı görebilsin herkes mesela. Varken yokmuşum gibi.. Öldüğümü zannedebilirler. Olsun. Ben başka türlü varolmak istiyorum. O başka türlü varoluş durumuna geçtiğim an bunu anlayamayacaklardır. Önemli değil. Merak ediyorum neler konuşacaklar. Öldü diyecekler. Hep birlikte üzülecekler. Aralarındayken benim için üzülmeyen herkes çok üzülecek. Beraberce tören düzenleyecekler. Hayatıma değen bütün insanları bir araya getirebilecek bir tören düzenleyebilseniz keşke. İmamın önderliğinde yaşlı gözlerle önlerine bakan kocaman bir 'iyi bilirdik' kitlesi. Yaşarken beni kötü bilip giden herkes, hep bir ağızdan iyi bilirdik diye bağırır değil mi orada? Ölünün arkasından konuşulmazdı hani? Yok yok o lafın aslı ölünün arkasından kötü konuşulmaz olmalı. Yaşarken yapmadık kötülük bırakmadıkları için mi öldükten sonra güzel sözler söyleme telaşına düşüyorlar? Kimse iyi bilirdik diye bağırmasın anne arkamdan. Beni nasıl hatırlıyorlarsa öyle düşünmeye devam etsinler. Kötü bilirdik desinler, işe yaramazın tekiydi. Hepimiz anladık o yüzden de birer ikişer dağıldık etrafından.. Sonra üzerime toprak atma yarışını başlatsınlar. Gömdükten sonra da birbirlerine yakın olanlar ikişerli üçerli kümeler oluşturup fısıltıyla konuşmaya başlasın. "Çok üzüldük" desinler, "çok iyi adamdı." İtiraz ediyorum, iyi değildim ben, hiç iyi değildim hepiniz biliyordunuz. Ve adam da olamadım aslında. Duymasınlar... "İyiydi" desinler, "ama tuhaflıkları vardı. Başka türlü bir adamdı." Canım insanlar... Hala adam diyorlar. Hepsi yanılmış olamaz galiba. Ölünce adam mı olunuyor yoksa? Üstümü örten toprak onların bana ve benim onlara yaptığım bütün fenalıkların da üstünü örtüyor mu? "Aç mısın oğlum?" -Değilim anne!- Anne görmüyor musun, düşünüyorum. Görmüyor annem. Düşünceler görülmezler. Toparlayamıyorum.. "Çıkıp bir hava alsan oğlum?" -Sus anne, sus sus sus...- Susma anne... Sakın susma... Sen susunca üşürüm ben, acıkırım susarsan. Varoluşum bir tek sana bağlı artık. Susma anne, ne olur susma.. -Sus artık anne- Anne ağlama. Anne iyi değilim ben, sen ne yapsan daha kötü oluyorum. Ama susma... Ama konuşma da... Bilmiyorum anne... İyi değilim ben. Anne ağlama artık. Sen ağladıkça ben kafamı duvarlara vurup parçalamak istiyorum. Anne, sen niye diğerleri gibi değilsin? Kessen ya benden artık ümidini. Baksana bir şey olmuyor bana. Hayalimde bile ölemiyorum... İtirazlar yükseliyor...

15 Kasım 2010 Pazartesi

iNSOMNİA..

"Bu karanlık iyi böyle aferin tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor,hoşlanıyorum"
T.UYAR

İnsanlar uyurlar.. Normal olan bu olduğu için de uyuyamamayı anormal bir durum olarak görürler. Hatta bu uyuyama anormalitesini bir hastalık olarak kabul edip adına da İnsomnia derler.. Normal bir insan yatağa gider ve tüm gece boyunca uyuyarak sonraki gün adeta yeni bir hikayeye başlar. Bu, sadece farklı bir gün değil, farklı bir yaşamdır da. Kötü anlardan, anı ve düşüncelerden sıyrılabildikleri bir tür mabettir onlar için yatak.. Ve uyudukları an itibariyle arınarak pisliklerinden akıl sağlıklarını koruyabilirler. İşte bu yüzden kişi, düşüncelerin ya da şeylerin sorumluluğunu yüklenebilir, kendini ifade edebilir. Çünkü uyku ile beraber o bir şimdiye ve bir geleceğe sahiptir.. Zihnin geliştirdiği bir tür savunma mekanizmasıdır uyumak. Uyurken insan bilinçaltının yardımıyla temizlenir ve uyandığı an hiç kirlenmemişçesine varoluşuna devam eder. Uyku, onlar için her gün yeni bir yaşama başlayabilmenin kırılma noktasıdır. Fakat uyumayan bir kimse için,gece yatmaya gittiği zamandan sabah uyanana değin bunların hepsi süreğendir, kesinti yoktur. Bunun anlamı, bilinci baskı altına alacak bir şeyin olmadığıdır ve tüm bu şeyler bilinç çevresinde dönmeye devam eder. Kabuslar, bir şekilde hiç kesintiye uğramadan devam eder ve sabah, neyin başlangıcı..? Hiçbir şeyin. Madem ki bir önceki geceden hiçbir farkı yoktur, yeni bir gün varolmamıştır. Bütün bir gün provadır, provanın sürekliliğidir. Herkes geleceğe doğru koşuştururken dışarıda kalmışsınızdır.Bu durum aylar ve yıllar boyunca uzadığında, şeyleri algılama biçiminizi, hayat anlayışınızı zoraki olarak değiştirir.

Geleceğin nereye gittiğini göremezsiniz çünkü bir geleceğiniz yoktur. Ve ben, bu durumun hayatımın en korkunç, en sarsıcı ve kısacası en temel deneyimi olduğunu düşünüyorum. Bunların yanı sıra kendi kendinizle yalnız olma gerçeği de vardır. Herkesin uykuda olduğu bir geceyarısı tek uyanık olan sizsinizdir.. Ve ben, o anlarda insanlığın bir parçası olmaktan çıkıp, ayrı bir dünyada yaşarım..

14 Kasım 2010 Pazar

Kuğuların Arasındaki Çirkin Ördek Yavrusu..

Büyük beklentilerin olmasın.. Eğer yaşadıklarından çıkardığın en önemli ders nedir diye sorsaydı biri bana, bu üç kelimeyle cevap verirdim duraksamadan.. Büyük beklentilerin olmasın.. Bağırmayan anne, kırılmayan oyuncak, terketmeyen sevgili, bitmeyen oyun olmaz.. Beklentilerimin büyüklüğü ile hayal kırıklıklarımın büyüklüğü arasındaki çarpıcı ilişki öğretti bana bunu. Masumiyet denilen şey benim için anlamını, hayatım senaryosunu Bukowski'nin yazdığı ve müziğini Nick Cave'nin yaptığı boktan bir beat kuşağı filmine benzemeden çok daha önce yitirdi. Amacım karşıma çıkan herkese pislik atıp işin içinden sıyrılmak değil. Ama en başından beri anlayamadığım, bana yanlış gelen bir şeyler var. Ve şimdi anmaya bile değmeyecek bir sürü neden? Bir soru olarak 'neden ?' Neden insanlar anlatmak istediğim kadarıyla yetinip anlatamadıklarımı da anlattıklarımdan yola çıkarak anlamaya çalışmadılar? Ya sırtlarını dönüp gittiler ya da gereksiz sorularıyla ruhumun alabildiğine bunalmasına yol açtılar. Oysa susup yanımda kalmaları yeterliydi. Zamanları mı yoktu? Belki de sabırları.. O kadar çok sevebilirdim ki aslında hepsini.. Neden izin vermediler? Kendilerinden biri olmadığımı farkettikleri için belki.. Ama bu yanlış, daha doğrusu yanlıştı, yanıldılar. Aslında ben o kadar onlardan biriydim ki. Ağızlarından çıkan tek bir sözcüğü bile kaçırmadan dinliyor, sonra onlar unuttuklarında hatırlatıyordum. A.... B....'den nefret ettiğini söylüyordu mesela sonra B.... yanımıza geldiğinde onu nasıl sevdiğini anlatıyordu ben de az önce konuştuğu şeyi unuttuğunu farkedip aslında B....' den nefret ettiğini hatırlatıyordum.. Sonrada A.... ve B.... benim ne kadar salak olduğumu söyleyerek yanımdan uzaklaşıyorlardı. Hiç anlamıyordum, onları ciddiye aldığım için mi kızıyorlardı bana. O kadar uzun süre baktım ki gözlerinin içine,ne olur dedim içimden, beni de aranıza alın, istediğiniz gibi olurum, sizin gibi davranmayı konuşmayı küfür etmeyi becerebilirim.. Kabul etmediler.. Ama edeceklerinden emindim bir gün.. Hırsla küfür etmeyi, sigara içmeyi, yalan söylemeyi, sağa sola tükürmeyi ve kavga etmeyi öğrendim. Artık bir farkımız kalmamıştı, aralarına alırlardı beni. Yine almadılar.. Sonra anladım ki, bunlar sonradan öğrenilince olmazmış. Efendiliğin üstüne giydirilmiş serserilik nasıl sırıtırsa bünyede, ben onların arasında hep öyle sırıtırmışım. Bazı şeyler öğrenilmez, doğuştan bilinirmiş. İnsan onları bilerek doğarmış. Doğdukları zaman küfür etmeyi yalan söylemeyi ve kavga etmeyi bildikleri için onlar, ben ne yaparsam yapayım gerçek olamazmışım..
Çok zaman geçti tabi.. Ve ben büyüdüm.. Büyüdükçe efsane kavgalar ettim, olmadık küfürler uydurdum, herkesten çok sigara içtim ama masaldakinin aksine kuğuların arasındaki çirkin ördek yavrusu olmaktan kurtulabilmeyi bir türlü beceremedim.."

5 Kasım 2010 Cuma

Meyvelerden Nefret Ediyorum..

Meyvelerden Nefret Ediyorum..

Hatırladığım ilk derin hayal kırıklığım, belki de hatırladığım en eski yaşantımdır. Kendimi bildim bileli, hatırlamakta hep güçlük çektim. Şeyler, durup dururken geliverirler aklıma, ama ne zaman özellikle hatırlamaya çalışırsam bir şeyi, beceremem. İlk derin hayal kırıklığım da sıradan bir arkadaş toplantısında, biçimsiz bir meyve tabağının içinde geliverdi aklıma.
Bana ilk derin hayal kırıklığımı yaşatan dünyada en güvendiğim varlıkmış meğer. Babammış. Benim babam.. Dünyanın en güçlü, en merhametli, en akıllı ve kendisinden başka herkese karşı en insaflı adamı. Babam. Benim babam.. Hikayemin bazı detayları silinmiş belleğimden. Ama bazı imgeler canımı hala yakacak kadar net. Herşeyin başlangıcı ise. Bir meyve. Hangi meyve? Emin değilim. Bir meyve ve babam. Benim babam.. Benim kahramanımdır babam. Bazıları herkesin kahramanıdır bazıları ise sadece sizin. İşte benim babam ikinci tür kahramanlardandır, sadece benim kahramanımdır babam.
Meyve sevmiyorum ben, yemiyorum. Zorunda kaldığım zaman ucundan yemeye çalışıyorum evet, ama sevmiyorum. Ne zaman meyve çıksa karşıma, babam geliyor aklıma. Babam, benim kahraman babam.. Üç yaşındayım, belki de dört ama beş değil. Kiraz ya da vişne (emin değilim hala) istiyorum. Babam kanepede, uzanmış yüzükoyun. Ellerimden tutuyor.. Ellerim çocuk eli.. 'Yok oğlum' diyor. Yok. Ne yok? Para mı? Anlamıyorum ki. Ben meyve istiyorum. Babam uzanmış kanepede, yüzükoyun. Ellerimden tutuyor. İki çocuk elim, iki kocaman elin içinde kayıp. Bana ne diyorum, istiyorum. 'Yok oğlum' diyor babam. Ne yok? Galiba babam ağlıyor 'Yok Oğlum' Anlamıyorum ki.. Ne yok? Yok ne? Ne istediğimi tam olarak hatırlamıyorum. Ama küçük kırmızı meyvelerden biri emininim, ya kiraz ,ya vişne. 'Yok oğlum' diyor babam. Ama var. Var işte biliyorum ben. Adamın ismini de hatırlamıyorum. İbili gibi bir şey. İsim mi o, lakap mı? Bilmiyorum. İbili işte. At arabası var ve içi o meyvelerle dolu. Satıyor işte sokağımızda, gördüm ben. Çocuklu bir kaç kadın etrafını çevirmiş arabanın. O meyveden alıyorlar. Ben de istiyorum. Baba. Babaa.. Babam nerede? Babam evde olmalı. Koşarak eve giriyorum. Babam kanepede, yüzükoyun uzanmış. Annem mutfakta galiba. Sesi geliyor, kendisi yok. Sanki ağlıyor. Çocuklar İbili'nin başında. Ben de istiyorum. Baba diyorum, ben de istiyorum. 'Yok oğlum' diyor babam. Babam ellerimi niye kocaman sıkıyor? Babamın sesi titriyor. Ama. Ama babalar ağlamaz ki. Babalar bağırır, anneler ağlar. Ama babam ağlıyor galiba. Sanırım kötü bir şey yaptım ben, olmayacak bir şey istedim. Sussam ben, ağlamayı bırakır mı babam? İstemiyorum ben ondan desem yine kocaman kocaman gülerek havalara atar mı beni?
Baba.. Ben artık kocaman oldum. Ve biliyor musun, yüzüne karşı hiç söyleyemedim ama ben sana içimden hep babacığım dedim. Babam, babacığım.. Bilmiyorsun değil mi, meyve yemeye çağırdığınızda neden hep bir bahane bulup gelmiyorum. Ben meyve sevmiyorum baba, istemiyorum. Ne zaman nerede o küçük aptal kırmızı meyveleri görsem ellerim acıyor benim. Onlar benim babamı ağlatıyor.. İstemiyorum. Ne olur artık kimse ısrar etmesin, ben meyve sevmiyorum..

