Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

31 Ocak 2011 Pazartesi

Müstakbel Sevgilime Alternatif Özgeçmiş....

Yüksek sesle konuşma olur mu benimle? Fısılda yeter, duyarım ben, bağırma ne olur.. Ve lütfen benim sesimin yüksek perdeden çıkmasına da aldırma. Kalabalık evde büyüdüğüm için birbirimize bağırmadan duyuramazdık sesimizi. O yüzden küçük harflerle konuşmayı bir türlü beceremedim. O zamanlar da farkındaydım aslında, ne kadar çok bağırırsam o kadar az anlaşılıyordum, ama bu bir aile geleneğiydi. En çok babam bağırırdı anneme, ara sıra da annem babama. Öyle anlarda kendimi mutfağa kapatırdım ve seslerini duymamak için bağıra çağıra saçmalardım. (Saçmalamaya meyyalim ta o zamanlardan miras olmalı) Ama ne yaparsam yapayım duyardım. Ya ellerim çok küçüktü ya da kulaklarım çok büyük. Bir türlü tam olarak kapatamazdım. Mutfak kapısının altından sızan ses, kapatamadığım kulağımın içinden beynime girerek beni yiyip bitirirdi. Hiçbir şey anlamazdım. Neden kavga ettikleri hakkında da hiçbir fikrim yoktu. Galiba onlar da bilmiyorlardı nedenini. Onlar amaçsızca birbirlerine bağırırdı, ben de kendime. Yıllarca sürdü bu drama ve kulaklarımla ruhum arasındaki zar yavaş yavaş yırtıldı. Şimdi sen ne zaman benimle yüksek sesle konuşsan, kulağım değil ruhum titriyor sanki. Yapma olur mu? Bana bağırma, fısılda yeter, duyarım ben..

İnceliklerden pek nasiplendiğim söylenemez. Yıllarca kendimle ve herkesle girdiğim kavga bedenimde kirpi oklarının oluşmasına neden oldu. Şimdi sen elini uzattıkça canını yakacaklardır. Normal.. Eğer istersen ve yeterince sabredebilirsen onları tek tek koparman mümkün. Ama iyi düşünmelisin, eğer yarıda bırakacaksan hiç başlama ne olur. Ya tamamen yol at bütün dikenleri, ya da hiç uğraşma..

Beni anlamadığın zamanlar da olacaktır. Saçmaladığım, ne yaptığımı bilmediğim.. Anlamaya çalıştıkça ve anlayamadıkça sinirleneceksin. Ama şunu unutma, öyle anlarda ben de bilmiyorumdur neyi neden anlatamadığımı. Bana yardım et, beraber anlamlandıralım beni. Kırılma, küsme, kaçma.. Senin gücün benden sevilebilecek bir adam yaratmaya yeter, unutma..

Bir insan nasıl sevilir hatırlamıyorum. Öğret bana. Tut elimden, gözlerimin içine bak, okula başlamış çocuğa alfabeyi öğretir gibi, kırk yıllık budiste namaz kılmayı öğretir gibi, sabırla öğret bana seni sevmeyi. Merhameti ve şefkati elden bırakma. Öyle bir bak ki bana, hırçınlığım gözlerinin buğusundan utanıp kendi kendini yok etsin..

İçimde herkesten gizlediğim küçücük bir çocuk saklı. İster tut elinden büyüt, istersen de öldürelim beraber. Ama ne olur onu kandırmaya kalkma..

Çok hayal kırıklığı yaşadım. Belki de geçen ömrümün özetidir kocaman bir hayal kırıklığı. Böyle olsun istemezdim tabi. Her yola çıktığımda güzel şeyler hayal ettim aslında. Ama işte iyi niyet iyi bir yaşantı için yeterli olamıyor. Şimdi yine bir kavşaktayım. Ve yine saflık derecesinde iyi niyetliyim. Hayal kurmaktan korkuyorum sadece Bana yardım et, artık kırılmayacak hayalleri beraber kuralım. Doğru düzgün hayaller kurmayı öğret bana..

29 Ocak 2011 Cumartesi

Sitem..

..sen farketmiştin zaten daha ilk konuşmamızda benim hiç zeki biri olmadığımı değil mi? Böyle şeyler saklanmıyor malesef. Ben ne kadar tersiymiş gibi davransam da kafası çalışmayan şapşalın tekiyim itiraf ediyorum artık. Ama yine de insanların özürleriyle dalga geçip eğlenmek hoş değil. Yani şeye benziyor bu. Hani deliler olur ya mahallelerde. Sokaklarda falan yatıp kalkarlar, bildiğin deli işte. ve çocuklar o zavallı adamlara yapmadıklarını bırakmazlar. Taşlarlar, kovalarlar, küfür edip dalga geçerler. Aslında bundan o çocukların kötü oldukları anlamı çıkmaz. Bu onların eğlence anlayışıdır ve yaptıklarının kötü olduğunu da düşünmezler. Düşünseler zaten yapmazlar öyle şeyler. Yani niyetleri kötü değildir.. Ama işte hiçbir iyi niyet de yapılan fenalığı ortadan kaldırmaz. Neyse işte başa dönmem gerekirse insanların saflıklarıyla, zaaflarıyla hatta zaman zaman özürlülük derecesine ulaşan zekasızlıklarıyla eğlenmek gerçekten de eğlenceli olabilir. Ama hiç adil olmadığı kesin. Ve çok acımasızca olduğu da. Bence yapmamak lazım.. Yapmasan olmaz mı? Hadi işine bak artık, gösteri bitti..

28 Ocak 2011 Cuma

Hayal kırıklıkları Kitabı..

