Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Temmuz 2010 Cuma

Hayat gerçekten garip.

Hayat gerçekten garip. Biz de en az hayat kadar.. Sıradan, kıpırtısız geçen birgün bile kendi içinde öyle çok çelişiyor ki. Dokuz gibi uyandım sabah. Kahvaltı yapmadan çıktım evden her zamanki gibi. Mahalle kahvesine gittim ve yaş ortalaması elli olan bir masada saatlerce okey oynadım. Bir ara hayat kırmızı yediliden ibaretti. Son eldi, kırk sayı kadar gerideydim ve kırmızı yedili okeydi. Tek taşa kalmıştım ara taşıydı beklediğim taş (sarı altılı) ve ikisi de çıkmıştı. Sadece kırmızı yediliye açabilecektim ama gelmedi. Üç oyun üst üste kaybedip çıktım kahveden. Saat üçe geliyordu cafeye gittim kitap okumak için. Yusuf Atılgan'ın aylak adamı bilmem kaçıncı kez elimdeydi. Bir ara tuvalete kalktım döndüğümde garson kızın göz ucuyla kitabı incelediğini farkettim ve sesimi çıkarmadan izledim bir süre. Sonra masama döndüm kız özür diledi ben de önemli olmadığını Yusuf Atılgan'ı tanıyıp tanımadığını sordum. Okumadığını ama çok duyduğunu söyledi. İsterse bitirince verebileceğimi söyledim, biter mi bugün dedi, gülümsedim. Daha önce bilmem kaç kere okuduğumu söylemedim tabi. Biter dedim, ince zaten. Okumaya başladım açık limonlu çay getirdi bu arada ve adisyona yazmadı. Jeste jestle karşılık vermek istedi galiba. Ya da yazmayı unuttu bilemedim şimdi. Neyse bitirdim kitabı verdim teşekkür etti ve bana Battaile okuyup okumadığımı sordu. Küçük bir şok yaşadım. Eskişehir'de benden başka okuyan olmadığını zannederdim hep birinin ondan bahsetmesi çok şaşırttı beni. Okudum dedim heyecanla sen okudun mu? Hayır dedi, okumadım ama bir dergide okumuştum onun kötülük tasnifi Yusuf Atılgan'ı çok etkilemiş. Öyle hoşuma gitti ki.. Galiba insanlardan umudumu kesmek için biraz aceleci davranıyorum umulmadık yerlerde yaşam belirtileri çıkıyor böyle karşıma. Vedalaşıp ayrıldıktan sonra Ömür'ün yanına gittim. Şehirdeki en eski arkadaşım.. Dünya tatlısı kızıyla oynadık biraz. Sonra eşinden de izin alıp Bomantiye gittik. En son ..... ile gitmiştik oraya ve kısa bir süre sonra da görüşmemeye başlamıştık. Önünden geçerken bile içim titriyordu düne kadar ama öyle gidiverdik işte birden. Nasıl olduğunu bile anlamadım. Başta burulur gibi oldum ama müzikle birlikte dağıldı burukluğum. Zannettiğim kadar kötü hissetmedim kendimi, evet orada hiç özlemediğim kadar özlediğimi farkettim ama bunun da sevdaya dahil olduğunu düşünüp orada geçirdiğimiz o bir kaç güzel saati gülümseyerek hatırladım. Sonra benden konuşmaya başladık On beş yıllık arkadaşım o kadar şaşırttı ki beni.. Kırk yıllık bir psikiyatrist gibi benimle ilgili analitik çözümlemeler yapmaya başladı. Ve söylediği her şeyde haklıydı. Kendimi çok karmaşık zannederdim, oysa beş on dakika içinde asıl sorunun ne olduğunu seriverdi önüme. Araya şarkılar girdi sonra, ne dert kalır ne hüzün dedik doymadım sana ağlarım dedik v.s. Kemancı abi "o" nu sordu. Hoca dedi geçen bir kızla gelmiştin nerede gibi bir şeyler söyledi. Genelde kardeşimle gittiğim için oraya yanımdaki kız onun da dikkatini çekmiş sanırım. Evde dedim, yok artık o diyemedim.. Ona içlendim biraz sonra Ömür yine bana döndü. Yanlış yaptığımdan hayatımı kendi kendime karmaşıklaştırdığımdan, insanları kendimden uzaklaştırmak için elimden geleni yaptığımıdan falan bahsetti. Yine haklıydı. Benim gerizekalı arkadaşım belki de hayatı boyunca bu kadar uzun saat haklı olmamıştı hiç. Evet bu akşam ne söylediyse haklıydı.. Sonra kahvelerimizi içtik ve kalktık. Bebeği(melis)ve eşini aldık önce evden. Biraz daha Melisle oynadım ve bir kez daha çocuk duyarlılığına hayran olup eve geldim. Yeterince içmedim sanırım gözüm parkta. Bayi kapanmadan bir şişe şarap alıp parka gitmek niyetindeyim.. Bakalım.. Neyse, öyle işte hayat gerçekten garip.. Nasıl olacak bilmiyorum .. Bakalım...