17 Ekim 2010 Pazar

Büyük Yenilgiler Atlası: Giriş..

Aniden olup biten şeylerle başa çıkmak sanıldığından daha kolay aslında. Hiç istemediğin, hazır olmadığın hatta asla kabul edemeyeceğini düşündüğün herhangi bir durumla birdenbire karşılaşınca dengen bozuluyor haliyle. Ama bir süre sonra direnç göstermeye başlıyorsun. Eğer ne olursa olsun kabul edemeyeceğin bir şeyse başına gelen ve direnecek gücün yoksa bile kabullenmemek, delirmek hatta kendini öldürmek gibi seçeneklerin her zaman var. Ve reddetmek, delirmek ya da ölüm kaybederken kazanmak anlamına bile gelebilir belki. Hiçbir durumda mağlup olmazsın. Ya üstesinden gelirsin başına gelen şeyin ya da çekip gider, reddeder, farklı bir bilinç durumuna bürünürsün( farklı bilinç durumu demek delilik demekten daha sevimli mi ne?)Ama o şey birdenbire ortaya çıkmadıysa, aniden üstüne atılmadıysa, yavaş yavaş sızdıysa hayatına hatta neredeyse tatlılıkla sokulduysa.. 'sabırlı bir yılan gibi büyük bir dikkatle yaşamına, hareketlerine, saatlerine, odana işlediyse, uzun süre gizli tutulmuş bir hakikat, reddedilmiş bir gerçeklik gibi; dirençli ve sabırlı, incecik, ruhunun kuytularını, yalnızlığından aldığın keyfi, tavandaki çatlakları, kitaplığındaki son boşlukları, çatlak aynadaki yüzünün kırışıklarını ele geçirip lavabodaki musluktan damlayan suyun içine girdiyse'.. Farkettiğin an reddetmek ya da delirmek ya da ölmek için çok geçtir artık. Reddedemezsin; çünkü varoluşun dahil her şeyini onunla tanımlamışsındır farkında olmadan.. Deliremezsin; deliren bir deli aslında akıllanmış olur ve böyle biri iyiliği hakedecek kadar iyi şeyler yapmadığın kesin.. Ve ölemezsin, çünkü içine sızdığı her şeye bıraktığı korkaklık afyonu bütün hücrelerine işlemiştir. Çaresizce kabullenmekten başka seçeneğin kalmaz. Mağlup olmuşsundur. Başka türlü bir oyun başlar artık ve kendi hayatını tatsız bir film gibi izlersin..

Oysa bütün istediğin kıpırtısız bir hayattı. Sakin, dingin, hareketsiz. Mutlu olmaktan çoktan vazgeçmiştin, istediğin tek şey huzurdu. Huzurun yolu da mutlak eylemsizlikten geçiyordu. Ama ne zaman, ne eşya, ne de o izin verdi buna. Her şeyin tabi olduğu değişim yasalarından hayatını kurtaramadın. Alışkanlıklarını korumak pahasına direndiğini zannettiğin değişim yavaş yavaş sana ve eşyaya gününü ve gücünü gösterdi. Ne büyük ideallerin vardı ne kahramanlık hayallerin. Basit bir hayat, basit insanlar, zamanın ağır aktığı Safranbolu gibi bir yer ve ölürken bile kimsenin düzenini bozmayacak kadar farkedilmeyecek bir yaşam..Kurduğun hayallerin bile tek bir ortak noktası vardı. Basit, sıradan, sakin bir hayat.. Buna benzer bir şey kurduğunu zannetmiştin bir süre ama her sıradan insanın başına gelen senin de başına geldi. Kendi ellerinle kurduğun düzen başka eller tarafından yıkıldı. Birdenbire olsaydı bu, bir yolunu bulur başederdin, baktın olmadı kaçar giderdin. Ama yavaş yavaş oldu her şey. Usulca sokulurken hayatına, öyle güzel becerdi ki kendisini yadırgatmamayı, masanın üzerindeki biblonun yerini değiştirmek için bile aylarca doğru anı bekleyen sen hiçbir tuhaflık sezmeden yavaş yavaş aldın onu hayatına. Her gün bir adım attı. Sezmişti belki sendeki ürkekliği, hiç gürültü yapmadı. Öyle bir an geldiki sonra, sanki o, zamanın başlangıcından beri seninleydi. Ruhun bedene girmeden önce onunla beraberdi sanki, öyle hissetmeye başlamıştın. Alışkanlıklarının bozulmasına izin vermeyecekmiş gibi davranıyordu, kanda yavaş yavaş yayılan morfin gibi dağıldı tüm hücrelerine.. Ve her şeyin farkına vardığında artık çok geçti.. Birdenbire olsaydı keşke.. Keşke aniden karşına çıksaydı. Reddedebilir, kaçabilir, yokmuş gibi davranabilirdin o zaman belki. Olmadı. Yavaş yavaş girdi hayatına, ve sen durumu farkettiğinde hayatın artık sana ait değildi..

Anlatacaklarının kayda değer bir tarafı yok. Bunu en iyi bilen sensin. Hayatının da kayda geçmemesini istiyorsun aslında, başından beri talep ettiğin sıradanlık böyle bir şey demek zaten. Ama artık sana ait olmayan hayat ontolojik kaygılarla beraber hiç alışık olmadığın bir hesaplaşmanın merkezine soktu seni. Bütün olup bitenden sonra değişmeyen tek şey ölümden bile korkmayacak kadar yalnız olduğun gerçeği. Ama modülleriyle oynanmış bir yalnızlık bu. Saflığını yitirmiş, kullanılmış.. Uzun süre vakit geçirildikten sonra yenisi alınınca sahibi tarafından bir köşeye atılıp unutulmaya terk edilmiş, yıpranmış bir oyuncak gibisin. Artık çıkartıldığın jelatinin içine de geri giremezsin. Kullanılmış yalnızlık, yıpratılmış ruh, unutulmuş beden.. Oysa en büyük lüksün yalnızlığındı senin, 'tercih edilmiş yalnızlık' olası her tür yıpranmaya karşı geliştirdiğin bir zırh, ustalıkla kullandığın bir savunma mekanizmasıydı. Ama bu ustalık bile kurtaramadı seni. Bütün alışkanlıkların değişti, değerlerin ters yüz oldu. Üstelik olup biten hiçbir şey için kendinden başka kimseyi suçlayamadın. Hesaplaşmalarını ve iç çekişlerini Promotheus gibi sırtında taşımaya mahkum edildin. Bütün kabahat senindi, sana öyle öğretildi. Yapılmaması gerekenleri yapan, söylenmemesi gerekenleri söyleyen, olunmaması gereken yerlerde olan, duyulmaması gereken şeyleri duyan, alınmaması gereken şeyleri alan ve alınılmaması gereken şeylere alınan hep sendin. İkinci İsa oldun neredeyse. O Adem'in yasak elmayı yemesiyle başlayan ve kendisinden önce işlenen bütün günahların bedelini çarmıhta ödemişti. Sen de farkında olmadan metafizik bir çarmıha çakılı buluverdin kendini. Ve kalan hikayen o soyut çarmıhta kendinle hesaplaşmaktan başka bir şey değildi.. Söylediğim gibi, bütün bunlar yavaş yavaş oldu. Farketmedin. Farkettiğinde de çok geç kalmıştın, ne yeni bir savunma mekanizması üretecek becerin, ne de olup bitene karşı koyacak gücün kalmıştı..

Farkında olmadığın ve alıştığın her şeyi taklit eden bir tür mucize gibi süsledi hayatını. Beğendiğin kitapları yutarcasına okuyor, şımardığında annen kadar şefkatli davranıyor, konuşmak istiyorsan coşkuyla konuşuyor, susmak istediğinde odanın duvarları kadar sessiz olabiliyordu. Eğer istersen, o an neye, kime ihtiyaç duyuyorsan o oluyordu. Arkadaşın oluyordu, sevgilin, öğretmenin, annen.. İçine girdiği kabın şeklini alan su gibiydi. O kadar güzel herkes olabiliyordu ki, onun yanında başka hiç kimseye ihtiyaç duymuyordun. Hatta neredeyse bebekliğinden beri yanında olan hayali arkadaşına bile sırt çevimiş, hiç olmamış gibi davranmaya başlamıştın. Birgün senin içtiğin sigaradan içmeye başladığını farkettin Oysa daha önce saçma sapan kırmızı paketli bir sigara içiyordu, biliyordun. Ama öyle bir -sigaraya başladığı günden beri senin sigarandan içermiş- havası veriyordu ki kendine, bunu bile yadırgamadın. Bir organın, vücudunun bir uzantısı gibi oluvermişti. Yavaş yavaş ruhunu ele geçirirken bir taraftan da ruhunun asıl sahibi oymuş zannettiriyordu sana. Tek parça, onun yanındayken akmayan, hiçbir değişikliğin olmadığı, dünyanın en tuhaf tutsaklığının, tercih edilmiş yalnızlığa eklemlenmiş paralel bir zaman tutsaklığın tam ortasındaydın...
Şu an zihnin açık, bilincin yerinde. Olup biteni en ufak detayına kadar hatırlayabiliyorsun. Demek ki doğruymuş. Bir şeyi yaşarken aynı zamanda da değerlendirmek olmuyormuş. İnsan kendi hayatına bile ancak belli bir mesafeden bakabildiğinde bazı gerçekleri farkedebiliyormuş. Artık her şeyin farkındasın. Hayatınla arana soktuğun mesafe algı kapılarının açılmasını sağladı. Düşünüyorsun, hiç düşünmediğin kadar..

