Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Tesirsiz Parçalar 144-151..

144.
Bazen bir şey oluyor ve mahalle maçında maçı bitiren son golü atıp maçın yıldızı olan on yaşındaki veletler gibi seviniyorum. Kollarımı iki yana, yere paralel bir şekilde açıp tüm evi turlayasım geliyor. Ne biçim adamsam artık. Ama uzun soluklu olmuyor tabi. En fazla beş dakika sürüyor, sonra sigara yakıp kendimle "mal mısın la sen? malsın malsın, malın önde gidenisin" şeklinde diyaloglara girişip normal halime dönüyorum..

145.
Nedir o zaman gerçek? Gerçek, gerçekte işimize gelmeyendir. Dışımızdaki hiçbir dayatmaya itiraz edemeyen zavallı ruh halimizin sorumlusudur. Gerçek bizi körleştirir ve köleleştirir, irademizi ortadan kaldırır. Bu yüzden gerçek, diğer insanların, eşyanın ve tabiatın saplantılarından ibarettir. Mutlak gerçeğe sadece deliler, çocuklar ve sarhoşlar ulaşabilir. Çünkü sadece onlar kendi gerçeklerini yaratma cesaretine sahiptirler..

146.
Eskiden sevmediğim bir şeyi sevmeye başladığımda bunu çok zor kabulleniyorum. Tadının güzel olduğundan emin olduğum ama bir şekilde bir zamanlar hoşlanmadığım bir yemek olabilir bu mesela. Yok lan güzel değil ki bu yemek sevmiyorum ben bunu diyorum. Aylarca yememek için direniyorum, lafı geçerse ya da bir yerde karşıma çıkarsa yok ben sevmem bunu diyorum. Tabii sadece yemek değil, ne bileyim bir insan olabilir, bir oyun olabilir, bir şarkı olabilir her şey için geçerli. Tutucu muyum manyak mıyım neyim anlamadım..

147.
..sonra oturdum ve sustum her şeyi bir bir..

148.
"Hayat neyse odur ve insanlar değişmez.."
Nietzsche'den ya da başka bir nihilist düşünürden alıntı değildir. Az önce Efe'yle birlikte Cedric'i izlerken Cedric'in dudaklarından tam olarak bu sözler döküldü. Ben de diyorum bu çocukların neden bu kadar kafası karışık diye. Binlerce kelimeyle tarif edemeyeceğim durumu allahın çizgi film bebesi üç kelimeyle anlatıverdi..

149.
Ayar olduğum laflardan biri de şudur. 'Ben biraz çocuk ruhluyum' ya da 'benim içimde kocaman bir çocuk var aslında..' Lan bi defolun gidin. İçinde bir çocuk olduğunu iddia eden milyonlarca asalağa istinaden benim "içimde ölen biri var!"

150.
Sinema tarihinin en etkileyici diyaloglarından biridir John Nash'in oyun teorisini anlattığı sahne:
"Eğer hepimiz sarışını tavlamaya çalışırsak, birbirimizi engelleriz ve hiçbirimiz onu tavlayamayız. Ve sonra gidip sarışının arkadaşlarını tavlamaya çalışırız. Fakat yine başaramayız çünkü kimse 2. tercih olmaktan hoşlanmaz. Peki hiçbirimiz sarışının peşinden gitmezsek? Birbirimizin yoluna çıkmayız, diğer kızların onurunu kırmamış oluruz. Kazanmamızın tek yolu bu. Hepimizin kız tavlamasının tek yolu bu.." -A Beautiful Mind-

151.
İç Anadolu ikliminde yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve ağlayışlıdır..
"Hayat Bilgisi Kitabı"

28 Ağustos 2012 Salı

Tesirsiz Parçalar 143..

143.

Aklımızdan neler geçer neler kim bilir?
Yeri gelir bir sen bir ben bir dünya.
Bu dünya bir bakmışsın oluvermiş iki kişilik..