Yüz bilmem kaç bin kelime var Türkçede. Ve içlerinde en çok benimsediğim ikisi "hayal kırıklığı". Orta büyüklükte iki kelimeden oluşan bu söz öbeği kişisel tarihimi bir çırpıda özetliyor sanki.Hayalle başlayan her şey kırılır ve biter.. Hayal ve kırılma; varlık ve yokluk gibi diyalektik dengenin birer tezahürüdür aslında. Bütün hikayelerimiz hayalle başlar. Hayaller güzeldir. İnsan kötü hayaller kurmaz. Gerçek denilen sıkıcılığa tabi değildir onlar. Ama ölü doğarlar çoğu zaman. Ya da çok çabuk ölürler.. Bir kaç yıldır "Hayal kırıklıkları kitabı" kurguluyordum kafamda. Ufak ufak notlar almaya başlamıştım bile. Ama yakın zaman önce öğrendim ki Avusturya'lı bir kadın yazar benden çok önce bir kitap yazmış. Adı da "Hayal kırıklıkları kitabı".. Sonuç ne mi oldu? Can sıkıntısı, çöpe atılan notlar ve kocaman bir hayal kırıklığı..

Daha Fazla Sigara..

Anti depresanlar - Leonard Cohen; Rakı - Georges Perec; Sigara - Oğuz Atay; Yalnızlık ve Orhan Gencebay.. Karşımdaki saatin uğursuz tik takları başımı öyle ağrıtıyor ki. Kırsam kurtulur muyum? Zamanın dışına taşmak istiyorum. Akıl vermeyi bırakıp biraz huzur verseniz.. Aslında ihtiyaç duyduğum tek şey daha fazla sigara ve Leonard Cohen..

Ayağı Kırılan Atların Şiiri..

Ayağı kırılan atların vurulduğunu öğrendiğimden beri
Umudumu kestim insanlardan!.
Bu yaşımdan sonra karşıma çıkan
Sen
Ve ben
Olsa olsa bir çeşit spekülasyon yaratırız hepsi o kadar..

Ayağı kırılan atlar öldükten sonra nereye gider?
Var mıdır onlara da cennet vaad eden bir kitap?
Gülümseyerek uzattığın alçı,
iyileştirmez ki ruh kırığımı..

Ayağı kırılan atları vurmasınlar diye
Çocuk yaşta kırdım bütün oyuncaklarımı.
Önce annem kesti benden ümidini, sonra öğretmenim.
Vurulan atlarla birlikte gömdüm çocukluğumu at mezarlığına
Boşuna uğraşma, geri getiremezsin sevgilim..

25 Ocak 2011 Salı

Zikirli Şiir..

Bilmiyorum bu,
kıvrılan saçlarım gibi kırılan kalbimi
düzeltme çabası belki de..
Mübarek bir ayet okur gibi huşuyla sevdim seni.
Ve gözlerinin içine bakmak,
ruhuma epeyce sevap katan bir sünnetti.
Adını unutmuş bir pagandım seni tanımadan önce.
Adam oldum, adım oldu.. sen bana adım attıkça.
Şeyhinin önünde kayıtsızca diz çöken derviş gibi sevdim seni.
Diz kapağının eteklerinde doruklarına ulaştığım zikir,
kimselerin anlamayacağı ibadet teslimiyetiydi..


Gittiğin günden beri içimde hicret telaşı.
'Şeb-i arus' yakın diyor unuttuğun büstiyer.
Oldum, erdim, arındım, bıraktığın ben değilim.
Yakıp gittiğin ateş dudaklarıma vuruyor..
Sırtımda Resulullah'ın hırkası,
elimde Musa'nın asası
kulaklarımda sesin.
Gel diyor.
Geliyorum bu,
varlığımı varlığında yok edecek,
iltica çabası belki de..



Huzursuz Şiir..

Huzursuzum yine..
İçimin derinliklerinde
elimle ulaşamadığım bir yerler kaşınıyor.
Kötü yaşanmış bir hayatın tek güzel tarafı
çıkardığımız derslerdir ya hani.
Ben o derslerin hepsinden kaldım.
Şikayet edemeyecek kadar yorgunum.
Ki aslında şikayet edecek bir şey de kalmadı.
İddialı lafların arkasına saklanamayacak kadar büyüdüm
ve mağlubiyetin soylu ya da soysuz olamayacağını,
mağlubiyetin sadece mağlubiyet olduğunu öğrendim.
Mağlup oldum ve kabullendim.
Ne bir beklentim var artık,
ne hırsım,
ne de kimseye sitemim..
Ama işte soyut bir korku çörekleniyor zaman zaman ruhuma.
içimin derinliklerinde
elimle ulaşamadığım bir yerler kaşınıyor..

22 Ocak 2011 Cumartesi

Arkabahçe Rüyası..