Neden sen peki? Cevabın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bile bile bu soruyu sormaktan alıkoyamıyorsun kendini. Neden sen? O kadar çok cevabı olabilir ki aslında bu sorunun. Tuhaflığın, egzotik hayvanların zengin safari düşkünlerinde uyandırdığı meraka benzer bir çekiciliğe yol açmıştır belki. Ya da seni uzaktan tanıyanların zaman zaman söylediği o izafi derinlik ve herkesin ittifakla kabul ettiği sinir bozucu kayıtsızlık. Belki de tesadüfen olmuştur. Öylesine çıkıvermişsindir karşısına, birdenbire! Elbette o senin hayatına birdenbire girmedi, başından beri söylüyorsun bunu zaten. Ama sen onun hayatına birdenbire girmiş olabilirsin. Artık hiçbir önemi olmasa da, sırtından yediği bıçakla ölmek üzere olan birinin içgüdüsel olarak katilinin suratını görmek istemesine benzer bir merakla düşünüyorsun bunu. Neden sen?
Gece iki treninin kuşetli vagonunda İ......'a doğru hareket ettiğinizi hatırlıyorsun. Onunla ilgili tüm netliğin başlangıç noktası o tren. Trende önce karşı karşıya, sonra yan yana oturdunuz tanımadığınız iki kişiyle birlikte. Trene kadar bir şeyler yaşanmış, konuşulmuş olmalı mutlaka. Evet evet çok iyi biliyorsun, yaşandı ve konuşuldu. Ama ne kadar zorlarsan zorla belleğini ne olanları ne de konuşulanları tam olarak hatırlayabiliyorsun. Bazı yarı bilinçli anlarda bir takım imgeler takılsa da zihnine, belleğin neler olup bittiğini tam olarak anımsamana izin vermiyor. Anlaşılan bindiğiniz treni, istenildiğinde yatak haline getirilebilen, önce karşı karşıya sonra yan yana oturduğunuz koltukları başlangıç noktası olarak kabul etmiş bilinçaltın. O andan başlayarak her şeyi çıldırtıcı bir kompülsiyon gibi en ince detayına kadar hatırlıyorsun. Sanki tam ortasından başladığın bir kitap okuyorsun ve kitabın ilk sayfalarına ait bir kaç bağlantısız fotoğraf dışında hiçbir şey yok belleğinde..
Uzun uzun Perec'i anlattığını hatırlıyorsun mesela. Ama nerede konuştunuz, o gerçekten seni dinledi mi, ne cevaplar verdi? Hiçbir fikrin yok. Eşyasız odadan ve düşünce sandalyesinden de bahsettin. Koyu, çok koyu, gördüğün en koyu kırmızı oje.. Ama ne zaman? Nerede? Bir kaç saat süren ne yesek münakaşası sonunda hiçbir şey yememeye karar vermenin ferahlatan rahatlığı.. Gözlerini yaşartan bir sabah ezanı.. Kirli bir bez ayakkabı.. Sonra lunapark.. Aile çay bahçesi.. Oktay Rıfat ve Calvino.. Babanın attığı ilk tokat.. Çorbaya sonradan ilave edilen tereyağının cızırtısı ve eline sıçrayan tek damla.. Yumuşacık saçlar.. Uzanıp okşasan mı? Yoksa uzanıp okşadın mı?.. Soğuk duvar.. Tren garı.. Bunların hepsi ve daha fazlası konuşuldu ve yaşandı mı? Yoksa oyun mu oynuyor beynin sana? Bahsettiğin her şeyin fotoğrafı çok net. Ama süreksiz, hiçbirinin öncesi ve sonrası yok. Olayları birbiriyle bağlantılandıramıyorsun. Erken dönem çocukluk anıları gibi, küçük paketler halinde anımsayabiliyorsun, ama hiçbirinin hikayesini hatırlamıyorsun. Hepsi bir tek günde anlatılmış ve yaşanmış olabilir. Ya da yıllar süren bir tuhaflığın bilinçaltından süzülmüş imgeleri de olabilir. Zaman ve mekan yasaları tamamen ortadan kalkmış gibi. Kesik kesik parçalar dönüp duruyor beyninde geçmişe dair. Ve hissettiğin tek şey,acı.. Ama o hep yanındaydı sanki. Yoksa bunların hepsini sen mi uydurdun? Emin değilsin. Tek bir şeyden eminsin. Önce karşı karşıya, sonra yan yana oturduğunuz o tren kompartımanı. Gece iki treni.. İ.......'a gidiyorsunuz. Neden oradasınız? Bu önceden kararlaştırılmış mıydı? Bilmiyorsun. Yoksa o trende, o gece mi karşılaştınız ilk defa? Yok, hayır, o kadar da değil. O hep vardı. Vardı.. Zamanının başlangıcından beri o hep vardı.. Hatırlamıyorsun ama, vardı.. Kafan yine karışıyor.. Trendesiniz.. Gece iki treni.. Önce karşı karşıya, sonra yan yana oturdunuz ve sen anlatmaya başladın..

Anlattıklarını ortalarda bir yerde yakalıyorsun. Muhtemelen çok daha önce konuşmaya başlamış olmalısın. Ama nereden ve nasıl başladığın konusunda bir fikrin yok. Histeri krizine tutulmuş gibi soluksuz konuşurken başlıyor hikayen. Üzerine dikilmiş, dünyanın en biçimli, en kahverengi gözlerine kaçamak bakışlar fırlatıyorsun anlatırken. Evet, başlangıçla ilgili aklında kalan en net imge bu. Kocaman bakan dünyanın en kahverengi gözleri.. Gözler senin dudaklarına takılıp kalmış. Sen ara sıra kaçırıp gözlerini sonra tekrar buluşturduğunda hep aynı yerde buluyorsun onları. Ve o anlarda öyle çok utanıyorsun ki, utanmanın kendisi değil bırakmış olduğu kalıcı sersemlik yaratan etki bile şu an bunları tekrar anımsadığında kulaklarının kızarmasına neden oluyor.. Sımsıkı yumulmuş ağız, kanatları hafif hafif açılıp kapanan iki minik burun kenarı, zaman zaman onların üzerinde gezinen koyu kırmızı ojeli ince parmaklar ve hiçbir yere kıpırdamadığından artık iyice emin olduğun dünyanın en kahverengi gözleri.. Bütün sihir konuşmaya devam etmene bağlı. Sanki bir an sussan gözleri başka bir yere, kompartmanın tavanına ya da iki yanınızda akıp giden karanlık yola kayıverecek ve onları bir daha sonsuza dek üzerine diktiremeyeceksin. Marifet susmamakta. Bir anlık suskunluk her şeyi bitirecek. Sen susarsan düşünmeye başlayacak ve o an istediğin son şey düşünmesi. Neyi düşünmesinden korkuyorsun? Emin değilsin. Neden bu saatte, bu trende bu adamın karşısındayım diye düşünmesinden muhtemelen. Peki neden bu saatte, bu trende senin karşında? Onu da bilmiyor ve aslında bunu onun da bilmediğini çok iyi biliyorsun. Düşünmemeli.. Düşünürse her şey mahvolacak ve henüz hiçbir şey başlamadı. İzin vermemelisin. Düşünmemeli.. Bunun için de susmaman lazım. İ.......' a gidiyorsunuz. Neden? Galiba bunu hiç konuşmadınız. Tren garında, bilet kuyruğunda buldun ikinizi. Oraya nereden geldiniz? Bardan ya da çorbacıdan. Lunaparktan da olabilir. Ama bu çok karışık.. Bilet kuyruğundan başlasan düşünmeye. Ama dur, orası da karışık. Bilet kuyruğunda onunla ve gişe memuruyla neler konuştuğunuzu da hiç hatırlamıyorsun. Her şey nasıl da birbirine girdi? Oysa daha hiçbir şey anlatmaya başlamadın. Nasıl da güzel becerirsin bu işleri. Hiçbir şey yaşamadan hayatını, hiçbir şey anlatmadan anlatacaklarını birbirine karıştırdın. Dur.. Toparla zihnini.. Tamam.. Gar yok.. Bilet kuyruğu yok.. Bar yok.. Lunapark yok.. Trendesin.. Karşında o oturuyor.. Şimdilik karşında.. Bir süre sonra yanına oturacak. Ve sen konuşuyorsun. Ne zaman başladın? Yok. Hiçbirinin önemi yok. Sen, o an, orada, onunla konuşurken doğdun sanki. Dünyanın en kahverengi gözleri dudaklarına çivilenmiş, yaramazlık yapan ama kendisine ciddi ciddi kızılmayacağını iyi bilen bir çocuk edasıyla öylece karşında durmakta. Başka hiçbir yerde, hiçbir konuşma bu kadar önemli olmadı sanki. Austerlitz öncesi Napolyon, öldürülmeden önce Sokrates ve büyük akşam yemeğinde dostlarını bir araya toplayan İsa ve başka bir dolu mühim adam o anlarda önemli konuşmalar yapmışlardır muhakkak. Ama gerçekte hangisi bu kadar yaşamsal olabilir ki? İsa aralarda su içmiş, Sokrates zaman zaman Platon'u dinlemiş olmalı. Oysa senin öyle bir şansın yok. Ara da veremezsin sözü ona da bırakamazsın. Eğer öyle yaparsan arada kısa da sürse bir sessizlik olur ve o, o suskunluk esnasında düşünür. Düşünmemeli.. Hiçbir şey düşünmemeli. Senin ve İ.......'un ve etrafındaki başka her şeyin kaderi buna bağlı sanki. O sadece seni dinlemeli. Düşünmemeli.. Neden burada olduğunu, haber vermek zorunda olduğu insanları, ne zaman geri döneceğini, eski ya da mevcut sevgilisini, gördüklerini, duyduklarını, bildiklerini.. Hiçbir şey düşünmemeli. Buna izin veremezsin. Bir an bile susarsan sustuğun an bunların hepsini aynı anda düşünecek biliyorsun.. Bütün gücünü toplamalı, susmadan anlatmalısın. Bundan eminsin ve tüm bunları bir saniye içinde düşündün. Düşündün.. Ve anlatmaya başladın..

" Neden böyle oldum ben? Bilmiyorum belki de böyle doğdum. Yok yok biliyorum böyle doğmadım aslında. Daha doğrusu annem biliyor böyle doğmamışım. Başlarda her şey yolunda gidiyormuş. Ama daha sonra değişen koşullar yüzünden yoldan çıkmış olabilirim. 'Bu çocuk bir tuhaf' lafını ilk kez ne zaman, kimden duydum hatırlamıyorum. Ama zamanla öyle çok söylenmeye başladı ki kabul etmek zorunda kaldım, evet 'bu çocuk bir tuhaf'.. Susadığını söyleyen kardeşime koşarak çamaşır suyu getirip içirdiğimde ve ses tellerinin birazcık yanmasına neden olduğumda annemin gözlerinde gördüğüm dehşet ; kibritlerin uçlarındaki yanıcı maddeyi teker teker kazıyarak elde ettiğim cephaneyi karınca yuvalarına akıttıktan sonra inceltilmiş kağıt marifetiyle ateşi yuvanın içine sokup yanmasını seyrederken ve zafer naraları atarken etrafta beni izleyen çocukların birer ikişer kaybolması; elimdeki muza yiyecekmiş gibi bakan komşumuzun kızını siktir git benim muzum bu diyerek kovaladığımda sesleri duyan babasının bana doğru gelirken çıkardığı kükrememsi ses ve daha pek çoğu.. Evet insanlar sadece sözleriyle değil bakışları, davranışları ve çıkardıkları anlamsız sesleriyle bile belli ediyorlardı 'bu çocukta bir tuhaflık' olduğunu. Zamanla yakın çevremden orta-uzak çevreme kadar pek çok alanda tuhaflıklarım anlatılmaya başlanmıştı. Anne babalar çocuklarının benim gibi olmaması için onlara nasihatler veriyor, yaptığım tuhaflıklardan yola çıkarak nasıl normal çocuk olunacağını ve normal çocuk olmadıklarında başlarına neler gelebileceğini benim üzerimden uygulamalı olarak gösterebiliyorlardı. Tamam tamam biraz abartıyorum belki, ama buna yakın şeyler yaşandığından eminim. İçinde bulunduğum her ortamda tuhaflığım çabucak farkediliyordu. Peki ben tuhaf olduğum için mi herkes bana tuhaf diyordu yoksa herkes bana tuhaf dediği için mi ben tuhaf olmuştum. Freud sağ olsaydı da bir baksaydı keşke. Neyse olan olmuş zaten. Ama bir şeyi bütün insanlığın kabul etmesi gerekiyor. Tamam ben tuhaftım, ama bazen hiç kimsenin başına gelmeyen tuhaflıklar da benim başıma geliyordu. Şimdi bunların detayına girmek istemiyorum ama çoğu zaman bir yerde birinin başına olmayacak bir şey gelecekse o kişi hep ben oldum. Saatlerce bekledikten sonra tam sıra sana geldiğinde konser biletinin bitmesi gibi bir şey bu; ya da Atm deki son parayı önündeki adamın çekmesi gibi bir şey.. Buna benzer durumların zaman zaman herkesin başına geldiği gibi seninde başına gelmesi tesadüftür, sık sık başına gelmesi şanssızlık, sürekli başına gelmesi ise.. Evet onun adı tuhaflıktır işte. Şimdi ben tuhaf olduğum için mi buna benzer şeyler hep benim başıma geliyor ya da buna benzer şeyler hep benim başıma geldiği için mi ben tuhaf biri oldum. Bilmiyorum, yolunda giden ve gitmeyen tüm işlerimde hep bir tuhaflık oldu, ve bu tuhaflıklar zincirinin son halkası da sensin.. "

Durdun sonra. Hayır susmadın, durdun.. Çok kısa sürdü bu durgunluk. Ölçülebilir zamana göre en fazla bir kaç saniye. Ne lüzumu vardı dedin kendi kendine, tüm bunlardan bahsetmen gerekli miydi? Korkutacaksın onu, ya o da herkes gibi seni anlamaya çalışmadan duyduklarına dayanarak senden uzaklaşırsa.. Uzaklaşmak mı? Zaten çok yakın sayılmaz henüz? Ne demek istediğini biliyorsun, kelime oyunlarını bıraksan.. Daha önce de böyle olmamış mıydı? Hayır daha önce böyle olmamıştı. Daha önce olan hiçbir şeye benzememeli bu, buna izin veremezsin. O yüzden her şeyi en ince detayına kadar anlatman lazım, o kadar anlatmalısın ki, ruhunun röntgenini çekmiş gibi hissetmeli kendini. Sadece önemli olduğunu düşündüğün şeyleri anlatarak kenara çekilemezsin, aksine nerede önemsiz hikayen var çıkartıp onları girdikleri bilinçaltı deliğinden teker teker anlatmalısın. Anlattıkça hatırlamalı, eksik kalan kısımları anlatırken tamamlamalısın. Bu kez susamazsın, yarıda da bırakamazsın, anlatman lazım..