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Oyun..

Beklemek.. Çok sabırsızsan, ömrün geç kalmalarla geçmişse ve artık hiçbir şeyi beklemeye tahammül edemiyorsan ama başka çaren de yoksa ruhunun başına gelebilecek en büyük işkencedir beklemek. Godot'yu bekler gibi tıpkı. İçine düştüğün çıkmaz uzaktan bakan herkesi gülümsetecek kadar komik ve yine aynı herkesin nasihatler yağdıracağı kadar da acıklıdır. Traji-komik.. Hiç gelmeyecek bir telefonu beklemek tıpkı tren yolu olmayan bir şehirden tren beklemek kadar acıklıdır. Üstelik tren yolu olmayan şehirden beklediğin trende gelmesini umduğun yolcunun olup olmadığı da belli değilse. Alın işte hem trajedi hem de komedi. İki perde. Oyunumuza hoşgeldiniz. Lütfen yedi yaşından küçük çocukları salonumuzdan çıkartınız. Onların oyunumuzu anlama ihtimali çok kuvvetli çünkü ve bizim oyunumuzun esası anlaşılmamak üzerine kurulu. Biz acı çekeceğiz siz de kahkahalarla güleceksiniz bu kadar basit herşey. Delileri de almıyoruz üzgünüz. Deliler ve çocuklar oyunun komikliklerini atlayıp bize acımaya ve ağlamaya başladıklarından dengemizi kaybediyor ve devam edemiyoruz. Tecrübeyle sabittir. Daha önceki oyunularımızı izleyen bu güruh her şeyi daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Çünkü bizi anlamaya ve bizimle birlikte acı çekmeye başlamışlardır. Bizim sizin gibi aklı başında izleyicilere ihtiyacımız var. Rahat koltuklarınızda çaresizlikten düştüğümüz acıklı durumlara gülmeniz esasına göre yaşadık biz hayatımızı!. O yüzden lütfen.. Çocuklar dışarı!. Evet başlıyoruz şimdi. Birinci perde. Öleceksiniz gülmekten hazır olun. Ve beliriyoruz sahnede. Selam vermeyi beceremeyerek ve nereye bakacağımızı bilmeden şakınlıkla gözlerimizi gözlerinizden kaçırmaya çalışarak ilk alkışı alıyoruz yükselen kahkahalarınızın eşliğinde. Sonra nasıl her söylenene inanılır bölümüne geçiyoruz. Seyircinin en çok eğlendiği bölümlerden birisi.. Sevgili, seni seviyorum diyor hemen inanıyoruz, önemlisin sen diyor koltuklarımızı kabartıyor sen diyor bir tanesin akıllısın yakışıklısın beni en güzel sen seversin. Başımıza gelecekleri bilmediğimizden öyle bir sarılıyoruz ki ona oyunun sonunu farkeden akıllı izleyicinin kahkahaları bile ulaşmıyor kulaklarımıza. Mutlak bir inançla ve daha önceki aldanışları aklımıza bile getirmeden her söylenene inanıyoruz . Ve o kadar güzel oynuyoruz ki rolümüzü sonlara doğru bazı daha az akıllı seyircinin neredeyse kafası karışır gibi oluyor. Merak etme seyirci, bizim oyunumuzda şaşkınlığa yer yok her şey beklediğin gibi gelişecek biraz sabret.. Boşuna bilet almadınız değil mi? sizi üzecek halimiz yok.. Sonra her söylenene inanma bizde alışkanlık haline geldiği an sevgili sevgilimiz sırtını dönüp gidiveriyor. Kalakalıyoruz ortada. Kulaklarımızda bize söyledikleri. Evet ikinci bölüme geçtik artık. Umutla bekleme. Yanıldığını anlayıp döneceği umuduyla beklemeye başlıyoruz çok şey yapmak isteyerek ve hiçbir şey yapamayarak. Bu halimiz seyircide gülmenin tavan yaptığı an oluyor. O kadar belli ediyoruz ki çaresizliğimizi sevgili bile gülmekten alamıyor kendisini. Bir süre bekledikten sonra oradan oraya koşturuyoruz yalvaran bakışlarımızla peşinden koşup kendimizi affettirmeye çalışıyoruz, gözüne girmek için acınacak hallere sokuyoruz kendimizi kurtlar gibi böğürerek ağlıyoruz öfkeleniyoruz sinir krizleri geçiriyoruz bağırıp çağırıyoruz çığlıklarımız kahkahalarınıza karışıyor ve.. Ara veriyoruz on dakika ihtiyaç molası. Buradayız biz merak etmeyin ikinci perdeyi oynamaya devam ediyoruz. Herkes çıktı mı ? Güzel.. Evet şimdi evlerinize gidebilirsiniz. Oyunumuz post moderndir abiler ablalar.. İkinci perde sahnede değil dışarda devam edecek. Evlerinize gidin yüzünüzdeki gülümsemeyle. Biz teker teker gelip yanınızda oynayacağız ikinci perdeyi. Evet biletle birlikte ruhumuzu da satın aldınız. Çağırın istediğiniz zaman kaldığımız yerden evinizin salonunda devam ederiz. Yalnız lütfen çocuklarınızı yatırdıktan sonra çağırın.. Bir de, deliler..