Ama bu işte çok ciddi bir haksızlık vardı ve malesef senin hiç kabahatin yoktu. Seni orada öylece gördüğümde hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını anladım. Tanrının varlığının kanıtı karşımda duruyordu işte. Otuz saniye içinde seninle evlenmek zorunda olduğumu fark ettim. Bir kaç dakika içinde de başka türlü yaşanamayacağından emin oldum. Hayır hayır, ilk görüşte aşk falan değildi bu. Bir kaç kere ilk görüşte aşık olduğum olmuştu geçmişte. Bu ilk görüşte mecburiyetti, ilk görüşte başka tüm görüş açılarının hükümsüzleşmesiydi, olası bütün başka ihtimalleri ortadan kaldıran ilahi bir karşılaştırmanın tezahürüydü senin karşıma çıkman. İsmini bile bilmiyordum henüz ama o an bu dünyanın en önemsiz ayrıntısıydı. Farketmezdi çünkü ismin her ne idiyse dünyanın en güzel ismiydi kesin. Başka bütün isimler, başka bütün kadınlar çirkindi artık. Karakterimi ve ruhumu öylece avuçlarına bırakmalıydım. Tek başına oturuyordun, herhangi bir şey yaptığın yoktu. Kitap da göremedim masanda. Belki de okumaktan pek hoşlanmıyordun. O an elimdeki kitaba nefret dolu bir bakış fırlattım, madem sen kitap okumayı sevmiyordun, tamam ben de bir daha elime kitap falan almazdım. Yeşil bir parka vardı üzerinde. Solcu muydun yoksa? Ben de olurdum, iki dakikada dünyanın en ateşli devrimcisi olurdum. Seninle eylemlere giderdik sen en önde yürürdün ben de hemen yanında. Tehlike sezersem miniminnacık canımın içi ellerinle tuttuğun pankartı usulca alıp sopasını çıkarır, senin canını yakma ihtimali olan polisaskerzabıtahalk v.s güruhuna kahramanca saldırırdım. Belki de ilgin yoktu böyle şeylerle. Benim de olmazdı. Artık olmazdı. Toplumsal duyarlılıkların canı cehenneme, eğer istersen senden başka hiçbir şeyi düşünmezdim. Alış veriş delisi tüketim çılgını hoppa bir oportinisttin belki. Ne güzel.. Ömrümü ve kredi kartlarımı seni mutlu etmek için ayaklarına sererdim. Sana çanta alırdım sen rengini beğenmez surat yapardın sonra gidip başka renginden alırdım yarı yolda ya bunu da beğenmezse sevdiceğim diyerek geri döner her renginden alırdım. Arkadaşlarımla görüşmemi istemeyebilirdin. Hakkın, ben de zaten onlarla görüşmek istemiyor olurdum, artık sıkılmış olurdum onlardan, bütün dünyayla bağımı kesmeye hazırdım.. Muhakkak evlenmemiz lazımdı. Aksi halde insan ırkını büyük bir tehlike bekliyor olurdu. Beş dakikadan fazla zaman geçmişti ve ben geleceğimizle ilgili pek çok ayrıntıyı planlamıştım. Tanışmak dışında hiçbir engel kalmamıştı önümüzde ama bu kadar şeyi hallettikten sonra elbet tanışırdık da. Tanışırdık sonra da gidip bir yerlerde evlenirdik. Akıllı bir kadın olduğun o kadar ortadaydı ki buna karşı çıkacağın benim zavallı aklımın ucuna bile gelmiyordu. Bir ara çantandan sigara çıkardın ve yaktın. Allahım, bir sigara nasıl böyle güzel tutulur. Hani zararlıydı sağlığa. O ellerin tuttuğu her şey ömre ömür katardı. Ellerinle kutsadığın bir nesne nasıl zarar verebilirdi herhangi bir şeye. Tek bir hareketinle bütün bir sigara sektörünü aklayıp masumlaştırdın sen orada. Sonra garsona seslendin ve çay istedin. Çocuğu oracıkta öldürebilirdim. Neden seni yormuştu? Sen istemeden getirseydi ya çayını? İnsanların kalanının ne kadar aptal olduğunun kanıtı değil miydi işte bu hareket. Ben mesela garson olsaydım, sen içmek istediğin şeyi içinden geçirir geçirmez masana bırakmış olurdum. Bunu nasıl yapardım açıklayamıyorum şimdi sana ama Allah bana kesin yardım ederdi. Sen de ederdin.. Parmağında yüzük yoktu. On dakikadır telefonla da konuşmamıştın. Hatta saate bakmak için bile telefonunu çıkarmadın. Belki cep telefonun bile yoktu. Cep telefonunun canı cehenneme. Hemen yerimden kalkıp telefonumu porsuğa fırlatmak istedim, ama senden o kadar uzaklaşamazdım. Çaresizce cebimin en uzak noktasına atıp kendisiyle ilgili parçalayıcı eylem planımı sonraya erteledim. Onbeş dakika olmuştu tam. Ve birden içime bir sızı çöktü. Ya sıkılıp kalkarsan!! Belki işin vardı, bir çay içip kalkmak üzere oturmuştun ve malesef çayın bitmek üzereydi. Allah o çay bardaklarının belasını versin. O kadar küçük olmak zorunda mıydılar? Neden şöyle iki litrelik ince belli çay bardağı üretmezdi ki embesil çay bardağı üreticileri. Sen şimdi çayını bitirip kalkıp gidersen, ben bütün çay bardağı fabrikalarını kundaklamaz mıydım? Yok yok, bu korkuyla yaşanmazdı. Artık harekete geçmeliydim. Yavaşça yerimden kalkıp sana doğru yürümeye başladım. Ne söyleyeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu ama emindim allah bana yardım ederdi. Masana yaklaştım, yaklaştım, yaklaştım.. merha.. dedim.. ba diyemedim. Ben ba demeden sen ötmeye başladın. Evet evet, ötüyordun. Gözlerimi açtım.. Saat yedi.. Telefonumun alarmı.. Hay sokayım böyle işe.. Rüyaymış.. Allahım!! Bari bana seslenmesine izin verseydin öyle öttürseydin sıçtığımının telefonunu. Adını öğrenseydim bari.. Artık varlığından emin olduğum hayatımın kadınını ismini bilmeden nasıl arayacağım sokaklarda ?? Telefonumu elime aldım.. Porsuk da çok uzak. Allah kahretsin dedim.. Kalktım...

11 Ocak 2011 Salı

Alengirli Şiir..

Ben seni severim sevmesine de toplum buna hazır değil
Nükleer denemeler kyoto sözleşmesi küresel ısınma falan.
Belki sen çok küçüksün belki benim ruhum ölü
Biraz Nietzsche biraz Kant kafan karışmış belki
Parlıamanet'i de bozdular tutunacak dalımız mı kaldı?
Pavyonda tanıdığım bilge bir pezevenk vardı!
Kötü kitaplar okumak kötü yaşamak gibidir derdi.
İyi kitaplar okudum bir boka yaramadı..