" Artık yavaş yavaş üzerime yapışan bu 'tuhaflık' hali, kurumsal bir tuhaflıkla iyice perçinlendi. Okul ya da babamın tabiriyle mektep ilk derin hayal kırıklığıyla karşılaştığım yer olmuştu. Bana en az iki beden büyük gelen kapkara bir önlük ve önlüğün yukarıya doğru bittiği yerde başlayan bembeyaz yakalıkla hayatım boyunca büründüğüm en komik kılıktaydım -ki hayatımın boyu henüz beş seneydi-. Hala da tam anlayamadığım nedenlerden ötürü sınıftaki herkesten iki yıl kadar küçüktüm. Zaman zaman bu durumu onlardan daha zeki olmama yorsam da gerçeğin öyle olmadığını anlamam çok uzun sürmedi. Bir hafta geç başladığım için okula aslında ona bağlı pek çok şeye de geç kalmıştım. Sınıfta ilk gruplaşmalar oluşmuş, çocuklar arkadaş-yakın arkadaş tasnifini kafalarına göre yapmış ve ben hem sınıfa en son gelen hem sınıfın en küçüğü hem de en komik kıyafetlisi olarak kaçınılmaz rolümle yüz yüze gelmiştim. Soytarılık!. Şiddetle reddettiğim için bu rolü ilk günden kavga elzemdi. Daha öğretmenle bile karşılaşmadan kavgayla başladı okul ve o gün bu gündür okul denen mekanizmayı kavga ve kendini koruma güdüsü ve nefretle andım hep. Filmlerde de buna benzer şeyler olur. Sınıfa filmin kahramanının çocukluğu girer, herkes tuhaf ve yadırgayan bakışlarla çocuğu süzer ve kimse yanına oturmasını istemez. Boş gördüğü bir yere hamle yapmaya çalışır umutsuzca ama sıranın ters tarafında oturan çocuk hemen boşluğa doğru kayar ve mesajını verir. Seni istemiyorum ahbap, burası dolu! Birkaç sefer daha benzer girişimler olur. Ama filmle gerçek hayat arasındaki fark burada başlar işte. Mesela bu bir Amerikan filmiyse şöyle devam eder hikaye. Çocuk tam umudunu yitirmek üzereyken orta sıralardan sarı saçlı mavi gözlü sevimli bir kız çocuğu en sevecen ifadesiyle 'hey' der 'buraya oturabilirsin'. Çocuk için her şey güzel olmaya başlamıştır artık. Sınıfta olup biten tatsızlıkların geçici olduğunun da kanıtıdır bu. Kimse sorgulamaz da o kadar güzel ve sevimli ve merhametli olan kız neden yalnız oturuyordu diye. Çünkü herkes bilir küçük kız, kahramanımızın çocukluğunu beklemektedir yanına kimse oturamaz o yüzden, senaryo öyle yazılmıştır.. Ama beni bekleyen kimse yoktu, zaten sınıfta sarı saçlı mavi gözlü kız da yoktu ve aslında kızlarla erkekler o zamanlar yan yana oturmazlardı. Yine filmlerde çocuğu sınıfa okulun müdürü ya da öğretmen getirir, diğerleriyle tanıştırır ve toplu bir hoş geldin seansı düzenletirdi. Ama ben yalnız girmiştim sınıfa müdürü de öğretmeni de tanımıyordum ve ne o zaman ne de başka zaman ne müdürün ve öğretmenin ne de başka birinin umurunda olmayacaktım. Çaresizlikle bakınırken etrafa ilerde anlayacağı başka nedenler yüzünden diğerleri tarafından dışlanmış kavruk ve hep ağlayarak bakan en arkadaki çocuğun yanındaki boşluğu fark ederek o tarafa doğru yürümeye başladım. Ve birkaç çelme girişiminden ustalıkla kurtularak yanına iliştim. Türk filmi işte bu kadar olur. Amerika’da olsaydım sarı saçlı mavi gözlü ismi Mary ya da Clara falan olan o şeker kız bekleyecekti beni ama bizim senaristlerin hayal gücü o kadar gelişmediği için insanları ancak kendilerine benzeyenlerle eşleştiriyorlardı. Oturur oturmaz oradan buradan sataşmalar da gelmeye başladı. İçimi o güne kadar hiç hissetmediğim bir duygu kaplamıştı. Öfke-acıma karışımı bu his (diğerlerine duyduğum öfke ve kendime duyduğum acıma) o andan sonra yakamı hiç bırakmadı. Öğretmen denilen deniz anası sınıfa geldiğinde okulla ilgili notumu çoktan vermiştim. Burası beş para etmezdi, akşam babamla konuşacak ve bir daha gelmeyecektim buraya.
Eve gider gitmez okulla ilgili kararımı babama anlattım ve daha lafımı bitirmeden öyle bir kahkaha geldi ki, ikinci kez tekrarlamanın bile yersiz olduğunu hemen anladım. Çaresiz gidecektim o toplama kampı kopyası gri binaya, hem de hafta içi her sabah. Ertesi gün yine aynı alaycı bakışlarla karşı karşıya geldiğimde kararımı vermiştim. Ne pahasına olursa olsun onlara kendimi ezdirmeyecek ve asla onlardan biri olmayacaktım. Ve birkaç diklenme girişimine öyle şiddetli karşılık verdim ki, sınıftaki diğer çocuklar bu tuhaf görünüşlü küçük çocuktan birer birer uzaklaşmaya başladılar. Ama okulda tek sorun sınıf arkadaşlarım değildi. Komik bir oyun oynanıyordu sabahtan öğlene kadar ve sanki benim dışımda hiç kimse oyununun farkında değildi. Büyükleri sevmeli saymalı ant içme töreniyle başlayan şenlik öğretmenin yerli yersiz tepkileriyle her gün tekrarlanan bir traji-komediye dönüşmüştü. Dayımın marifetiyle okuma yazmayı okula gitmeden öğrendiğim için sınıfta yapılan çizgi çizme, hep bir ağızdan harf ve kelime okuma seansları toplu bir cinnet töreni gibi geliyordu bana. Herkes herkese geri zekalı gibi davranıyordu. Öğretmen çocuklara, çocuklar öğretmene, çocuklar çocuklara ve muhtemelen öğretmenler diğer öğretmenlere. Ve tuhaftır bu durum karşısında gitgide suskunlaşıp kendi kabuğuma çekilmem öğretmenin beni geri zekalı zannetmesine yol açtı. Daha bir ay dolmadan okula çağırılan babama bu kuşkudan bahsedildiğinde evde olup bitenler de ayrı bir trajediye vesile oldu haliyle. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Beş yaşındaydım henüz ve kelimenin tam anlamıyla ne olduğunu o zamanlar kavrayamayacağım varoluşsal bir ikilemin ortasına düşmüştüm. Sınıfta kimseyle konuşmuyor, kirden birkaç kere mutasyona uğramış sıraya kafamı gömüp öğlene kadar son zilin çalacağı anı bekliyor eve gider gitmez de bulabildiğim herhangi bir kuytuya çekilip ertesi günün gelmesini bekliyordum. Bütün hayatım yapmak istemediğim şeyleri yapma zamanımın gelmesini beklemekle geçecekti sanki. Nefret etmek kelimesinin tam karşılığı o an benim hissettiklerimdi. Okuldan nefret ediyordum. Ucube öğretmenlerinden, arkadaş denilen tek hücrelilerinden, kirden canlı organizmalara dönüşmüş sıralarından, beton yığını bahçesinden,iğrenç griliğinden ,küflenmiş duvarlarından, keskin amonyak kokan tuvaletlerinden. Hasta olup okula gitmediğim zamanlar mutluluktan delirecek gibi oluyordum. Bütün gün yatakta yatıp hiçbir şey yapmamadan sonsuza kadar mutlu mesut yaşayabilirdim. Zaten çelimsiz olan vücudum iyice zayıf düşmeye, benzim hızla sararmaya başlamıştı. Evdekiler bile fark etmişti artık, ortada geçici bir uyum sorunundan daha ciddi şeyler vardı. Aslında durum öyle ümitsizdi ki ancak bir mucize işleri yoluna koyabilirdi.."
Trenin içi çok sıcaktı, camı açtın. Ve yasak olmasına rağmen sigara yaktın. O da seninle birlikte sigara içmeye başladı. Diğer iki yol arkadaşınız dışarı çıkmışlardı bir süre önce. Kompartımanda yalnız ikiniz vardınız. Camı açılabileceği kadar açmıştın ama hala çok sıcaktı. Sigaranı yaktıktan sonra onun sigarasını da yakmak için çakmağınla hamle yaptığında yanına oturduğunu farkettin. Ne zaman gelmişti? Oysa başından beri karşında oturuyordu. Camı açmak için ayağa kalktığında yanına gelmiş olabilir, ya da paketinden sigarayı çıkardığında. Daha önce de gelmiş olabilir, tam olarak şu an da. Ama bakışlarının üzerinden hiç ayrılmadığına eminsin. Kalkıp yanına geldiğinde kendini kaptırmış anlatıyordun büyük ihtimalle.. Gözlerini senden ayırmadan kalkıp gelmişti ne zaman gelmişse, sana bakmaktan bir an için bile vazgeçmemişti. Bir an bile kaçırmış olsaydı gözlerini, anlardın. Bir an için kaçırsaydı gözlerini, bu kadar zor olmazdı. Tek bir an kaçırsaydı gözlerini, susar, onu dinlerdin. Bir kez, tek bir kez kaçırsaydı gözlerini, büyü bozulurdu, sen uyanırdın ve her şey eskisi gibi olurdu. Ama o hep sana baktı, ve hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Hayata ve insanlara dair şaşmaz bir inançla biriktirdiğin tüm olumsuz düşünceler yerle bir olmuştu.
Anlattığın her şeyi o an yeniden yaşıyor gibiydin. Hiçbir anlatı bu kadar kıymetli olmamıştı sanki. Hayatın boyunca hep çok konuştuğundan yakınılan sen, farkettin ki o güne kadar hep konuşmuş, fakat hiç anlatmamıştın. Hayatla ve insanlarla arana çektiğin çizginin diğer tarafından konuşmuş, söyleyeceklerini anlamaya bile çalışmayacaklarından emin olduğun için içte içe onlarla dalga geçip canının istediği gibi davranmayı alışkanlık haline getirmiştin. Nasıl da canını yakıyordu bu halin. Oysa o kadar çok ihtiyaç duydun ki onlara, umurlarında olmadığını anlamak başlarda çılgına çevirmişti seni. Sonraları bu acıyı onlarla dalga geçerek ortadan kaldırdığını zannetmiştin. Ama kalkmamış. Bak görüyor musun? Bir taraftan kanayıp bir taraftan anlatıyorsun. Sanki karşında sadece o değil, hayatın boyunca seni anlamaya çalışmamış herkes var. Hayatının kuytularında kalan ve kimselerin bilmediği his ve yaşantılarını birer birer bütün çıplaklığıyla dökerken ortaya; ağır bir günahın vebalini tek başına taşıyamayan birinin çaresizlik içinde diz çöktüğü rahibin karşısında hiçbir şey saklamadan beynini kemiren her şeyi teker teker sıralarken yaşadıklarını anımsatan bir sahne yaşanıyordu kompartımanda. Oysa, insanlardan uzun zaman önce umudunu kesmiş, onlardan bir şey beklememeye ve kendi düzenini kurmaya karar vermiştin. Biliyordun ki bir insanın başka bir insanı anlayabilmesi ancak çok özel durumlarda mümkündü ve sen hiçbir zaman hiç kimse için o kadar da özel olmamıştın. Ve yine çok iyi biliyordun ki durup herhangi bir kimseyle bunun denemesini yapmaya bile değmezdi. Şaşmaz nedensellik ilkesine tabi bir takım tabiat olayları gibi beşeri kurallar vardı. Ateş yakar, su boğar, insan anlamaz.. Yüzlerce hayal kırıklığı, küçük düşme, yüzüstü bırakılma ve her koşulda anlaşılamama deneyimi sana bunu öğretmişti. 'Hayatın ciddiye alınmasını istediğin bir oyundu' ve kimselerin durup bununla uğraşacak zamanı yoktu..