27 Temmuz 2010 Salı

Küçük insanların küçük hikayeleri..

Küçük insanların küçük hikayelerinden sadece büyük hayal kırıklıkları doğuyor.Ne yazık, en azından trajedi diyebilsek buna. Olmaz ama, olmuyor. Büyük adamların büyük hayal kırıklıklarına trajedi deniyor, küçüklerinkine sadece hayal kırıklığı. Masallarda, romanlarda, filmlerde çekilen asil acıların bizim zavallı acılarımızla uzaktan yakından alakası yok. Adam gibi ayrılık acısı yaşayamıyoruz mesela her şeyin suyunu çıkarıp herkesin burnundan getiriyoruz. Bütün çirkinliklerimizi kusarak birbirimizin yüzüne bakamayacak hale geliveriyoruz. Prensesini sonsuza kadar kaybeden şövalyenin soylu özlemini kitaplarda okuyoruz ancak. Ya da giden sevgilinin ardından iki damla yaş akıtıp acısını yüreğine gömen ve kendisi de dahil kimselere onun hakkında kötü söz söyletmeyen kadının soylu duruşunu filmlerde izliyoruz. Bizim düzenimiz her şeyi çamura bulamak üzerine kurulu. Gitti ya, terk etti ya seni, bas arkasından kalayı.. Önce böğürerek ağlıyor sonra geberinceye kadar içiyor ve bir süre kendimize acımaktan başka hiçbir şey yapmıyoruz. Sonra da bütün kabahati karşı tarafa yükleyip kendimizi temizlemek gibi iğrenç bir savunma mekanizması geliştiriyoruz. Ayrılığı da sevdaya dahil sayan güzel insanlar kalmadı artık. Geçmişteki güzel günlerin anısına en azından saygıyı korumayı becerebilsek keşke. Olmuyor!. Güzel olan her şeyi terk edilmiş olmanın kızgınlığıyla öfke sosuna bulayıp hatırlıyoruz tekrar tekrar ve elimizde hınç ve kinden başka hiçbir şey kalmayana kadar didik didik ediyoruz anıları. Önemli olan anlardır oysa, yaşadıkların, geçmişte sana hissettirdikleri, birikerek kendini gerçekleştirmene vesile olan küçük küçük mutluluklar. Hepsini birden tek kalemde silip ruhumuzu bir öfke tapınağı haline getiriyoruz. Ve bunun adına da sevmek diyoruz.. Bu yüzden de bizlerin arasında büyük trajediler yaşanmıyor. Hepimiz sadece büyük hayal kırıklıkları yaşıyor ve yaşatıyoruz...