Uzanıp kırlara sere serpe
-uzanamayanlara inat-
Aklımızdı ruhumuzdu alayı bir kenarda.
Bir sen
bir ben
bir evren
Şaşırıp kendimizden başka herkesin bizsizliğine,
gülümseyerek bir yandan
bir düzine ateş böceği kiralayarak tabiattan
ay ışığında deniz suyuyla karıştırarak
rakı içebileceğimizi düşündükçe
çıldıracak gibi oluyorum sevinçten..

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Tesirsiz Parçalar 142..

142.
4 yaşındaydım. Okumayı da biliyordum bir şekilde. Kolumu kırdım bir gün. Babam çıkıkçıya götürdü beni. Tabi bağırıyorum feryat figan. Babam kucakladığı gibi beni, yola koyuldu. Arabamız yoktu. Galiba mahallede kimsenin arabası yoktu. Babamın kucağını hala unutamıyorum, hiç o kadar ısınmamıştım. İçimden dedim ki keşke kolum hiç iyileşmese babam da beni hiç yere indirmese hep kucağında taşısa.. Neyse çıkıkçı kolumu alçıya aldı. Dönüşte de şimdiki Yimpaş'ın oralarda küçük bir kitapçıdan Pal Sokağı Çocukları'nı aldı bana. Banan alınan ilk kitaptı o. O kadar sevinmiştim ki, bir insan hiçbir zaman hiçbir şeye bundan fazla sevinemez herhalde. Sevinçten ve kitabın kapağını sağlam olan sol elimle okşayıp durmaktan üç gün başlayamadım okumaya. Sonra hep okudum, hayatım boyunca düzenli olarak yaptığım tek şey okumak oldu. Belki de o kitaptan aldığım lezzeti ve onu okurken yaşadığım mutluluğu aradım okuduğum her yeni kitapta. Bulamadım.. Ben hiçbir kitabı o kitap kadar, o kitap gibi okumadım..

10 Ağustos 2012 Cuma

Tesirsiz Parçalar 141..

141.

Biliyor musun Gölge, hala kızgın bana.

 "Neden kızgın olsun?"

Olanlar için herhalde. Bana korkak dedi. Beş para etmeyen ödleğin teki olduğumu söyledi ve gitti?

"Değil miydin peki?"

Değildim. Ya da öyle sanıyordum. Şu an hiçbir şeyden emin değilim.

 "Hem sen o gitti dememiş miydin, neden seni suçlasın ki? Gidenler üzüntülerini sunar, kalanlar da teessüflerini. Kızmak kalanın hakkı, bir tür teselli ikramiyesi gibi yani."

Ne hakkı hukuku allah aşkına. Hem gitti, hem de kızdı işte. Kızarak gitti. Giderken kızdı. Kızdığı için gitti. Hatta gittiği için kızmış bile olabilir.

"Saçmalama!"

 Belki de hiçbir şey yapamadığım için kızdı bana. Gitmesine izin verdiğim için kızdı belki. Ama nasıl yapabilirdim, her şey o kadar zamasızdı ki. Anlatamadım derdimi, o da korkak olduğumu zannetti ve gitti.

"Haklıymış"

Haklıydı evet, ben haksızdım haklısın. O haklı, sen de haklısın, her şeyde olduğu gibi bunda da bir tek ben haksızım.

"Düzeltemez misin peki?"

İroni diye bir şey duymadın mı sen hiç?

"Düzeltemez misin dedim sen beni duymadın mı asıl?"

 Bilmiyorum Gölge, hiçbir şey bilmiyorum.

"Olan olmuş artık bari bu kez akıllı ol, korkaklık etme"

Yapma şunu, bari sen  korkak deme bana.

"Değil misin?"

Evet galiba korkağım. Galiba.. Tamam galiba falan değil,  korkuyorum Gölge, korkuyorum. Ondan korkuyorum, kendimden korkuyorum, senden bile  korkuyorum. En çok da olamayacaklardan korkuyorum, olacaklardan değil. Güzel şeyler olsun istiyorum, çok güzel şeyler. Ama her işte olduğu gibi elime yüzüme bulaştırmaktan korkuyorum. Kendimi anlatamamaktan korkuyorum, keşke düşünce hızıyla konuşabilsem. Düşündüklerimi bir bilebilse o zaman hak verecek bana ama düşündüklerimi anlatamamaktan korkuyorum. Yardım et bana Gölge, çok korkuyorum..