" Beklediğim mucize hiçbir zaman gerçekleşmedi. Yani gerçek hayatta. Ama başka türlü bir mucizenin olabileceğini gösterdi birgün babam bana belki de kendisi bile farketmeden. Gerçeğin her türlüsünün canımı yakmaktan başka işe yaramayacağını anladığımda onunla mücadele etmekten ve olabildiğince reddetmekten başka çarem olmadığına karar verdim. Hırsla okumaya başladığım kitaplar bu konuda en büyük yardımcılarımdı. Kendimi anlatacaksam eğer sana kitaplarla kurduğum ilişkiden başlamam gerekli galiba. Çünkü bu ilişki, kelimenin tam anlamıyla zorunlu bir ilişkiydi. Kitaplardan, kitaplarımdan bahsetmeliyim sana. Ama bunu yaparken ne kadar kültürlü ve entellektüel olduğumu anlatmak gibi bir derdim yok. Geriye dönüp baktığımda, genç sayılacak yaşta büyük fedakarlıklarla oluşturduğum kütüphanem hayatta sahip olduğum ve övünebildiğim en önemli şey. Ve üç binin üzerinde kitapla kurmuş olduğum ilişki içinde barındırdığı masumiyet ve tutkuyu düşündüğüm zaman başka hiçbir şeyle karşılaştıramayacağım kadar özel. Çok küçük yaşlarda başladı hikayem. Kendimi bir türlü kendilerinden biri gibi göremediğim ve bunun aksini ispatlamak için hiçbir çaba göstermeyen büyüklerin ve küçüklerin dünyasından kaçabileceğim yegane sığınağın kitaplar olduğunu anladığımda ilk okula yeni başlamıştım. Başlar başlamaz nefret ettiğim okula gitmemek için hastalık uydurduğum günlerin birinde babamın muhtemelen kapağına bakarak aldığı ve ne yazdığı hakkında hiçbir fikre sahip olmadığı ilk kitabım, bana büyülü, bambaşka bir dünyanın kapılarını açtı. Gördümki istemediğim insanlara katlanmak zorunda değilim. Başka bir dünya mümkün ve onu benimle beraber istediğim yere götürebilme şansım var. Babamın aldığı kitabın adı Pal Sokağı Çocukları'ydı. Bir solukta okuduğum kitabın çocuk kahramanı Nemeczek, benim ilk gerçek arkadaşım ve kahramanım oldu. O güne kadar tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Ölümüne yol açan soylu fedakarlık çocuk ruhuma çok büyük gelmişti ve bunu anlamakta zorlanmıştım. Çünkü benim etrafımda bu tür fedakarlıklara değeceğini düşündüğüm kimse olmamıştı. Ama buna rağmen o artık benim kahramanımdı, çetedeki diğer çocuklar da arkadaşlarım. Daha sonra başka kitaplar okumak istedim ama o zamanlar kitap şimdiki gibi kolay elde edebileceğim bir şey değildi. Bu yoksunluk hala üzerimden atamadığım ve artık takıntı haline gelen üzerinde bir şeyler yazan her şeyi okuma hastalığına yol açtı. Eski - yeni gazeteleri, el ilanlarını, reklam panolarını, ders kitaplarını, sigara paketlerini, kibrit kutularını, gazoz şişelerini, kaset kapaklarını, ait oldukları nesneyle hiç alakası olmayan bir merakla okumaya başladım. Bugün sahip olduğum bir yığın işe yaramaz bilgi, o günlerin mirasıdır. Şu an bile gözümü kapattığımda Çamlıca gazozunun muhteviyatını ezbere söyleyebilirim. Bakkal Hamdi'nin tabelasının hangi içecek firması tarafından hazırlandığını hala unutmadım. Özellikle annemi ciddi bir endişeye sürüklemeye başlayan okuma tutkusu, hakkımda yapılan "tuhaf" imasının üzerime iyice yapışmasına da yol açtı böylece. Sanıyorum bizimki gibi az okuyan toplumların karakteristik özelliklerinden biri de budur. Okumayanlar, okumadıklarıyla kalmazlar okuyanları da tuhaf bakışlarla süzerler. Onların bunalımlı, ya da daha insaflı bir değerlendirmeyle yalnız olduklarını düşünerek garip bir şekilde kendi okumama hallerine bir mutluluk kılıfı geçirirler ve şükrederler. Küçük bir çocuğun başka her şeyden vazgeçme pahasına yazıya tutkulanması karşısında da gösterebilecekleri en basit tepkinin "tuhaf bu çocuk" iması olması, şaşılacak bir şey olmadı haliyle. İlk okuduğum kitaptan sonra araya başka kitaplarda girdi tabi. Ama benim üzerimde ikinci vurucu etkiyi yapan kitap Sefiller oldu. Sünnet olduğum gün yine babamın ve yine sadece kapağına bakarak aldığı kitap çok sonraları okuduğum orjinal çevirinin oldukça kısaltılmış bir versiyonuydu. Buna rağmen J.Valjan, Cosette, Maryüs ve diğer karakterler uzun süre etkisinden kurtulamadığım yeni düş arkadaşlarım oldular. Artık gözlerimi kapatıp kendimi onların zamanında ve dünyasında hayal ettiğim anlar, okuma tutkusunun sadece okuduğum zamanlarla sınırlı kalmamasını sağladı. Okumadığım zamanlarda kendimi kahramanlarımdan birinin yerine koyduğum ve onun yaşadıklarını kendi yaşadıklarım varsaydığım "gündüz rüyalarım" olmuştu. Özelikle hep kaçmak istediğim ama zorunluluklardan dolayı bir yere kıpırdayamadığım mekanlarda(okul gibi),sıkıntıdan cinnet geçirmemi engelleyen tek şey bu gündüz rüyalarıydı. Bugün bile bir yerde çok sıkılıyorsam eğer - ki genelde bulunduğum yerlerin çoğunda çok sıkılıyorum- gözlerimi bir noktaya sabitleyip kendime hemen bir gündüz rüyası kurgulayıveririm..
Büyüdükçe bir şeyi şaşkınlıkla farkettim. Diğerleri hakkında çocuk aklımla vardığım yargı doğruymuş. Büyüklerin dünyası gerçekten çok sıkıcı ve üzüntüden başka hiçbir vaatleri de yok. Ve bu durumla başedebilmemi sağlayan, tam olarak onlardan biri olamasam bile içlerinde, kıyıda köşede bir yerlerde çıldırmadan yaşayabilmemi sağlayan yegane dostlarım hala kitaplarım. İyi kötü ayrımı yapmadan sahip olduğum ve okuduğum bütün kitaplarla yaşamım boyunca hep gurur duydum. Ama bazı kitaplar, daha doğrusu benim o kitaplarda bulduklarım diğerlerinin hep bir kaç adım ötesindeydi. Ve zamanla okuduğum kitaplarla içinde bulunduğum ruh hali arasında simetrik bir uyum ortaya çıktı. Bugün de oynamayı sürdürdüğüm keyifli bir oyun keşfetmiş oldum böylece.. Hala canım çok sıkkınsa Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okurum. Holden ile birlikte masumiyetin kayboluşunu ve bunun insanı delirten trajedisini yaşarım. Çok öfkeli olduğum zamanlar George Perec okurum. Dehası ve okuyan herkesin sinirini bozacak ukalalığı onunnla birlikte bütün dünyaya meydan okuyormuşum gibi bir hisse sürükler beni. Kendimi çok yalnız hissettiğimde Tutunamayanları okurum. Selim' in herkesin gözünün içine yalvararak bakıp "canım insanlar" demesi ama hiç kimsenin durup onu anlamaya çalışacak kadar vaktinin olmaması ruhumda bir yerlerin çivisini söker. Aşık olduğum zamanlar Marcel Proust okurum. Dev eseri Kayıp Zamanın İzinde etrafımızda gördüğümüz her şeyin, her ayrıntının edebiyatta ve yaşantımızda bir değeri olduğunu ve bütün güzelliklerin de ayrıntıların arkasına saklandığını anlatır bana. Hiçbir şey hissetmediğim zamanlarda da Ahmet Hamdi okurum. Huzur ya da Saatleri Ayarlama Enstütüsü benim için zamanın durduğu ve onlar elimde olduğu sürece hiç akmayacağı kutsal birer objeye dönüşür.."

Tamamen kontrolden çıkmış gibiydin artık. Yolculuk başlayalı yaklaşık bir saat olmuştu ve B...... istasyonuna girmek üzereydi tren. Seninse ne yol ne de bulunduğunuz yer umrundaydı.Hiç susmamak, her şeyi; bildiğin, duyduğun, gördüğün, yaşadığın, uydurduğun, hayal ettiğin.. Her şeyi anlatmak, belki de içten içe onun gözüne girebilmek için çırpınıp duruyordun. Şimdi bulunduğun yerden baktığında o halin izleyicilere bütün numaralarını göstermek için çabalayan eğitimli bir sirk hayvanını anımsatıyor. Bir şeyleri atlamamak kaygısı anlatının ritmini bozmaya başlamıştı bile. Zaman gözetmeksizin bir tür -refleksif bilinçakışı anlatımı- metoduyla hayatının içinde bir ileri bir geri gidip, hiçbir işe yaramayan hikayelerinden tutunacak bir dal yaratmaya çalışmanın acınası zavallılığı bütün hücrelerine sinmişti sanki..