Gri..

Şehir bugün elli yıldır kimsenin uğramadığı bir ev kadar griydi. Aksi gibi evden çıkarken farkında olmadan gri t-shirt giymişim. Sabah aynada baktığım yüzüm de gri. İçim oldum olası gri zaten. Gerizekalı gökyüzü de şu aralar inadına hep gri. Bazılarına sevimli gelen beni ise nedensizce tedirgin eden sonbahar rengi. Geçmişin rengidir gri, hatırlandıkça can yakan kötü anıların arka planında hep o vardır. Ruhumuz ve hafızamız da gri fon üzerine yerleştirilmiştir. İçilen sigaranın külü, çürüyen yaprak, kurumuş ağaç dalı, mutsuz insan yüzü, kirli gökyüzü.. Gözlerimi kapattığım zaman bile karşıma çıkan renk sanıldığı gibi siyah değil, gri. Ve ölümü en çok hatırlatan renk. Siyah matem işaretidir ama yaşayanlar için, ölenin arkasından siyahlara bürünenler siyahlar içinde yaşamaya devam ederler, yaşayan canlı bir renktir siyah. Ölünün ise, yakılırsa dönüşeceği kül gri, gömülürse üzerinde çürüyecek kefen gri. Evet evet bu renk yanlışlıkla yaratılmış olmalı. Ya da bizleri cezalandırmak için. Değiştirilmesini talep ediyorum yerine başka renk koyulsun tanrı tarafından. Ben de karşılığında oruç falan tutarım, bilemedim şimdi..

Kitap Okurunun Hakları

1.Okumama hakkı
2.Sayfa atlama hakkı
3.Bir kitabı bitirmeme hakkı
4.Tekrar okuma hakkı
5.Canının istediğini okuma hakkı
6."Bovarizm"hakkı
7.Canının istedği yerde okuma hakkı
8.Çöplenme hakkı
9.Yüksek sesle okuma hakkı
10.Susma hakkı

Daniel Pennac/Roman Gibi

Çok Satmayan "Yaz Okuma" Rehberim..

* Leyla Erbil - Mektup Aşkları : Birbirleriyle aynı kişide kesişen hayatların sadece mektuplarla açığa çıkan büyük trajedisi. Yazılmasının üzerinden epey zaman geçen ve nedense ıskalanan bu kitap post-modern edebiyatımızın en güçlü yazarlarından Leyla Erbil'in olgunluk dönemi eseri olarak nitelenebilir. Tek ilkesi ikiyüzlülük olan bir toplumda ahlaklı olabilmek mümkün müdür? sorusuna yanıt arayan Erbil, mektuplarla birlikte akan hikayede derin sorgulamalar yapmamıza da vesile olmakta. Mutlu bir beraberliği olanlar bu kitaptan uzak dursun, çünkü aşk denen şeyi de ciddi ciddi sorgulatmakta insana..

*Albert Cossery - Tanrının Unuttuğu İnsanlar : 1900'ların başında doğan Cossery Mısır edebiyatının en özgün ve marjinal yazarlarının başında gelmektedir.Ülkemizde pek tanınmamakla birlikte (nedense hiç şaşırmadım)özellikle A.Camus gibi varoluşçuları derinden etkilrmiştir. Bu küçük hikaye kitabında ülkesinin üzerine çöken pesimizm ve sefaletle hesaplaşan Cossery gelenekle modern arasında sıkışan "her çağın insanı" nın da profilini çizmektedir. Yeni ve rahatsız edici yazarlarla tanışmak isteyenlere..

*Y.Hakan Erdem - Kitabı-ı Duvduvani : Tarihi fantastik mizahi aşk bilim kurgusu.. Bütün türleri harmanlayan Erdem bir taraftan Ecovari bir tavırla genel kültür şovu yaparken bir taratan da dille ve bizle dalgasını geçiyor. Özellikle gotik eğlenceden hoşlananlara..