Manyağız Biz..



Aşağıdaki metin bir Şubat akşamında paylaşılan bir ‘facebook durum gönderisinin’ ardından gönderinin sahibi ve aşağıda adı geçen takipçilerin içine şeytan kaçması sonucu birbirini takip ederek yazılmıştır. Edebi bir amaç (en azından burada paylaşıldığı esnada) gütmemektedir. Bu metni okuduğunuz şekliyle hazırlayan -haymatlos, diğer iki yazara bir jest ve sürpriz yapmak amacı taşıdığı için izin almaksızın hareket etmiştir. Her ne kadar kaynak bildirmeye özen gösterildiyse de diğer iki yazarın herhangi bir rahatsızlığı veya bir şikayeti durumunda gönderi silinecektir.

I.

“Beş yaşındaydım henüz ve kelimenin tam anlamıyla ne olduğunu o zamanlar kavrayamayacağım varoluşsal bir ikilemin ortasına düşmüştüm. Sınıfta kimseyle konuşmuyor, kirden birkaç kere mutasyona uğramış sıraya kafamı gömüp öğlene kadar son zilin çalacağı anı bekliyor eve gider gitmez de bulabildiğim herhangi bir kuytuya çekilip ertesi günün gelmesini bekliyordum. Bütün hayatım yapmak istemediğim şeyleri yapma zamanımın gelmesini beklemekle geçecekti sanki. Nefret etmek kelimesinin tam karşılığı o an benim hissettiklerimdi. Okuldan nefret ediyordum. Ucube öğretmenlerinden, arkadaş denilen tek hücrelilerinden, kirden canlı organizmalara dönüşmüş sıralarından, beton yığını bahçesinden,iğrenç griliğinden, küflenmiş duvarlarından, keskin amonyak kokan tuvaletlerinden.. Hasta olup okula gitmediğim zamanlar mutluluktan delirecek gibi oluyordum. Bütün gün yatakta yatıp hiçbir şey yapmamadan sonsuza kadar mutlu mesut yaşayabilirdim. Zaten çelimsiz olan vücudum iyice zayıf düşmeye, benzim hızla sararmaya başlamıştı. Evdekiler bile fark etmişti artık, ortada geçici bir uyum sorunundan daha ciddi şeyler vardı. Aslında durum öyle ümitsizdi ki ancak bir mucize işleri yoluna koyabilirdi..”

-Ali Lidar, 3 Şubat 21:13 / https://www.facebook.com/alilidar

II.

“Yapmaya çalıştığım her iş önünde ya da sonunda elime patlıyordu, en iyi becerebildiğim şey yemek, içmek, uyumak ve uyanmak ve uyanır uyanmaz sigara yakmaktı. Arada sırada çalan müziğe akıl sır erdiremiyordum. Optik oyunlarla da işim olmazdı, bakkala gitmekle de içimdeki sıkıntı gitmeyince, raftan güzel bir kaset seçtim ve teybe taktım, çal dedim. Kaydın başladığı bölümüne gelinceye kadar bandın, suskunluk, sessizlik, can sıkıntısı, kasetçaların motoruyla döndürülen kasnaklara baktım, gözüm daldı. Ta ki, çalmaya başlayana kadar. Ben, ne kadar ünlüyüm diye düşündüm…”

-Muhittin Aykut Duru, 3 Şubat 21:18 / https://www.facebook.com/muhittinaykutduru

III.

“Babamın boş zippo benzini kutusu elime geçti sonra. Kendime ilkel bir telsiz yapıp uzaylılarla temas kurmanın yollarını aramaya başladım. Epeyce oyaladı bu manyaklık ben. Az kalmıştı yakında uzaylılara sesimi duyuracak, küçük bir gemi göndermelerini ve etrafımdaki geri zekalılardan beni kurtarmalarını isteyecektim. Neredeyse sonuç alacaktım ki bir gün okuldan eve geldiğimde telsizimin yerinde olmadığını gördüm. Anneme seğirttim hemen ve bağırmaya başladım. Anee, telsizim nerede? Canım annem teneke kutularla oynamama çok üzülüyormuş. Pazardan iğrenç mavisi plastik bir telefon almış telsizimi de çöpe atmış. Omuz silktim, istemiyorum dedim, Yasin oynasın telefonla. Anne baba kafası işte bir yere kadar çalışıyor. Kablosu olmayan bir telefonu kullanarak uzaylılarla nasıl iletişim kurabilirdim ki? O zamanlar cep telefonu icat edilmemişti henüz. Ben de kaderime razı olup mahallede kedi kovalamaya karar verdim..”