"Büyük beklentilerin olmasın.. Eğer yaşadıklarından çıkardığın en önemli ders nedir diye sorsaydı biri bana, bu üç kelimeyle cevap verirdim duraksamadan.. Büyük beklentilerin olmasın.. Bağırmayan anne, kırılmayan oyuncak, terketmeyen sevgili, bitmeyen oyun olmaz.. Beklentilerimin büyüklüğü ile hayal kırıklıklarımın büyüklüğü arasındaki çarpıcı ilişki öğretti bana bunu. Masumiyet denilen şey benim için anlamını, hayatım senaryosunu Bukowski'nin yazdığı ve müziğini Nick Cave'nin yaptığı boktan bir beat kuşağı filmine benzemeden çok daha önce yitirdi. Amacım karşıma çıkan herkese pislik atıp işin içinden sıyrılmak değil. Ama en başından beri anlayamadığım, bana yanlış gelen bir şeyler var. Ve şimdi anmaya bile değmeyecek bir sürü neden? Bir soru olarak 'neden ?' Neden insanlar anlatmak istediğim kadarıyla yetinip anlatamadıklarımı da anlattıklarımdan yola çıkarak anlamaya çalışmadılar? Ya sırtlarını dönüp gittiler ya da gereksiz sorularıyla ruhumun alabildiğine bunalmasına yol açtılar. Oysa susup yanımda kalmaları yeterliydi. Zamanları mı yoktu? Belki de sabırları.. O kadar çok sevebilirdim ki aslında hepsini.. Neden izin vermediler? Kendilerinden biri olmadığımı farkettikleri için belki.. Ama bu yanlış, daha doğrusu yanlıştı, yanıldılar. Aslında ben o kadar onlardan biriydim ki. Ağızlarından çıkan tek bir sözcüğü bile kaçırmadan dinliyor, sonra onlar unuttuklarında hatırlatıyordum. A.... B....'den nefret ettiğini söylüyordu mesela sonra B.... yanımıza geldiğinde onu nasıl sevdiğini anlatıyordu ben de az önce konuştuğu şeyi unuttuğunu farkedip aslında B....' den nefret ettiğini hatırlatıyordum.. Sonrada A.... ve B.... benim ne kadar salak olduğumu söyleyerek yanımdan uzaklaşıyorlardı. Hiç anlamıyordum, onları ciddiye aldığım için mi kızıyorlardı bana. O kadar uzun süre baktım ki gözlerinin içine,ne olur dedim içimden, beni de aranıza alın, istediğiniz gibi olurum, sizin gibi davranmayı konuşmayı küfür etmeyi becerebilirim.. Kabul etmediler.. Ama edeceklerinden emindim bir gün.. Hırsla küfür etmeyi, sigara içmeyi, yalan söylemeyi, sağa sola tükürmeyi ve kavga etmeyi öğrendim. Artık bir farkımız kalmamıştı, aralarına alırlardı beni. Yine almadılar.. Sonra anladım ki, bunlar sonradan öğrenilince olmazmış. Efendiliğin üstüne giydirilmiş serserilik nasıl sırıtırsa bünyede, ben onların arasında hep öyle sırıtırmışım. Bazı şeyler öğrenilmez, doğuştan bilinirmiş. İnsan onları bilerek doğarmış. Doğdukları zaman küfür etmeyi yalan söylemeyi ve kavga etmeyi bildikleri için onlar, ben ne yaparsam yapayım gerçek olamazmışım..
Çok zaman geçti tabi.. Ve ben büyüdüm.. Büyüdükçe efsane kavgalar ettim, olmadık küfürler uydurdum, herkesten çok sigara içtim ama masaldakinin aksine kuğuların arasındaki çirkin ördek yavrusu olmaktan kurtulabilmeyi bir türlü beceremedim.."

B..... istasyonunda durdu tren. Ve trenin durmasıyla birlikte sen de sustun. Yaklaşık bir saattir yoldaydınız ve sen ilk kez susuyordun. Ayrıca çok susamıştın. Dudakların çatlamaya başlamıştı. Sağa sola bakınırken gülümseyerek sana su uzattığını farkettin. Oysa su aldığınızı hatırlamıyorsun. Trene bindiğinizde çantasında olmalı. Yarısı içilmiş.. Bir yudum alıyorsun.. Ama bu su o kadar güzelki.. Neden gülüyor? Anlattıklarını ciddiye almadığı için mi? Saçmalama.. Şimdi anlatmıyorsun ve o yine gülüyor? Gülmüyor.. Gülüyor.. Hayır gülmüyor.. Gülümsüyor. Evet evet gülümsüyor, tebessüm dedikleri şey işte. Ne güzel gülüyor.. Hayır hayır gülümsüyor. Ne güzel gülümsüyor. Evet mi hayır mı karar versen. Veremiyorsun,o gülüyor, ama herkesin güldüğü gibi değil. Sadece gülümseme de değil tebessüm de değil. Hepsi birden belki. Ama seni rahatsız etmiyor bu. O kadar sıcak ki. Ve nasıl da güzel. Hep güzel miydi o? Trene binince güzelleşti galiba. Allahım diyorsun, neden bakışlarını hiç ayırmıyor üzerimden. Yanında oturuyor, neredeyse birbirinize değeceksiniz. Sen cam kenarındasın o koridor tarafında. Ve sol omuzunun üzerinden hafifçe bakmasına rağmen sana bakışlarını gözlerinin tam ortasında hissediyorsun. Bunu nasıl beceriyor? Sen de hep onun gözlerinin içine baktığın için olmasın.. Ama hayır, sen hep onun gözlerinin içine bakmıyorsun. Anlatırken sık sık kaçırdın gözlerini. Buna rağmen eminsin o sana bakmaktan bir an bile vazgeçmedi. Ne istiyor senden? Bilmiyorsun. Diğerleri gibi değil sanki o. Saçmalamasana.. Daha önce kaç kişiye bu diğerleri gibi değil, farklı dedin hatırlıyor musun? Hatırlamıyorsun bile. Daha önce de pek çok kişi için bu kez farklı dedin, bu kez diğerleri gibi değil. Ya bu kez gerçekten diğerlerinden farklıysa. Emin değilsin. Ama biliyorsun ki için hiç olmadığı kadar rahat, onun yanında kendini alışık olmadığın kadar huzurlu hissediyorsun .. Uzun uzun çalan düdükle beraber tren yavaş yavaş hareket ediyor. Sen de anlatmaya devam ediyorsun..

3 Ekim 2010 Pazar

Tercih edilmiş yalnızlık..

Yalnızlık.. Bir zaman sonra zorunluluk olmaktan çıkıp tercih olmaya başlar. Onlarla olduğun zamanlarda başına gelenler öyle acıtmıştır ki canını, haline acıyan beynin ya da Tanrı bir savunma mekanizması bahşeder sana. Adı da.. Tercih edilmiş yalnızlık. Bilirsin aslında, hatta hep anlatırsın da. Herhangi bir savunma mekanizmasının hiçbir asıl problemi çözdüğü görülmemiştir ama delirmemek için de onlardan başka dayanacak bir şey yoktur. Gittikçe nur topu gibi bir hastalığa dönüşür bu hal ve tuhaf bir şekilde kendini iyi hissettiğin bile olur bunun sonucunda.. Paranoid kişilik bozukluğu. Paranoid kişilik bozukluğunda gittikçe etrafındaki diğer insanlardan uzaklaşan kişi yakın ilişkiler kuramaz hale gelebilir. Kişinin duygusal anlamda yakınlık kurması özellikle kaçınılan bir olgu olarak görünür, çünkü duygusal yakınlık kendisini muhtemelen incitmeye ve kendisine zarar vermeye niyetli olan diğer insanların eline verilebilecek olan bir kozdur. Kontrolü elinde tutmak isteyen ve böylece diğer insanlardan zarar görmeyeceğini düşünen kişi, etrafındaki olası yakınlıkları bozmak için gerektiğinde açık bir şekilde kızgınlığını göstermeye ya da yalnızlığını bozacak herhangi bir girişimi açık bir şekilde püskürtmeye odaklanmıştır. Bu durum yalnız bireyin bir müddet sonra yalnızlığını kaybetmekten korkması ve yalnızlığını bozabilme ihtimaline sahip olabilecek insanları derhal defetmeye çalışması semptomuna yol açar. Saf yalnızlık, bir müddet sonra saf kontrol anlamına gelmekte ve tehdit edici olabilecek bütün unsurlar yalnızlıkla ortadan kaldırılabilmektedir. En uç noktalarda yaşanan büyük özerklik ihtiyacı, paranoid kişilik bozukluğu semptomları gösteren kişinin kimseden yardım almadan yaşamaya çalışmasını da böylece açıklar.. İyi halt eder..

8 Eylül 2010 Çarşamba

İlk Aşkım..

Hepimiz hayatımızın bir yerlerinde takılıp dururuz aslında. Hayat ve her şey akıp gitmeye devam eder elbette ama biz o an orada takılıp kalmış ve bir parçamızı da orada bırakmış oluruz. Sanıyorum pek çoğunuzun büyümek dediği şey tam olarak bu. Büyümek aslında ne kadar yaşadığımızla değil nelere ne kadar takılıp kaldığımızla ilgili bir şey. Oralarda, takıldığımız yerlerde kendimizden bir şeyler bıraktığımız için onlardan geriye kalan boşluğu zaman denilen şeyle doldururuz ve bunun adı büyümek olur. İçimdeki ilk büyük boşuğu onunla yaşamıştım ben. İlk aşkım, hayatıma giren ve hala aklıma geldiğinde ne durumda olursam olayım hep gülümsememi sağlayan ilk kadın. Oysa bir zamanlar ne kadar çok ağlamıştım onun için. Evlerimiz karşı karşıyaydı. Onu ilk kez ne zaman gördüm, ne zaman bir şeyler hissetmeye başladım ve hissettiklerim ne zaman aşka dönüştü hiç hatırlamıyorum. Sanki o hep bizim karşımızda ve hep benim yanımdaydı. Ailece çok yakın olduğumuzdan ve evler arasında da teklifsizce gidilip gelindiği için onu da anne ve babamı gördüğüm sıklıkla görüyordum neredeyse. Başlarda hiç üzerinde durmadığım ve sıradan bir şey gibi karşıladığım bu hal bir zaman sonra bende çılgınca bir tutkuya yol açtı. Sanki birdenbire aşık oldum ona. Sürekli onu görmek, onun yanında olmak, dizlerine yatıp saatlerce saçlarımla oynamasına gülerek karşılık vermek istiyordum. Kendimi beğendirmek için saçlarımı tarıyor, en güzel kıyafetlerimi giyiyor, heyecan içinde erkenden kalkıp, uyanacağı saatin gelmesini bekliyordum. Başka herkese ve her şeye olan ilgim dağılıvermişti. Onun gözüne daha çok girmek, benden bıkmamasını sağlamak ve hep yanında olmaktan başka hiçbir isteğim kalmamıştı. Çok mu güzeldi? Değildi galiba. Ama annemden sonra beni önemseyen ilk kadındı. Ve benim de yanında durdukça heyecandan sakarlaştığım ve sakarlaştıkça daha da çok heyecanlandığım ilk ve belki de tek kadın. Ona olan ilgimin başından beri farkındaydı. Ve hiçbir zaman araya mesafe koymaya çalışmadı. Bulduğum her fırsatta onu öpücüklere boğuyordum ve o da bana öpücüklerle karşılık veriyordu. Kollarımızı açabildiğimizce kucaklıyorduk birbirimizi. Havaların güzel olduğu zamanlar beraber evden çıkıyor canımız nereye isterse gidiyor ve hava kararana kadar dolaşıyorduk. Prensin ben olduğum bir masalın tam ortasındaydım sanki ve prensesim de yanıbaşımdaydı. Üstelik hiç kimseden tepki de görmüyorduk. Etrafımızdaki herkes aramızdaki ilişkiyi kabullenmişti ve sanki hepsi bu durumu gülümseyerek onaylıyordu. Hayatımın en mutlu ve güzel günlerini o zaman yaşamışım ben. Derken günün birinde annemle babam kendi aralarında konuşurken içinde adamın biri, "o", istemek, evlenmek kelimeleri geçen ve tam olarak ne olduğunu anlayamadığım bir takım sözler duydum. Kulak kabartınca da başka bir şehirden çok uzak bir akrabalarının oğlunun onunla evlenmek istediğini ailelerin de anlaştığını ve o akşam istemeye geleceklerini öğrendim. Daha önceleri de canımın yandığı zamanlar olmuştu tabi. Ama gerçek anlamda ilk kez bu kadar canım yanmıştı. Ne yapacağımı bilemedim. O gidecekti, başka biriyle sarılıp öpüşecekti ve belki de bir daha hiç görüşemeyecektik. Kendimi yatağa attım ve bütün gün battaniyeyi kafama çekip hiç dışarı çıkmadım. İçimde bir şeyler öyle kırılmıştı ki ağlamayı bile beceremiyordum. Tek bildiğim, onu sonsuza kadar kaybettiğimdi.. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi bizim eve geldi. Mutluydu gözlerinin içi parlıyordu. Önce annemle birbirlerine sarıldılar sonra yanıma gelip beni öpmek istedi. Bütün gücümle iterek odama attım kendimi ve kapıyı sürgüledim . Ve önceki günden beri yapamadığım şeyi yapmaya, ağlamaya başladım. Çıldırmış gibi ağlıyordum, bağırarak, salya sümük. Gitsin diyordum bir taraftan da buradan gitsin, defolsun gitsin.. Annem kapıma geldiğinde iyice delirmiştim artık. Tamam oğlum gitti aç artık dediğinde bile uzun süre açmadım kapıyı. Biraz sakinleşip dışarı çıktığımda annemin hala kapıda olduğunu gördüm ve boynuna sarılarak tekrar ağlamaya başladım. Ama bu kez başka türlüydü. Hiç sesimi çıkarmadan, içimi çeke çeke, sessizce ve sarsılarak ağladım uzun uzun. Sonra dedimki anneme ama ben onu çok seviyordum. Gülümseyerek, biliyorum dedi o da seni çok seviyor. Niye o adamla gidecek o zaman dedim, gitmesin kalsın burada bizimle. Gitmesi lazım dedi annem öyle olması gerekiyor. Başka şeyler de konuşmuş olmalıyız ama ben çoğunu hatırlamıyorum. Ama o gün ömrümün sonuna kadar takılıp kalacağım dönemeçlerden birinde olduğumu çok iyi anlamıştım.Galiba büyümeye başladığımı da. İlk aşkımdı o benim. Ve bir daha hiçbir kadın saçlarımı onun kadar güzel okşamadı. Her şey çok güzeldi ama bir tek sorun vardı. Ben dört yaşındaydım, o yirmi beş yaşındaydı..