*Peter Ackroyd - Oscar Wilde'nin Son Vasiyeti : Gelmiş geçmiş en büyük edebiyatçılardan olan Wilde'nin sıradışı hayatının sıradışı bir başka yazar tarafından kaleme alındığı bir baş yapıt. Paris'teki bir otel odasında, yalnızlık ve çaresizlik içinde ölen ünlü yazara ilgi duyan ya da tanışmak isteyen herkes için bulunmaz bir başlangıç fırsatı. Eğer hiç Oscar Wilde kitabı okumadıysanız onun dünyasına girebilmek için daha iyi bir seçenek bulamazsınız.Ayrıca tamamen özel bir nedenden dolayı bir süredir en sevdiğim kitap olmuş durumdadır kendisi. Gerçek tutunamayanlar için samimi bir yol arkadaşı..

*Ferenc Molnar - Pal Sokağı Çocukları : Üzerimde en büyük etkisi olan kitap. İlk okuduğum kitap. Kolumu kırdığımda evde yatarken babamın kitapçıda rasgele görüp aldığı bu kitapla birlikte başladı kitaplarla oynadığım büyülü oyun. Geçenlerde tekrar aldım elime. Uzun yıllar cesaret edememiştim büyü bozulur diye. Bıraktığım yerde duruyor sanki.. İlk kahramanım,Nemeczek. Ve ilk okuduğumda düşündüğüm şeyi kitabı bitirdiğimde tekrar düşünmeye başladım. Dünyanın bütün çocukları Pal Sokağı'ndandır. Masumiyeti yeniden hatırlamak isteyenlere..

*Franz Kafka - Babaya Mektup : Kafka üzerine fazla bir şey yazmaya gerek yok herhalde. Şunu söylemek yeterli sanırım, eğer dostu vasiyetine uyup bütün yazdıklarını ölümünden sonra yaksaydı dünya edebiyatı hiç tamamlanamayacak bir eksiklikle baş başa kalacaktı. Diğer kitaplarının gölgesinde kalmış Babaya Mektup, yazarın kendisi,çocukluğu ve bilinç altıyla girdiği amansız hesaplaşmanın dışavurumu olarak okunabilir.Yazarlık serüveninin izlerini de takip etmek mümkün. Dava, Şato v.s gibi kitaplarıyla birlikte Kafka külliyatının vaz geçilmez eserlerinden biri. Has edebiyat severlere..

* Chuck Palahniuk - Çarpışma Partisi : Yeni çıkan kitapları tavsiye etmekte pek acele etmemekle birlikte söz konusu olan Palahniuk olduğunda durum değişir tabi ki. Özellikle Fight Clup' la birlikte anti-konformizmi hepimizin gözüne sokan ve bireyin kendine yabancılaşmasının modernizmin en büyük problemi olduğunu her fırsatta dillendiren usta son kitabında da yine benzer bir eleştiriye koyulmuş. "İnsanların sıradan hayatlarınadaki günlük tecrübelerine gizlenmiş aşırılıklar öyle açık, net ve sansürsüz anlatılıyor ki zaman zaman utanacak, iğrenecek ve dehşete düşeceksiniz. Ama sonunda her zamanki gibi aklın sınırlarını zorlayan bir yazarı okumanın verdiği mutlulukla hınzır bir gülümseme yayılacak yüzünüze." Rahatsız olmaktan hoşlananlara..

* Charles Bukowski - Ekmek Arası : Rahatsız edici bir başka yazar daha. Yazdıkları ve yaşadıklarıyla dibe vurmanın en somut kanıtı olan Bukowski aslında çoğumuzun zaman zaman içinden geçirdiklerini hiçbir sansüre başvurmadan düşünüğü gibi yazabilen belki de en özgün yazar. Edebiyatçıların kafasını bu kadar karıştıran başka yazar olmamıştır sanırım. Bir kısmı onu ve yazdıklarını tam bir pislik olarak nitelerken ciddi bir kısmı da onu Amerikanın en büyük dehalarından biri olarak görmekte. okuyun ve karar verin.. "İlgi duymuyordum, hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü.Sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Gidecek yerim yoktu ama. İntihar ? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi." Yaşadığı hayatı boktan bulanlar için..

Delirmemeye çalışmak..