-Ali Lidar, 3 Şubat 21:30

IV.

Kendilerini kovalarken yere düşüp dizlerimi parçaladığım kediler büyük bir şefkatle kanayan yerlerimi yalama alışkanlığı kazanınca artık uzaylıların beni irtibat kurmak için yeterli gördükleri kanaatine vardım. Gel gelelim uzaylılarla iletişmek eskisi kadar cazip degildi. Akacak iki damla kanım vardı ve tüm telaşımın sebebi olan bu iki damla sayesinde tüm halkı, ordusu, vergi mükellefleri ve yönetmeye meyyal herkesin görmeyi cok istediği unsurları sadece kedilerden mürekkep bir imparatorluk kurabilirdim. Bunu yaparken, “sokak köpekleri kaldırımlara sıçtığı sürece yaşamaya değer bir hayat umudu her zaman vardır” gibi aforizmalarla duvarlara dadanan rejim karşıtı asiler edinir ve umursamazdım onları. İmparatorum olm boru mu?

-Haymatlos, 3 Şubat 23:57

V.

“Diye düşünüp kendi kendime hayaller kurarken zaman geçti tabi.. Sonra iktidarlarının tehlikeye düştüğünü gören yöneticiler Cıa’nın da desteğini alarak Satanizm denilen bir tarikat kurdular. Satanistler arkalarındaki derin devletin de gazıyla sokaklarda kedi avına çıkmaya başladılar. Dostlarımın patileri ve ve kendi tırnaklarımla sıfırdan inşa ettiğim imparatorluk avuçlarımdan kayıyordu. Biraz daha devam etseydim kedi ırkı sonsuza dek yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Yapacak bir şey kalmamıştı. Çaresiz kedilerle kurduğum hayalleri silerek sokaklarda kız kovalamaya başladım..”

-Ali Lidar, 4 Şubat 00:30

VI.

İlk zamanlar acemilikten kaynaklı sıkıntılar yaşamadım değil ama sonra biraz toparladım. Kızlarla yapılan kovalamacada onları yakalayamamak ve onları ulaşılamayan ve ulaşılamayasıca bir yerde kristalize etmenin nasıl da rasyonel olduğunu anlamak için kovaladığımı yakalamamı ve hatta bir müddet sonra onların kovaladığı varyasyonlara izin vermemi gerektiren ironi doğal olarak bana hayatımın en sürreel evresini deneyimletti. Bu süreçte gördüm ki ‘kız’ isimli fenomen/olgu/mefhum (bunların üçü aynı şeydir fakat bir kız bunları şeksiz gümansız bir inançla peşpeşe kullanabilir) evet kız denen dalga geçmişte bıraktığım bir hesaplaşma imiş. Evet canlar, aslında hala başladığım yerdeymişim: Uzaylılar benimle iletişmek çabalarından vazgeçmemişler ve ben imparatorluğumda bir miktar kaçak çay ve bolca mırıltıdan meşruiyet alan bir saltanat sürerken onlar adına ‘kız’ dedikleri bir lisan icat etmişler. Tüm kriptolojisini düzenledikleri, etimolojik, semantik ve sintaks ayarlarını verdikleri laboratuvarlar cok yakınımızda, Venüsteymiş üstelik. Değişik bir dildi bu ‘kız’. Bir kere “anlatımın akışını bozan cümleyi bulun” tarzı sorulara malzeme olabilecek kadar seri konu geçişleri oluyordu ve bu cümleler arasında bağlaç olarak soru cümlelerini kullanıyorlardı. İlginçtir ki bu özelliklerini android işlemcili cihazlara nispet edercesine her lisana uyarlayabiliyorlardı. Uzaylı yapıyo işte kardeşim. Bence uzaylılarla Japonlar bi kapışmalı yani. Neyse, bide bu kız dediğimiz dil bildigin ete kemiğe bürünmüştü tırstım ilk başta zaten. Sonra bu kızların trip diye bi lehçesi var ki ne siz sorun ne ben anlatayım. Tek diyebileceğim Al Bundy reyizin tavsiyesine uymak gerek: “ömrünün önemli bir kısmında her ay 1 hafta boyunca kan kaybeden ama yine de ölmeyen bi yaratıktan korkmalısın evlat” demişti üstad. Bir ara düşünmedim değil: lan yoksa küçükken o zippo tenekesiyle kafa oldum da ondan mı oluyo bunlar diye. Hatta belki ben şu an hala evin bi odasında yanımda zippo tenekesi ve suratımda anlamsız bir ifade eşliğinde halüsinasyonda olabilirim.