Ben seni severim aslında da düzenim bozulur diye korkuyorum
Durduk yere başımıza saçma sapan bir aşk çıkar
Sinemaya gitmeye ele ele tutuşmaya falan kalkarız
İşin yoksa çiçek al, saç tara, parfüm sık.
Küsmesi, barışması, ayılması, bayılması
Hatta eninde sonunda kaçınılmaz ayrılması
Meyhanede tanıdığım gerzek bir filozof vardı!
Güzel kadınlar insanın ömrünü uzatır derdi.
Bir sürü güzel kadın girdi hayatıma
Hepsi ağzıma sıçtı..


Ben seni severim belki de rabbim buna hazır değil.
Her şeyin güzelini sever o ideal birliktelikler ister
Seninle benim yan yana oturacağımız çekyata
Ne ilahi adalet sığar ne de diyalektik..
İçime çöreklenmiş sığ bir sığır var benim.
Ben seni severim sevmesine de
İş çıkarmasana şimdi ne gerek var güzelim..

9 Ocak 2011 Pazar

Mavi Balon..

‎..çocuğun ellerinden kaçan uçan balon.. fotoğrafı çekilebilecek en hüzünlü an.. çaresizlik, beceriksizlik, yukarıya doğru yükselen şeyin sana asla geri dönmeyeceğini bilmenin verdiği acı, birden bire doluveren gözler.. balonum terk ettiğinde beni dört yaşındaydım. O günden sonra arkasına bakmadan çekip giden herkesin küçük mavi balonumun yanına gittiğini düşünür ağlarım usul usul..
Tanıdığım en haksız adam benim. Çocukken oynadığım bütün oyunları ben bozdum, büyüdüğümde de bütün oyunları ben başlattım. Tanıdığım herkes o kadar hızlı büyümüştü ki oyun çağlarının geçtiğini fark edemedim. Kurallarını benim koyduğum ve canımın istediği zaman da bozduğum oyunlarımdan oynamaya kalktım onlarla, ama onlar çok hızlı büyümüşlerdi. Ve yetişemediğim için süratlerine ucuz bir hüznü yapıştırıp yüzüme, gittiler.. Hüzün karpuz kabuğundaki yaz sineği gibi yerleşti bünyeme ve hiç terketmedi beni.
Babamla ilk lunapark gezimizdi. Hatta belki de babamla başbaşa yaptığımız ilk bağımsız erkek etkinliği. Sevinçten başım öyle dönmüştü ki atlı karıncanın yalancı dönüşleri sadece plasebo etkisi yapmıştı. Bir sürü şey yaptık o gün, tuhaf aletlere bindik, kırmızı kabarık yünlü helvalardan aldık, tüfekle ateş bile ettik. Ama ben ilk kez etrafımızda annem ya da Yasin ya da Gülşen olmadan başbaşa saatler geçirdiğim babamı izlemekten başka bir şey yapamıyordum sanki. Dünyanın en yakışıklı, en büyük, en süper adamıydı benim babam.. Çeşmenin kenarında dondurmamla cebelleşirken bir süre uzaklaştı ve döndüğünde uzun bir ipliğe bağlanmış mavi balonla gülümseyerek "al oğlum dedi, sıkıca tut, yoksa uçar". Sevinçle aldım. O kadar güzeldi ki ve o kadar sıkı kavradım ki sanki ömrümün sonuna kadar bırakmayacaktım. Rüzgarın etkisiyle tepemde sağdan sola nazlı nazlı dans ettikçe kendimi onunla birlikte uçarmış gibi hissediyor ve mukaddes bir emaneti taşır gibi avuçlarım terlemesine rağmen sıkı sıkı tutuyordum. Bir tane balon almıştı. Babam bana ne zaman oyuncak alsa kardeşlerime de alırdı mutlaka ama o gün öyle olmamıştı işte. Bir tane almıştı, sadece bana almıştı. Hayatımda kendimi özel hissettiğim tek anı yaşıyordum belki de. Bir an önce eve gitmek istedim. Balonumla koşarak içeri girmek, "bak babam bana ne aldı" demek istedim Yasin'e. Tamam belki kıskanacaktı ama ne yapalım işte babam en çok beni seviyordu, yapacak bir şey yok..
Eve doğru koyulduk yola, ben yol boyunca yürümedim, adeta uçtum. Bir an önce eve gidip Yasin'e balonumu göstermek dışında hiçbir düşünce yoktu kafamda. Ama ya adımlarım çok küçüktü, ya da bizim evi çok uzağa yapmışlardı. Binyıllar süren yolculuktan sonra eve varabildik. Babam kapıyı açar açmaz içeri süzüldüm. Yasin diye bağırdım. Ses yoktu. Yasin evde yoktu, annem de yoktu. Babama döndüm, annemler nerde diye sordum. Salondaki tek çekyata oturmuştu babam. Yanına çekti beni. Konuşmaya başladı.. "Bak oğlum" dedi. "Sen büyüdün artık, koca adam oldun, iyi dinle beni. Annenle biz bir karar verdik. Aynı evde yaşamayacağız bundan sonra. Sen benimle kalacaksın, Yasinle Gülşen annenle kalacak, ama istediğiniz zaman görüşeceksiniz tabi, sadece bir süre aynı evde kalmayacağız o kadar..." Balonum hala elimdeydi ve ben hala sımsıkı tutuyordum onu..
Ama, ama ben o kadar büyümemiştim ki. Hiçbir şey de anlamamıştım. Yine de kocaman doldu gözlerim. Kendimi babamdan kurtarıp kapının önüne fırladım. Elimde balonum uzun uzun gökyüzüne baktım. Ağlayamıyordum, küçücük bir şey daha olsa günlerce hiç susmadan ağlayabilirdim ama o an ağlayamıyordum. Yaşlar gözlerime perde olmuştu çoktan ama akmıyorlardı. Balonum elimdeydi.. Ve Yasin yoktu. Galiba artık balonun da hiçbir anlamı yoktu. Usulca araladım avucumu, balon hızla yukarıya yükseldi. Ve ben ağlamaya başladım. O kadar canım yanıyordu ki, o günden beri ablak suratıma yapışan hüzün o kaçıp giden balonun arkasından kalandı...
Sonra annemler eve döndü tabi. Bir kaç gün sonra.. Eş dost araya girmiş saçmalamayın demişler ne boşanması çocuklar ne olacak falan filan.. Galiba bizimkiler de o kadar nefret etmiyorlarmış birbirlerinden, barıştılar. Ama o gün, kapının önünde büyüdüm ben. Babamla konuşurken küçücüktüm, dışarı çıktığımda büyüdüm.. Yasin'e balonumdan hiç bahsetmedim. Bir daha elime hiç balon almadım.. Babamla lunaparka hiç gitmedim. Babamın zannettiğim kadar kadar büyük olmadığını anladım ben o gün. Onu hep sevdim, şimdi de çok seviyorum. Ama galiba o mavi balon yükseklere uçunca zanettiğim kadar önemli ve özel olmadığımı da anladım. Sonra ağladım, ağladım.. O gün orada başka türlü bir şey kaybettim ben ve bu kadar zaman geçti kaybettiğimi hala bulamadım..