Olmadı.. Büyük ideallerim vardı oysa, ama ayrıntıları aşıp hiçbirini gerçekleştiremedim. Takılıp kaldım hayatımın bir yerine,zamanlarımızın ölçü birimleri farklıydı, sizinki aktı, benimki durdu. İlerleyemedim bir türlü. Ama böyle olacağı belliydi, hayat bilgisi ortaokuldayken de zayıftı bende. Toplumsal sınıflamayı bir kerede anlamıştım, ama çocuklarla kavga etmeden maç yapabilmeyi hiç beceremedim. Hepiniz değiştirebileceklerinizi değiştirip değiştiremediklerinize uyum sağlayabilme mekanizmanızı inanılmaz bir ustalıkla çalıştırdınız. Şaşakaldım size, nasıl da hiç yanılmadan bukalemun gibi bir kerede bunu becerebildiniz? Hiç mi canınızı sıkan bir şey olmadı, her şey mi içinize sindi, nasıl başardınız bunu? Ben hep yanınızdaydım, aynı havayı soluduk sizinle, madem bu kadar kolaydı takılmadan yaşamak, bana neden öğretmediniz? Şimdi sizin zamanınızı aklım kavradı, ama ruhum hep aynı şeyi tekrarlıyor işte; "Ömrümün en güzel zamanı diye bir şey yok gerçekte. Bir yığın küçük büyük sevinçle bir yığın büyük küçük acının bir araya gelerek yaptığı bir bileşimle yıllar geçip bedenimin gücü azaldıkça, zihin gücüm genişlemiş gibi göründükçe, büyük işler yaptığım, büyük mutluluklar yaşadığım yanılsamasına kapılımışım,o kadar." Oysa her şey yanılsamaymış, anladım.. Bir söz vardı, şunun gibi bir şey; İnsan kendisi için gerçek ve mutlak olan mutluluğa yaşamı boyunca yalnız birkez erişir ve geri kalan tüm yaşamını bu mutluluğa tekrar ulaşmaya adar. Hayatımı bunun doğruluğuna adadım. Şimdiyse gülüyorum sadece.O kadar yorgunum ki ne tavsiye dinleyecek gücüm var ne her şeye yeniden başlayabilecek. İyisi mi rahat bırakın beni,soru sormayın. Misafir kabul edin hayatınızda, turistik bir temaşayla izlemenize itirazım yok. Ama ne olur acıklı bakışlarınızı üzerimden çekin. Çok istiyorsanız nasıl takılıpkalınıpyanlışyaşanılır dersini benim üzerimden alabilirsiniz. Ama lütfen acıma ve şefkat ihtiyacınızı benim üzerimden karşılamaktan vazgeçin. Şu an ne yapmaya çalışıyorum biliyor musunuz? Tek bir şey. Delirmemeye calışıyorum! Belki de yanlış yapıyorum. Hayatın saçmalığına tahammül etmenin başka yolu yok belki de. Yoksa zavallı aklımı çevreleyen çitleri yıkıp deliliğin kurtarılmış akıntısına mı bırakmalıyım kendimi?

Ağıt..