Bu tanımlanamayan ve kafayı sıyırma sebebi deneyimlerden sonra dönüp uzaylılara dedim ki: dilinizi anlıyorum ama konuşamıyorum.

-Haymatlos, 4 Şubat 02:07

Şubat 2012

9 Ağustos 2012 Perşembe

Tesirsiz Parçalar 138-140..

138.
Kim? Kahramanım kim diye soruyorum kendime. Öyle ya herkesin bir kahramanı vardır illa ki, benim kahramanım kim? Pat diye cevap vermek zor buna, üzerinde biraz düşünmek lazım.. Galiba kahramandan ziyade kahramanlarım var benim. Başta babam.. Benim en büyük kahramanım. Hemen sonra da Selim Işık.. Tutunamayanların prensi. Gerçi genelde kahramanlar önemli işler başaran mühim insanlardan seçilirler. Benim kahramanımsa yaşamak dahil hiçbir işi sonuna kadar götürememiş, kendisine anlayışlı bakışlarla yaklaşıp tuhaf bakışlarla ayrılan insanların arkasından nasıl davranılacağını hiç bilememiş, dünyanın en kırılgan, en naif ve en yalnız insanı. Ölümü bile üzmüyor. Tuhaf bir gülümseme yayılıyor suratıma, kitabı her yüz bilmem kaçıncı okuyuşumda.. Üçüncü kahramanım Holden Caulfield.. En kral arkadaşım. Salinger'in tek romanının yeni yetme kahramanı. Selim en büyük kahramanımdır evet ama Holden kadar yakın hissetmiyorum onu kendime. Bir tür aziz çünkü Selim, bizden biri değil. Bambaşka bir dünyanın adamı.. Holden'da ise kendimi görüyorum biraz. Masumiyetin kayboluşunu yaşayan ve hazmedemediği için kısa hayatına akıl hastanesinde devam etmek zorunda kalan bir tür geçmiş zaman tutunamayanı.. Başka diyorum, başka.. Oblomov geliyor aklıma, Raskolnikov, G.Samsa, Zebercet.. Ve hepsinin ortak noktası. İnsanlara güvenerek yola çıkmışlar ve insanlar onların güvenini sürdürecek hiçbir şey yapmamış. Ve o kadar naifler ki onlar, bu durumla mücadele etmeye bile çalışmamışlar. Kabullenip bu hali, kendi kabuklarına çekilmek, kendilerinden eşya, zaman ve başka hiçbir şey haberdar olmadan bir köşede kayboluvermek olmuş yaşamdan tek beklentileri. İnsanlar buna da izin vermemişler ve onlar buna bile karşı çıkamamışlar.. Onlardan geriye kocaman hayal kırıklıkları kalmış o kadar..

139.
Arthur Nersesian'ı bilenler bilir. Fuck Up, üzerine sayfalar dolusu şeyler yazılabilecek muazzam bir kitaptır. Ama şu an Arthur'u övmek yerine kitaptan minicik bir parçayı tekrarlamak istiyorum sadece..
"-Mazoşist misin?
-Hayır.
-Her gördüğümde seni yaralanmış görüyorum.
-Kader sadist."

140.
Var mıdır hesaplayacak denklem iç acılarımızın toplamını?