4 Ocak 2011 Salı

Babalar ve Oğullar...

- Allah belanı versin. Bıktım artık senden.
- Senin Allah belanı versin . Asıl ben bıktım lan hepinizden, ben bıktım.. Akşama kadar fabrikada itin uğursuzun kahrını çekiyorum eve gelince de senin dırdırınla uğraşıyorum. Ben bıktım lan asıl.
- İşten çıkıp eve gelsen insan gibi olmaz değil mi? İlla uğrayacaksın o bok yiyenin kahvesine.
- Lan uğradıysam uğradım ne olacak, iki el kağıt oynadım kalktım.
- Ben pazar parasını denkleştiremiyorum, sen oynaşlarına çay kahve ısmarlama derdindesin. Ben daha fazla dayanamam bak bu böyle gitmez!
- Gitmezse gitmez lan inceldiği yerden kopsun. Senin şu lanet sesini duymamak için eve geç geliyorum tamam mı. Bir güler yüz bir hal hatır sorma yok ki. Varsa yoksa bağırıp zırlamak. Yeter ulan artık.
- Hiç utanmıyosun da değil mi ? Allah kahretsin seni. Şu içerdekilere dua et yoksa bir dakka durmam çeker giderim.
- Git nereye gideceksen git, cehennemin dibine kadar yolun var.
- Ben biliyorum nereye gideceğimi de çocuklara dua et sen.
- ……………………….
“Çocukların da allah belasını versin, sizin de. Hatta sadece benim belamı versin hep beraber kurtulalım. En çok ben bıktım lan. En çok ben.. Ota boka kavga edip sabaha kadar birbirinizi yemekten siz bıkmadınız, ben sizin bağırmaktan çatallaşmış sesinizi duymaktan bıktım. Çocuğuz lan biz daha. Psikoloji diye bir şey var, gelişim çağındayız dimi. Lan hadi Freud falan okumadınız televizyonda mı izlemiyorsunuz. Sonra söylenirsiniz bu yaşta sigara mı içilir diye, siz adama uyuşturucu bile kullandırırsınız lan..Tımarhaneye döndü yine ev…”
Kapıyı hızla çarpıp dışarı çıktım. Saat on olmak üzere, hava da çoktan kararmış haliyle. Ama olsun ardiyenin yanındaki boş arsada vardır illaki çocuklardan biri. Ulan aksi gibi ne para var cepte ne sigara. Hay sokayım böyle işe..
Söylene söylene yürüyüp sokağı enlemesine ikiye bölen ardiyenin yanındaki arsaya geldiğimde kimsenin olmadığını farkettim. Can sıkıntısıyla boşta duran kalaslardan birine oturup elime aldığım söğüt dalıyla yere anlamsız şekiller çizmeye başladım. Beş on dakika sonra Orhan’ın sesiyle irkildim.
- Naber la?
- İyi oğlum napiyim işte oturuyom salak salak.
- Çıkmazdın sen bu saatte.
- Evdekiler birbirine girdi yine, sikerim ızdırabınızı dedim kaçtım ben de onları mı dinlicem.
- Sigara var mı la?
- Yok lan ne gezer, sana soracaktım ben de.
- Napçaz ?
- Ne bileyim oğlum ya kotiğe mi çıksak?
- İyi hadi madem..
“Kotik, izmaritin bizim dilimizdeki karşılığı. Özellikle otobüs duraklarında, devlet dairelerinin önünde ya da hastane girişlerinde topladığımız yarıdan daha fazla içilmiş sigara yani. Oralarda insanların işleri acele olduğundan sigaralarını bitirmeye pek fırsat bulamazlar ve bu durum ganimetin değerini artırır. Ne kadar az içilmişse o kadar kıymetlidir kotik. Ama vakit geç olduğundan çarşıya inmemiz zordu hastane de çok yakın sayılmaz mecburen otobüs durağına doğru yollandık. Şanslı günümüzdeyiz durağa varır varmaz dumanı hala tüten birkaç fırt çekilmiş uzun samsun karşıladı bizi. Saldırdık tabi hemen, söndürüp cebimize attık. Böyle ayaküstü içmek olmaz, birkaç tane daha toplayıp mekanımızda keyifli bir törenle içmemiz lazım. Sağa sola bakınınca cepteki samsun kadar kalifiye olmasa da yine de idare eder dedirecek birkaç parça daha bulduk. Bir tanesi parliament. Piçin en sevdiği sigaradır, haliyle hemen el koydu gözleri parlayarak..