Gerçek aşk, hiçbir şey yapmamaktır. Bir şeyler yapmak kolay; aramak, ağlamak, yalvarmak, kızmak, yalan söylemek dünyayı yerinden oynatmak.. Zor olan,bunların hepsini yapmaya gücün yetecekken hiçbir şey yapmamaktır. Beklemektir zor olan, herhangi bir beklentiye sığınıp yaslanmadan beklemek. Hiçbir şey ummadan, hiçbir şeyi değiştirmeye kalkmadan, gücünü sadece masumiyetten alan ve sabırla beslenen.
Böyle zamanlarda eşya hayatla aranda bağ kurulmasını sağlıyor. İki kişilik kullanılmış tren bileti, yapım aşamasında yarım kalmış bir ney, bir zamanlar gerizekalı bir süs muamelesi yaparken en kıymetli eşyan haline gelen duvardaki dart, galata kulesi kartpostalı, yemek sonrası verilen küçük mor lokantacı şekeri, renkli fotokopi bir vesikalık resim, çantada muhafaza edilmiş alakasız bir kitap, Mcdonalds'dan alınan kredi kartı slipi, boş votka şişesi, boş ıce tea mango kutusu, boş Winston paketi ve dünyanın en güzel misketi.. Ve tüm bunlarla dolu bir oda. Beklerken hiçbir şey yapamadan, dua ettiğin kutsal objeler haline geliyor nesneler ve odanın kendisi..
Ve uzaktaki eşya. Anları anı haline getiren ve hatırlandıkça katlanmayı zorlaştırıp beklemeyi kolaylaştıran eşyalar. Şu an seninle olmayan ama diğerlerinden hiç ayıramadığın eşyalar. Belki birgün bir araya getirip anıları birleştirmeni sağlayacak olan eşyalar. Sigara jelatininden mamül dünyanın en korunaklı yerinde saklanan galata kulesi maketi(ki külahını yapmak -bir kaç tuhaf girişimden sonra akıl edilebilen- çok yaratıcı bir hamleydi),cafede yıllardır duran ve muhtemelen kimsenin dikkat etmediği ve ihtimal kimsenin bakıp gözlerinin yaşarmasına neden olmayan bozuk gramofon ve onun artık nerede olduğu bile bilenmeyen karakalem resmi, başka bir ankara-eskişehir gidiş dönüş tren bileti, olmadık bir yerde koparılıp kurumaya bırakılmış bir gül, yeni baskı bir Salinger kitabı(Gönülçelen), sendeki Galata kulesi kartpostalının bir eşi, içi dışı kara bir paket karanfilli sigara..
Ve mekanlar tabi. Zamanın durduğu, gidildikçe hep o anları yaşatan ve dayanmak zor olduğundan mecburen uzak durulan ama bir şekilde hep etrafında dolaşılan mekanlar. Oralarda oldukça acı veren, ama çok uzak oldukça da her şeyin tamamen yitirilmesi demek gibi bir şey olacak olan yerler.. Çocukluğunu, sevdiklerini, hayallerini, duygularını Perec ve Oğuz Atay eşliğinde en sevdiğine servis ettiğin teras barı, onu beklerken her dakikanın bir saatte geçtiği cafe, yıllarca şehrin gürültüsünden kaçıp kafa dinlemek için gittiğin ve artık bambaşka bir şey demek olan kenardaki park ve onun yukarıdan dördüncü aşağıdan üçüncü bankı, dünyanın en güzel uykusuzluğunun yaşandığı kuşetli istanbul treni, hangisinin gerçek olduğu konusunda türlü münakaşalara girdikten sonra karar verilip girilen ve yemek gelir gelmez çakma olduğu anlaşılan sultanahmet köftecisi, son anda koşarak yetişilen ve 360 derece dönerken bile yüzündeki gülümsemeyi silemeyen lunaparktaki ölümcül makine, sinema tarihinin en rezil filminin büyük bir keyifle izlendiği sinema salonu, İstasyonun yanındaki trene binmeden son trenden inince ilk sigaranın birlikte içildiği çiçekli ağaçlı taşa oturmalı dış bahçe, binbir nazla geçilen üst geçit(bilen bilir oradan geçmek epey bir iştir),tavla oynanılan ve yenilince mahsustan küsmecilik oynanan çay evi, v.s... Ve odam tabi, odamız.. O kadar çoklar ki. Ama hepsinin yaşattığı duygu ortak. Hem en güzel anları oralarda yaşamış olmanın hatırlanmasıyla yüzde beliren tebessüm hem de o anları yitirmiş olma ve bir daha yaşayamama ihtimalinin verdiği acı. Tebessüm ve acı sadece anlar ve mekanlar birlikte hatırlanınca bu kadar yakışıyorlar birbirlerine. Keşke mümkün olsa da eşya gibi mekanları ve anları da bir odaya toplayabilsek. O zaman büyü yapmak daha kolay olurdu belki..