6 Eylül 2010 Pazartesi

oyunbazların, büyüyemeyenlerin, çabuk sıkılanların, mutsuzların, yalnızların, kaybolanların ve kaybedenlerin peygamberi: Georges Perec..

Son on yıldır her buhranlı zamanımda yaptığım gibi Georges Perec’ e sarıldım şu aralar. Böyle anlarda aşağılanmaya ihtiyaç duyuyor insan ve dünyada bunu Perec kadar ustaca yapan ikinci bir yazar yok. Kendisininki dahil tüm yaşamları oyun olarak gören büyük usta dille, kültürle, modernizmle ve insanlığın bütün ortak birikimiyle o kadar güzel geçer ki dalgasını kanatlanmaya hazır egolarımızın balon gibi sönüverdiğini görürüz. Büyük savaş yıllarında anne ve babasını savaşta ve toplama kampında kaybettiğinde henüz küçük bir çocuk olan Perec, bu travmayla ancak oyun metaforuyla baş edebilmiştir. Yıllar sonra hiç e harfi kullanmadan yazdığı Kayboluş romanı - ki Fransızcada en çok kullanılan harftir e- bu kaybolma oyunun olağanüstü bir sonucudur. Bu kitabıyla bir taraftan post-modern anlatım tekniğinin en ustaca örneğini vermiş diğer taraftan da dilin ve edebiyatın ciddiye alınmadığı müddetçe değerli olabileceğini kanıtlamıştır. Ne demektir dilin ve edebiyatın ciddiye alınmaması? Yazma ve okuma gereğinden fazla ciddiye alınırsa eğer kaçınılmaz bir üretme kabızlığına düşer insan. Biçim kaygıları, ifade seçiminde zorlanmalar, dilin, anlatının çerçevesini belirleyen ve bir yerden sonra yaratıcılığı engelleyen sınırları edebi bir metin oluşturmaya çalışan bireyin yaşadığı temel sıkıntılardır. İşte yazının deli-dahisi Georges Perec kendisini tüm bu sıkıntılardan kurtararak bir nevi Mesih gibi yeni bir edebiyatın mümkün olduğunu ve bunun aslında düşünüldüğü kadar ciddi bir şey olmadığını kanıtlamıştır. Onun için kelimeler, hatta harfler büyük bir oyunun küçük parçalarından başka bir şey değildir. Yeterince cesur ve yetenekli olan her yazar bir süre sonra bu kelime ve harflerin efendisi olur, onlara hükmetmeye başlar. Bunun sonucunda da tıpkı Kayboluş’da yaptığı gibi anlatmak istediği şeyi hem mükemmel bir ustalıkla anlatır hem de basmakalıp bütün anlatım tekniklerine ve dile meydan okur. Bir yazarın yazdığı dile meydan okuması da karşılaşılabilecek en büyük edebi kahramanlıktır. Ama Perec’in hünerleri sadece dilin dersini vermekle sınırlı değildir. Başta da ifade ettiğim gibi onun için her şey bir oyundur ve oyuna dahil olan tüm unsurlar edebi anlatının malzemesi olabilir. Bunun en güzel örneği de her seferinde şaşkınlıkla okuduğum “Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı Ve Biçimi”dir. Evet kitabın ismi bu ve sadece kitabına bu ismi koyması bile ne tür bir belayla karşı karşıya olduğumuzun göstergesidir. Kitabın bütün içeriği aslında başlıkta söylenmiştir. Metnin tamamı tek bir cümleden oluşur; büyük harf dahil hiçbir imla işaretinin kullanılmadığı sayfalar boyunca durup nefes alınacak bir yer dahi yoktur. ‘Her seferinde yeni bir biçim alır gibi görünse de sık sık ve bilinçli olarak yapılan tekrarlar giderek boğucu hale gelir ve örneğine ancak Kafka’da rastlanabilecek bürokratik bir anafora dönüşür. Ama bir yandan da komik ve eğlencelidir.
Bütün bu tekrarlar aslında çalışma hayatının, adına büro denen canavarın temel işleyiş biçimidir. Ücret artışı talebinde bulunmak için şefiyle görüşmek isteyen kahraman, defalarca sekreterle çene çalmak ya da koridorda bir ileri bir geri gidip gelmek durumundadır. Sekreterin nasıl bir gece geçirdiğinden, şefin o an nasıl bir ruh hali olduğuna varıncaya kadar birçok değişkene bağlı olan şey, zam hayalinin gerçekleşmesi, giderek absürdleşen bir döngü içinde önemini tamamen kaybeder. Bu haliyle Sysiphos'un o bitmek bilmeyen ve aslında hiçbir yere varmayan, tek edebi kahramanı sonsuz bir cezaya çarpıtmak olan hikayesinin modern bir versiyonu gibi de okunabilecek olan kitabı bitirip kapağını kapattığımızda, bir yandan gerçek bir edebiyat şöleni yaşadığımızı hissederken bir yandan da o cümlenin yine sürekli değişerek kafamızın içinde dönüp durduğunu fark ederiz.’
Bütün insani duyguları aynı anda yaşatan Perec, okuru zekasıyla güldürür, parlak buluşlarıyla şaşırtır ve hüznüyle duygulandırır. Daha dört yaşındayken, savaşa gönüllü katılan babasını, yedi yaşındayken de Naziler tarafından Auschwitz’de öldürülen annesini kaybeden Perec’in, mutsuz geçirdiği çocukluk yıllarında içine işleyen acılar, o ne yaparsa yapsın, hangi çatlağı kapatmaya uğraşırsa uğraşsın metninin dışına sızar ve okura bulaşır. Bir taraftan oyunlarıyla bizi şaşkına çevirirken diğer taraftan bu oyuna yol açan trajedi yüreğimizi burkar.
Onun olgunluk döneminin en önemli ürünü olan Yaşam Kullanma Kılavuzu ise gerçek anlamda edebiyatın sınırlarının çizildiği ve ancak Joyce, Proust, Nabokov, Kafka gibi ustaların yapıtlarıyla kıyaslanabilecek bir eserdir. Go, Puzzle gibi “gerçek oyunlar”ın eşliğinde olağanüstü bir genel kültür labirentinde kaybolmamızı sağlar.
‘Matematik denklemleri, bir satranç maçındaki ölümcül pozisyon, anlamsız kitap başlıkları, reklam panoları, her şey bir anda okurun önüne çıkabilir ve metindeki bu kara noktalardan saf görsel boyuta bir kapı açılır. Hiçbir şey kitabın baskısı için bile olsa şekilsel değişikliğe uğramaz, italik yazılar asılları gibi basılmıştır. Paragrafların arasına sıkışmış bir restoran menüsünün etrafındaki süsleme bile aynen kalır. Geçmiş zaman kipini en baştaki ana varmak için kullanır yazar.’ Karakterlerinden birini tanımlamak için kullandığı kelimeler aslında yapıtın tamamı ve kendisi için de geçerlidir. “Ondan geriye hiçbir şeyin, kesinlikle hiçbir şeyin kalmamasını istiyordu, ondan, boşluktan başka bir şeyin, hiçliğin lekesiz beyazlığından başka bir şeyin, yararsızın boş mükemmelliğinden başka bir şeyin çıkmasını istemiyordu” (82.Bölüm,s.437)
Kitap okumak aslında bize sıkıldığımız ve baş edemediğimiz diğerlerinin dünyasından kaçma şansı verdiği için zaten ayrıcalıklı bir durumdur. Ama eğer bir Perec okuruysanız ve etrafınızda Perec okuyan çok fazla insan yoksa bu durumun size vereceği ekstra ayrıcalık iyi ki onlar gibi değilim diyebilmenize içtenlikle yardımcı olur. Georges Perec bütün oyunbazların, büyüyemeyenlerin, çabuk sıkılanların, mutsuzların, yalnızların, kaybolanların ve kaybedenlerin kıvırcık saçlı koca kafalı peygamberidir…

4 Eylül 2010 Cumartesi

Saçma..

Durdum düşündüm sonra neden olmasın dedim olmaz gerçi zor çok zor olmaz olmamalı ama olsa olmaz mı bir kez olsa bu kez olsa o bir kez bir daha olmasa olmaz mı ki olur belki de ya olduktan sonra olacaklar ne olacaksa olsun hep sonra olacakları düşünmekten olmaz etmedim mi olacakları bu kez bari aklım rahat bıraksa beni bak aklım canım aklım dur sen karışma olur gibi görünüyor bırak üzerinde çalışalım biraz sen bana bir şans ver ben kendime o bana ben ona bakalım görelim deneyelim olur gibi duruyor sanki olmaz deme bıktım artık senin olmazlarından olmaz olmaz dedin olmadı bugüne kadar bu kez olsun izin ver bana olacak sanki kuvvetli bir inanç belirdi bu kez engel olma gözünü seveyim sen dur bir süre bir kenarda yanlışsa ben gelir özür diler yine senin dediğin gibi davranmaya devam ederim ama şimdi değil özellikle şimdi hiç değil aklım akıl verme bana söyleyeceklerini biliyorum bu çok saçma diyeceksin haklı olduğunu da biliyorum ama kararlıyım dinlemeyeceğim bu kez seni güzel aklım rahat bırak beni şimdi kavga etmenin hiç sırası değil bak böyle tartıştıkça biz onu ürküteceğiz bizi deli zannedecek sonra yok zannetmez o tanır seni çok zaman geçti ama belki unutmuştur ya da unutmamıştır neyse bilmiyorum şimdi tamam zannederse zannetsin ama sonra bak daha kimse kimseyi tanımıyor ortada hiçbir şey yok hiszanumutümitistekbelkikeşkeacaba karışımı duygu semptomları var sadece ve hepsi o kadar yeni ki tırnak yemekten bile on senede vazgeçen adamsın on saatte nasıl böyle duygu manik depresifitesine uğradın deme bana içinden bu kez öyle oldu işte bana özür diletme bırak bende alışkanlıklarımın dışına çıkayım yanılma ihtimalim kuvvetle muhtemel malum ama bırak öyleyse de kendim göreyim bunu bir kez olsun bana izin ver..

2 Eylül 2010 Perşembe

Dilek kayığı..utanç ve pişmanlık üzerine küçük bir not...