Ceplerimiz ganimetlerle dolu arsaya döndük. Az önce yalnız oturduğum kalasların üzerine karşılıklı kurulduk. Ve samsunu yakarak başladık seramoniye. Racondur, kotik içim töreni dandik sigaradan kaliteliye doğru yapılır..”
- Yaptın mı ödevi?
- Sokarım lan ödevine onunla mı uğraşacam.
- Oğlum geçen hafta da yapmadın bu sefer sıçacak ağzına öğretmen haberin olsun
- Lan bırak iki kulağımı çeker bırakır beş saat kafa patlatacağıma iki dakka dişimi sıkarım olur biter.
- O da doğru lan.
- …………
- Konuştun mu Ceydayla.
- Yoo
- E konuşacaktın hani çıkışta.
- Konuşamadım oğlum işte ne dicem kıza alla alla. Kolaydı sanki.
- Kolay tabi oğlum ne var, geç karşısına seviyorum lan ben seni de olsun bitsin.
“ Ulan bendeki kısmete bak ya. Ebeveynlerim değil sadece arkadaşlarımda salak. Sanki ben Tarık Akan’ım amına koyim. Kıza seni seviyorum dicem o da boynuma sarılacak. Biraz gezeriz sonra aileler tanışır ortaokul bittikten sonra da nişanı yaparız. Töbe töbe.. Beş arkadaş bir araya gelip öğle yemeği parasıyla sigara alacaz diye yemek yiyememekten kırk kiloda kuruduk kaldık, malın söylediği lafa bak. Çık karşısına konuşmuş. Pöhh. Lan kızın babası muhasebe müdürü, okula her gün servisle gelip gidiyor, bizim kuru götümüz ömrümüzde servis koltuğu mu gördü? Sonra kızın oturduğu lojmana girebilmeyi bırak, çöplüğüne kotik toplamaya bile sokmazlar bizi..”
- Orhan?
- Nee
- Üşüdüm lan ben.
- Eeee
- Eve mi gitsek?
- Siktir git oğlum bana ne diyon?
- Ne kızıyon lan dallama.
- Mahsus mu yapıyon oğlum? Evmiş.. Sokayım evine. Bilmiyor sanki adama bak..
“Biliyordum. Galiba mahsus yapıyordum evet. Orhan’ın annesi çok küçükken ölmüş. Babası da yeniden evlenmiş haliyle. Ama kadın lanetin teki. Bilmiyoruz tabi, belki aslında iyi bir kadındır ama Orhan’dan zerre hazzetmediği kesin. Her akşam bir bahane bulup, babasının ağzında girip burnundan çıkıp çocuğa bir araba sopa yedirmeden rahatlayamıyor. Orhan’da yılmış garibim. Gece el ayak çekilip herkes uykuya dalmadan kolay kolay girmiyor eve”
- Bize gidelim istersen.
- Yok.
- Gel işte oğlum, otururuz hem annem sever seni bişey demez.
- Yok oğlum, ondan değil gelirim gelmesine de olmaz şimdi
- Niye lan ?
"Lafımı tamamlamadan babamın sesini duydum."
- Aliiii.
- Babaa..
- Napıyonuz oğlum burda?
- Bişey yok baba oturuyoz işte öyle.
- Hadi eve gidiyoruz bak geç oldu.
- ………
- Orhan hadi oğlum sen de eve baban merak eder.
Babam da tuhaf adam haa. Biliyor aslında kimse merak etmez. Kendisi merak etmiş ya herkesi kendi gibi zannediyor. Sahi lan. Merak etmiş beni bak gelmiş buraya kadar.. Annem yollamıştır kesin, yani o da merak etmiştir. Seviniverdim durup dururken. Orhan'a baktım. Umursamaz görünüyor. İçim acıdı. Ama kendim için de sevindim. Babam beni merak etmiş, annem de.. Aslında iyi insanlar be. Bi de kavga etmeseler. Ama her evde olurmuş ki öyle şeyler. Bizim evde olmasa keşke. Kalktım. Babam elini uzattı. Sımsıkı tuttum.. Yürümeye başladık, omuzumun üstünden Orhan'a baktım. Bizi unutmuş sanki, ıslık çalarak önüne bakıyor.
- Orhan??
- Hıı
- Konuşcam yarın, çıkcam karşısına..
Orhan gülümseyerek göz kırptı..
- Hayırdır oğlum, kimle konuşcan
- Aramızda baba..
- Baba ?
- Efendim oğlum.
- Annem gitmez değil mi?
- Nereye?
- Ne bileyim hani siz kavga ederken hep gidicem ben diyor ya.
- Yok oğlum, kızdığı için söylüyor öyle yoksa gider mi hiç? Hem sen varsın Yasin var Gülşen var. Sizi bırakıp hiçbir yere gitmez..
- Baba sen de kızdırmasan annemi, eve erken gelsen.
- Tamam oğlum.
- Baba??
- Söyle oğlum.
- Matematik ödevimi yapmadım ben..
- Eşşek herif! Gidelim eve bakarız beraber.
- Heytt, aslan babam benim...

3 Ocak 2011 Pazartesi

Büyümek..

Hepimizin hayatı senaryosu kötü yazılmış bir tür filmdir aslında. Üçüncü sınıf video kuşağı filmleri gibi gerçek hayatta asla olmaz dediğimiz şeyler bir anda başımıza geliverir. Çocukken işler o kadar da kötü gitmez. En azından bir süre.. Belki de henüz kimse tarafından ciddiye alınmadığımızdan ve hayatımız içine sıçılacak kıvama gelmediği için keyifli bir oyun oynarız. Ama başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır. Eğer altı yaşındaysanız ve bir grup delirmiş yetişkin kendi aralarında konuşup, sizin biraz zeki olduğunuza ve okula başlamanız gerektiğine karar vermişse, artık hayat masumiyetini yitirmeye başlamış demektir. Sınıftan içeri adımınızı atar atmaz karşılaştığınız kahverenginin en aşağılık tonuyla boyanmış ve milyonlarca gerizekalı çocuğun sümüğü, yemek artığı, anlamsız karalamaları,tozu, toprağı, boku, püsürü ile ırzına geçilmiş okul sıraları yaşamınızın bundan sonrasının ne kadar boktan geçeceğinin sinyallerini verir gibidir. Üstüne bir de sizi tokatlamak için herhangi bir yanlış yapmanızı bekleyen, bekleyecek kadar sabrı olmadığında da hayal gücünün yardımıyla aklına getirdiği herhangi bir yanlışı sizinle ilişkilendiren öğretmen adlı denizanasıvari yaratık, yanağınızla birlikte ruhunuzu da tokatlamaya başladığında toplumsal bir histeri ve cinnet etkinliğinin tam ortasında kaldığınızı anlarsınız. İlk günden itibaren içinizde büyütmeye başladığınız öfke zamanla boyunuzdan ve yaşınızdan daha büyük olur ve hıncınızı etraftaki diş geçirebileceğiniz hububat beyinli insan yavrularından çıkarmaya çalışırsınız. Ve böylece insan ırkıyla aranıza aşılmaz büyüklükte duvarlar örme süreciniz de başlamış olur. . Belki de insan, sadece doğduğunda insandır, kim bilir? Büyümeyle birlikte bozulma da başlıyordur belki. Mesela adamakıllı konuşabildikten az bir zaman sonra küfür etmenin ne kadar çirkin olduğunu öğretmeye çalışırlar size. Ve siz içinizden, ağız dolusu küfür edemedikten sonra konuşmanın ne kıymeti var ki diye geçirisiniz. Üç yaşında, yemek içmek kadar doğal bir şey olan sindirim sisteminin boşaltım faaliyetiyle ilgili yasaklamalar dayatılmaya başlar ayrıca da istediğiniz zaman istediğiniz yerde pantolonunuzu indiremeyeceğinizi öğrenirsiniz. Dört yaşında iki yaşınıza kadar tebessümle karşılanan neredeyse bütün davranışlarınız birer azar yeme vesilesi haline gelir. Beş yaşında tamamen büyümeye başlar ve altı yaşında da insan olarak ömrünüzü tamamlayıp başka bir türe evrilirsiniz. Okul denilen ruh törpüsü mekanizma da bu mutasyonun gönüllü hızlandırıcısından başka bir şey değildir. Mesleğinden, kendisinden, çocuklardan, akıp giden zamandan, kırlaşmış saçlarından, herkesten ve her şeyden nefret eden bir grup öğretmen, çocukların gönüllülük esasına bağlı metamorfoza uğratıldığı yarı açık akıl hastanelerinin ekonomik zorunluluklar yüzünden ayak işlerini yapmaya mahkum edilmiş metazori hasta bakıcılarıdır.. Beş yaşına kadar her şey güzeldir. Altı yaşında hayat masumiyetini kaybeder ve ölür.. Ömrümüzün geri kalanı, bir tür şizofrenik kurgudan başka bir şey değildir...

1 Ocak 2011 Cumartesi

Annem, Anneannem, Nike Air Jordan ve Dünyanın En Boktan Hissi..