Sıradan bir günün sıradan bir saatinde her zaman gittiğim yerde her zaman oturduğum arkadaşlarla oturup çay içiyordum. Fena halde saçmaladığımız, gelen geçen herkes hakkında konuştuğumuz ve konuşulan her şeye kahkahalarla güldüğümüz her zamanki gibi bir gün işte. Arkadaşlarımdan biri biraz da can sıkıntısından bütün masalara dağıtılmış referandum propagandası broşürünü altı parçaya bölüp altı tane küçük kayık yaptı. Daha sonra hadi bunları yüzdürelim dedi ve suyun kenarına gittik. Karşıya geçerken aklıma kayıklardan birinin içine bir dilek yazıp öyle suya bırakmak geldi. Tekrar masaya dönüp diğer arkadaşımdan kalemi aldım. Diğer kayıklar yüzmeye başlayınca herkes uzaklaştı ve ben elimde kalem ve kayıkla suya bakıp düşünmeye başladım. Ne dileyecektim? İlk başta aklıma hiçbir şey gelmedi. Elbette gerçekleşmesini istediğim pek çok isteğim vardır ama o an hiçbirini kayığa yazmaya değer bulmadım. Tuhaf bir şekilde oraya ne yazarsam olacakmış gibi bir şey hissettim. Sanki elimdeki kayık değil masallardaki meşhur cinli lambaydı. İçinden sanki cin çıkmış ve tek bir dilek hakkım olduğunu söylemiş gibi heyecanlandım. Sonra kalem neredeyse kendi başına hareket etti ve şunları yazmaya başladı. “O şu an nerede ve kiminle bilmiyorum. Ama onu bir zamanlar çok sevdim ve tek isteğim bunu hiç unutmayıp beni gülümseyerek hatırlaması. Umarım her neredeyse çok mutlu bir hayatı vardır” Tam olarak bunları yazdım ve kayığı porsuğa bıraktım. Neden öyle yazdım peki? Gerçekten bunu mu istiyorum? Bu sorunun cevabı yok galiba. Ama şundan eminim. Evet her insan gibi ben de unutulmaktan çok korkuyorum. Günün birinde, onun beyninde ve kalbinde anımsanmaya bile değmeyecek kadar silikleşmek ürpertiyor beni. Bunun herhangi bir beklentiyle alakası yok. Yaşamın, onunla ilgili tüm beklentilerimi öldüreceği kadar çok zaman geçti aradan. Yine de nasıl yaşamım boyunca yemeye, içmeye, tekrar aşık olmaya, sevişmeye, uyumaya, uyanmaya devam edecek bile olsam kalbimin ve beynimin bir kısmında hep o olacaksa, ben de onun kalbinin ve beyninin bir yerlerinde hep olmak istiyorum. Bu anlaşılabilir bir şey aslında, hiç kimse unutulmak istemez hatta “en unutulmaz” olmak ister. Bu tamamen kişisel bir dilektir. Ama şunu da fark ettim ki, hiçbir art niyet taşımaksızın ve benimle hiç alakası olmamasına rağmen bütün kalbimle onun mutlu olmasını çok istiyorum.İlk zamanlar ayrılmış olmanın verdiği acı ile insan pek böyle düşünmüyor. O da acı çeksin istiyor. Acı çeksin, sensiz yaşayamayacağını anlasın ve geri dönsün. Dönmeyeceğini anladığında bile onu mutluyken düşünmek sana haksızlığa uğruyormuşsun gibi bir şey hissettiriyor. Zamanla bu düşüncelerden sıyrılıyorsun tabi ve bir tür kayıtsızlık ortaya çıkıyor. Peki bugün o kayığa neden onun çok mutlu olmasını istediğimi yazdım? Neden onun mutlu olmasını istiyorum? Ya da bana ne? Galiba bu temenninin altında biraz utanç biraz da pişmanlık var. Biliyorum ki ben onu hiç çok mutlu edemedim. Mutlu olduğumuz zamanlar oldu elbette ama bunun hakettiği mutluluk olmadığını çok iyi biliyorum. Aradan bu kadar zaman geçince ve onu suçlu kendimi mağdur gibi görmekten kurtulunca daha çıplak görebiliyorum galiba her şeyi. Onun mutlu olmasını gerçekten çok istiyorum çünkü bunu ona borçluyum. Ona bütün kalbimle ve samimiyetimle mutluluk dilerken aslında utancımdan dileyemediğim bütün özürlerimi de diliyor gibi oluyorum. Onu üzdüğüm için, kırdığım için, çok istememe rağmen değişemediğim için; hep bencil, hep kibirli, hep küstahça davrandığım için, onu ne kadar sevdiğimi bir türlü belli etmeyi beceremediğim için, yaptığım bütün haksızlıklar ve uğrattığım bütün hayal kırıklıkları için kocaman bir özür borçluyum ona. Kibirim ve şartlar buna izin vermediği için karşısına çıkıp özür dilemeye cesaretim olmadı. Şimdiden sonra da zaten bunun onun gözünde pek bir anlamı olmaz. Yine de kayığa onları yazdıktan sonra gülümseyerek uzaklaşmasını seyrederken geç kalmış bir borcu ödemenin ferahlığını da hissetmedim değil. Kim bilir belki bir mucize olur, kayığıma yazdıklarım ulaşır ona bir şekilde. Affeder mi beni bilmem. Aslında bunun da pek bir önemi yok. Dediğim gibi bir beklenti yok artık. Bunu sadece aklımla değil kalbimle de söylüyorum. Ama günün birinde çok mutlu olduğunu, beni de unutmadığını ve ara sıra aklına geldiğimde gülümsediğini duyarsam, kayığımı hatırlayacağım sonra kafamı kaldırıp gökyüzüne bakacağım ve içimden şöyle diyeceğim. Teşekkürler tanrım…

1 Eylül 2010 Çarşamba

Öldüğüm zaman, bir daha kitap okuyamayacağım...

Kitaplardan bahsetmek istiyorum, kitaplarımdan.. Ama bunu yaparken ne kadar kültürlü ve entellektüel olduğumu anlatmak gibi bir derdim yok. Geriye dönüp baktığımda, genç sayılacak yaşta büyük fedakarlıklarla oluşturduğum kütüphanem hayatta sahip olduğum ve övünebildiğim en önemli şey. Ve üçbinin üzerinde kitapla kurmuş olduğum ilişki içinde barındırdığı masumiyet ve tutkuyu düşündüğüm zaman başka hiçbir şeyle karşılaştıramayacağım kadar özel. Çok küçük yaşlarda başladı hikayem. Kendimi bir türlü kendilerinden biri gibi göremediğim ve bunun aksini ispatlamak için hiçbir çaba göstermeyen büyüklerin ve küçüklerin dünyasından kaçabileceğim yegane sığınağın kitaplar olduğunu anladığımda ilk okula yeni başlamıştım. Başlar başlamaz nefret ettiğim okula gitmemek için hastalık uydurduğum günlerin birinde babamın muhtemelen kapağına bakarak aldığı ve ne yazdığı hakkında hiçbir fikre sahip olmadığı ilk kitabım, bana büyülü, bambaşka bir dünyanın kapılarını açtı. Gördümki istemediğim insanlara katlanmak zorunda değilim. Başka bir dünya mümkün ve onu benimle beraber istediğim yere götürebilme şansım var. Babamın aldığı kitabın adı Pal Sokağı Çocukları idi. Bir solukta okuduğum kitabın çocuk kahramanı Nemeczek, benim ilk gerçek arkadaşım ve kahramanım oldu. O güne kadar tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Ölümüne yol açan soylu fedakarlık çocuk ruhuma çok büyük gelmişti ve bunu anlamakta zorlanmıştım. Çünkü benim etrafımda bu tür fedakarlıklara değeceğini düşündüğüm kimse olmamıştı. Ama buna rağmen o artık benim kahramanımdı, çetedeki diğer çocuklar da arkadaşlarım. Daha sonra başka kitaplar okumak istedim ama o zamanlar kitap şimdiki gibi kolay elde edebileceğim bir şey değildi. Bu yoksunluk hala üzerimden atamadığım ve artık takıntı haline gelen üzerinde bir şeyler yazan her şeyi okuma hastalığına yol açtı. Eski - yeni gazeteleri, el ilanlarını, reklam panolarını, ders kitaplarını, sigara paketlerini, kibrit kutularını, gazoz şişelerini, kaset kapaklarını, ait oldukları nesneyle hiç alakası olmayan bir merakla okumaya başladım. Bugün sahip olduğum bir yığın işe yaramaz bilgi, o günlerin mirasıdır. Şu an bile gözümü kapattığımda Çamlıca gazozunun muhteviyatını ezbere söyleyebilirim. Bakkal Hamdi'nin tabelasının hangi içecek firması tarafından hazırlandığını hala unutmadım. Özellikle annemi ciddi bir endişeye sürüklemeye başlayan okuma tutkusu, hakkımda yapılan "tuhaf" imasının üzerime iyice yapışmasına da yol açtı böylece. Sanıyorum bizimki gibi az okuyan toplumların karakteristik özelliklerinden biri de budur. Okumayanlar, okumadıklarıyla kalmazlar okuyanları da tuhaf bakışlarla süzerler. Onların bunalımlı, ya da daha insaflı bir değerlendirmeyle yalnız olduklarını düşünerek garip bir şekilde kendi okumama hallerine bir mutluluk kılıfı geçirirler ve şükrederler. Küçük bir çocuğun başka her şeyden vazgeçme pahasına yazıya tutkulanması karşısında da gösterebilecekleri en basit tepkinin "tuhaf bu çocuk" iması olması, şaşılacak bir şey olmadı haliyle. İlk okuduğum kitaptan sonra araya başka kitaplarda girdi tabi. Ama benim üzerimde ikinci vurucu etkiyi yapan kitap Sefiller oldu. Sünnet olduğum gün yine babamın ve yine sadece kapağına bakarak aldığı kitap çok sonraları okuduğum orjinal çevirinin oldukça kısaltılmış bir versiyonuydu. Buna rağmen J.Valjan, Cosette, Maryüs ve diğer karakterler uzun süre etkisinden kurtulamadığım yeni düş arkadaşlarım oldular. Artık gözlerimi kapatıp kendimi onların zamanında ve dünyasında hayal ettiğim anlar, okuma tutkusunun sadece okuduğum zamanlarla sınırlı kalmamasını sağladı. Okumadığım zamanlarda kendimi kahramanlarımdan birinin yerine koyduğum ve onun yaşadıklarını kendi yaşadıklarım varsaydığım "gündüz rüyaları" m olmuştu. Özelikle hep kaçmak istediğim ama zorunluluklardan dolayı bir yere kıpırdayamadığım mekanlarda(okul gibi),sıkıntıdan cinnet geçirmemi engelleyen tek şey bu gündüz rüyalarıydı. Bugün bile bir yerde çok sıkılıyorsam eğer - ki genelde bulunduğum yerlerin çoğunda çok sıkılıyorum- gözlerimi bir noktaya sabitleyip kendime hemen bir gündüz rüyası kurgulayıveririm..
Büyüdükçe bir şeyi şaşkınlıkla farkettim. Diğerleri hakkında çocuk aklımla vardığım yargı doğruymuş. Büyüklerin dünyası gerçekten çok sıkıcı ve üzüntüden başka hiçbir vaatleri de yok. Ve bu durumla başedebilmemi sağlayan, tam olarak onlardan biri olamasam bile içlerinde, kıyıda köşede bir yerlerde çıldırmadan yaşayabilmemi sağlayan yegane dostlarım hala kitaplarım. İyi kötü ayrımı yapmadan sahip olduğum ve okuduğum bütün kitaplarla yaşamım boyunca hep gurur duydum. Ama bazı kitaplar, daha doğrusu benim o kitaplarda bulduklarım diğerlerinin hep bir kaç adım ötesindeydi. Ve zamanla okuduğum kitaplarla içinde bulunduğum ruh hali arasında simetrik bir uyum ortaya çıktı. Bugün de oynamayı sürdürdüğüm keyifli bir oyun keşfetmiş oldum böylece.. Hala canım çok sıkkınsa Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okurum. Holden ile birlikte masumiyetin kayboluşunu ve bunun insanı delirten trajedisini yaşarım. Çok öfkeli olduğum zamanlar George Perec okurum. Dehası ve okuyan herkesin sinirini bozacak ukalalığı onunnla birlikte bütün dünyaya meydan okuyormuşum gibi bir hisse sürükler beni. Kendimi çok yalnız hissettiğimde Tutunamayanları okurum. Selim' in herkesin gözünün içine yalvararak bakıp "canım insanlar" demesi ama hiç kimsenin durup onu anlamaya çalışacak kadar vaktinin olmaması ruhumda bir yerlerin çivisini söker. Aşık olduğum zamanlar Marcel Proust okurum. Dev eseri Kayıp Zamanın İzinde etrafımızda gördüğümüz her şeyin, her ayrıntının edebiyatta ve yaşantımızda bir değeri olduğunu ve bütün güzelliklerin de ayrıntıların arkasına saklandığını anlatır bana. Hiçbir şey hissetmediğim zamanlarda da Ahmet Hamdi okurum. Huzur ya da Saatleri Ayarlama Enstütüsü benim için zamanın durduğu ve onlar elimde olduğu sürece hiç akmayacağı kutsal birer objeye dönüşür.
Herkesin kafasında dünyanın sonu ile ilgili bir takım imgeler vardır mutlaka. Benim için kıyamet, yazının ve kitapların tedavülden kalkmasıdır. Kendimin ve dünyanın başına gelebilecek en büyük felaket nedir diye düşündüğümde hep aynı şey aklıma gelir. Galiba ölümden bile en çok şunu düşündüğüm zamanlarda korkuyorum. Öldüğüm zaman, bir daha kitap okuyamayacağım...