Hepsine gününü gösterecektim.! Geri zekalılar. Normalde beni oyuna alıp almamalarını sikime bile takmazdım. Bir grup ergenin egolarını tatmin etme çabalarından ibaret saçma sapan bir topu deliğe sokma etkinliğinden ibaretti yapılan iş. Ama bugün olmazdı. Bugün muhakkak benim de oynamam lazımdı. Ve beni oyuna almadılar. Ağlamıyordum. Ama o kadar sinirliydim ki gözümden akan saçma sapan yaşlara da engel olamıyordum. Eve geldim. Hışımla kapıyı açtım.
- Anneee
- .......
- Anneeeeeee
- ...........
- Annneeeeeeeeeee
- Bağırmasana lan Veysel'i yeni uyuttum.
- Anne
- Ne var
- Anne bana spor ayakkabısı lazım
- Var ya oğlum spor ayakkabın, baban okul açıldığında aldı daha.
- Onlar olmaz anne
- Neden?
Nasıl anlatayım ki nedenini. Bak anneciğim desem, pazardan aldığınız boktan naylon spor ayakkabılarımı sümerbank malı dünyanın en sikindirik rengine sahip pazen eşofmanlarımın altına çektiğim zaman Charlie Chaplin'in reenkarnasyonuna benziyorum desem, onları giymekten utandığım için yağmur yağmadığı zamanlarda bile su almayı becerebilen ultra yetenekli ıskarpinlerimle basket sahasına gittim ve topu elinde bile tutmayı becerememesine rağmen ayağında Nike olduğu için benim yerime Ahmet'i oynattılar desem, normalde umurumda bile olmazdı ama Buket tam da o sırada kenardaydı desem, bana kenara çekil dediklerinde ve o an Buket'in bana doğru baktığını farkettiğimde kendimi öldürmek istedim desem anlarmıydı ki? Anlasaydı keşke.. Ama tanıyordum ben annemi, hiçbir şey anlamazdı.
- Olmaz işte anne, onlarla basket oynanmıyor. Nike almamız lazım.
- İyice kudurdun sen. Yepyeni ayakkabıların var. Babana söylesem kemiklerini kırar Hem daha kirayı bile ödeyemedik. Ben akşam ne pişireceğimin derdindeyim sen Nike derdindesin. Hem Nike de ne?
- Nike işte anne. Air Jordan. Hava yastığı var içinde
- Bir hava yastığımız eksik. Kime çektin sen bilmem ki? Hem derslerinin yarısı zayıf. Karne geldiğinde baban ağzına sıçacak. Sen onu düşünme top peşine düş. Allahım ne çileli başım varmış, canımı alsan da kurtulsam...
Şaşırdım desem yalan olur. Annemin böyle şeyler söyleyeceğini aşağı yukarı tahmin ediyordum. Babam zaten umutsuz vaka, Nike diye tuttursam gerçekten ağzıma sıçar. Ama şu an bunların hiç önemi yok. Bana Nike lazım.. Hem de yarın öğle arasına kadar lazım. Ve benim onları bir kez olsun Buket'in karşısında giymem lazım, gerisi sikimde bile değil..
Kendimi odaya kapatıp beynimi çatlatırcasına düşünüyorum. Sığamıyorum odaya, dışarı çıkıyorum. Tabi dışarıya da sığamıyorum. Eğer onüç yaşındaysanız ve evrenin en güzel kızına aşıksanız ve boktan bir ayakkabı yüzünden ona madara olduysanız, dünya sizin için tarif edildiğinden daha küçüktür.. Tekrar eve döndüm ve bütün suratsızlığımla salona oturup aptal aptal sağa sola bakmaya başladım. Sonra birden vitrin gözüme takıldı. Daha doğrusu vitrinin içindeki şekerlik. Anneme annesi vermiş. Uzun zaman önce tayinimiz çıktığı için annem annesinden çok uzaktaydı ve doğru düzgün görüşme şanslarıda yoktu. Neyse.. Şeytani fırtınalar esmeye başladı beynimde şekerliği görünce. Gümüşmüş. Gümüşün ne bok olduğu konusunda hiçbir fikrim yok, ama annemin haftada bir tozunu aldığını, anamdan yadigar bir bu kaldı dediğini ve bir kaç kere de öpüp kokladığını çok iyi hatırlıyorum. Değerli bir şey olmalı. Birden öyle karardı ki gözüm, ne zaman ayağa kalktım, şekerliği nasıl koynuma sokup ne zaman dışarı çıktım farkına bile varamadım. Yüzüm, gözlerimin içi ve diğer tüm uzuvlarım gülmeye başlamıştı bile. Koşarak Selçuk'un yanına gittim. Selçuk benden bir kaç yaş büyük olmasına rağmen mahallede anlaşabildiğim çok az ergenden biriydi. Kapıyı çaldım. O açtı. Dışarı çağırdım, çıktı. Lafı fazla uzatmadan şekerliği çıkardım ve bunu satmamız lazım dedim. Çaldın mı lan diyerek kocaman gözlerle yüzüme baktı. Aptal aptal konuşma lan dedim, ne çalcam, arsada buldum. Sanırım inanmadı, ama bir şey de demedi. Beraber çarşının yolunu tuttuk. Pirinçhandaki bütün antikacıları dolaştıktan sonra baş taraftaki küçük dükkana satmaya karar verdik. Yirmi lira veriyordu ve günlük harçlığımın elli kuruş olduğu düşünülürse o parayla rahatlıkla Nike Air Jordan alabileceğimden emindim. Dükkandan çıkar çıkmaz koşar adım spor malzemeleri satan Arif amcanın dükkanına yollandık.
- Hoşgeldiniz gençler
- Hoşbulduk Arif amca
- Buyurun
- Ayakkabı alacaktık
- Ayakkabı??
- Nike.. Air Jordan
- Gelin bakalım
Eşofmanları, raketleri, beyzbol sopalarını ve bilumum sikindirik eşyayı geçip ayakkabıların bulunduğu reyona geldik. İşte.. Oradaydı. Kırmızı logolu, siyah Nike Air Jordan..
- Kaç numara
- Otuzsekiz
- Al, dene bakalım
Denedim. Cuk diye oturdu ayağıma tek seferde. Dünyalar benim olmuştu sanki.
- Tamam oldu
- İyi bakalım, hayırlı olsun
Kaç para diye sormak aklıma bile gelmemişti. O kadar emindim ki cebimdeki yirmi liranın kudretinden, artan parayla Buket'e bir şey mi alsam hesabını bile yapmaya başlamıştım. Ama birden bire yükselen ses ağzıma sıçtı, kelimenin tam anlamıyla ağzıma sıçtı..
- Yüz lira bunlar, ama sana seksen olur
- !!!!!!!
Kuyruğumu bacaklarımın arasına, yirmi lirayı da avucuma sıkıştırıp evin yolunu tutarken içimden geçen tek şey 'senin Arif amcalığının da dükkanının da seksen liranın da ta amına koyayım' diye bağıramamamın verdiği eziklikti. Bir de eve gittiğimde ve vitrindeki boşluk farkedildiğinde babamdan yiyeceğim dayağın acısı.. Dayak umurumda değildi. Ama ayakkabıyı alamamıştık işte. Boşu boşuna dayak yiyecek olmam yanıma kar kalacaktı. Öfkeyle koşar adım başladığım yolculuk eve yaklaştıkça yerini ürkek adımlara bırakmıştı. Keşke eve gitmek zorunda olmasaydım. Ama hava çoktan kararmaya başlamıştı ve eve gitmekten başka seçeneğim yoktu. Kapıya geldiğimde alışık olmadığım bir ayakkabı kalabalığı ile karşılaştım. Böyle misafirlik olmazdı!! Hızla daldım içeri. Annemin haykırışları ve komşuların yaşlı gözleri çıktı karşıma. Salonun ortasında kalakaldım. Ne oluyordu. Hiçbir şey anlamıyordum. Babam yanına çekti beni. Küçücük ellerimi kocaman ellerinin arasına aldı ve usulca kulağıma fısıldadı.
- Anneannen ölmüş oğlum.
Babam iki kocaman eliyle iki küçücük elimi kavramıştı. Ve benim sol elim sımsıkı kapalıydı. O sımsıkı sıkılı yumruğun içinde dünyanın en büyük utancı, dünyanın en büyük hayal kırıklığı, dünyanın en büyük çaresizliği vardı. Sımsıkı sıkılı yumuruğumun içinde yirmi lira vardı. Para, avuçlarım ve ben terden sırılsıklam olmuştuk.. Galiba anneannemi ben öldürmüştüm. O an kendimden o kadar nefret ettim ki, biraz daha az nefret etsem annemin boynuna sarılır, hıçkıra hıçkıra ağlar, anne affet beni diye yalvarır, dizlerine kapanırdım. Hiçbir şey yapamadım. Yerimden bile kımıldayamadım. . Ve o an anladım.. Ben annesini hiç haketmeyen boktan bir adamdım...