En başta inanamamak. Hiç ihtimal vermediğin birşeyin kolayca oluvermesi. Ve neredeyse şaşkınlıktan sevinmeye vakit bulamamak. Bir taraftan onu haketmediğini düşünmenin yol açtığı kendine güvensizlik diğer taratan ise hiç alışık olmadığın güzellikler. İlk buluşmanın çocuksu heyecanı, trenden ineceği saati beklerken oynanan sevimli zaman hesaplaması oyunları, saatlerce ne yesek telaşına düştükten sonra aynı anda dillendirilen "yemek yemeyiverelim" keşfinin yol açtığı inanılmaz rahatlık, yağmur yağarken saçak altında geçen zamanda sigara içmekle öpüşmeyi aynı ana sığdırmaya çalışmanın kaçamak telaşı, mantıyı sarımsaksız salatayı soğansız yemenin tarifsiz lezzeti, kalkmasına az zaman varken ve anlatacakların hiç bitmeyecekken önündeki son yudumu içmemesi için bira bardağına çaktırmadan atılan yalvaran bakışlar, terlediğini farkederde elimi tutmayı bırakır endişesiyle başka bahaneler bulup kısa süreli elleri bırakıp kot pantolonun arkasında silme hınzırlığı, rüzgarın ağzına soktuğu saçlarını usulcacık çekip çıkarma ve bunu yaparken bir taraftan başka şeylerden bahsedip hiçbir şey olmuyormuş gibi hissettirme çabası, her gecenin son iyi geceleri -her sabahın ilk günaydını ,güne onun sesini duyamadan başladığın anların tedirgin edici gerilimi, sigara jelatininden mamül kutsal kulenin başında geçirilen ömrünün en içten zamanları.. Hepsini bir arada hatırlamak mı daha çok acı verir yoksa teker teker hatırlayıp ayrı ayrı acı çekmek seyreltir mi biraz acıyı? Belki de tek bir acı var. Yoğunluğu hiç değişmeyen ve hep aynı şey demek olan tek bir acı. Çok özlemek demek olan, boşluğunu hiçbir şeyle dolduramayacağını bildiğin yitirilmiş zamanları kafanda tekrar tekrar yaşamanın sızısı..
Ama bu haksızlık. Öylece çekip gitmek bu kadar kolay olmamalı. Gücünü yalnızlığından alan ve yalnızlığa alışkanlığını yıllar süren bir çabayla benimseyen birinin hayatına girip,onu kapandığı ve artık şikayet etmediği mağarasından çıkartıp hiç alışık olmadığı bir oyunun ortasında tek başına bırakıvermek. İnsafsızlık. Tamam insan kızar, küser, kavga eder, yanlış bir şey varsa yapanın burnundan getirir. Ama böyle basıp gitmek neyin nesi, insaf. Tamam artık aramaz seni diyerek telefonun sesini kısıp elinin eremeyeceği bir yere koyarken bile on dakikada bir telefonu kontrol etmek ve kendi kendine ben aslında saate bakıyorum kimseden telefon beklediğim yok diyerek yürek burkan yalanlar söylemek; iyi oldu zaten yürümeyeceği belliydi eninde sonunda bitecekti türünden avuntularla uykuya dalıp sonra sıçrayarak uyanmak ve bu zavallı avuntunun aslında seni hiç rahatlatmadığını farketmek; artık hiç işine yaramayacağını bilmene rağmen acı bir alışkanlıkla ve tükenmeyen alışkanlıktan da acı bir umutla 3900 dan 5000 sms almak; bin kere bilmene rağmen artık seni ilgilendirmediğini, kendini kendinden gizli acaba bu saatte o ne yapıyordur diye düşünürken yakalamak; geçen ay bu saatlerde şuradaydık, şu saatte şunları konuşuyorduk, eğer böyle olmasayadı şu gün şunları yapacaktık muhasebesine obsesifce takılıp kalmak; birlikte dinlediğiniz şarkılardan kaçmaya çalışırken mırıldandığını utanarak farkedip yarıda kesmek ama kafanın içinde şarkının devam etmesine engel olamamak; ikinizinde sevdiği yazarların kitaplarını kitaplığın en görünmez yerlerine sokuşturup,göz ucuyla yerlerinde olup olmadığını hızlıca kontrol etmek; nefret etmek için yüzlerce bahane üretip her birine tutundum zannedip bir süre rahatlamak ve sonra hiçbir işe yaramadığını süratle farkedip eskisinden daha beter kahrolmak; ve özlemek.. Hep özlemek; uyurken özlemek, uyanır uyanmaz özlemek, bir şeylerle uğraşmaya çalışıp bir süreliğine unutur gibi olduğunda farketmeden özlemek, hiçbir şey yapmadığın zamanlarda özellikle gece yarısından sonra ibadet eder gibi özlemek, yüzünü görsem bir kere,başkasıyla konuşurken bile olsa sesini duysam yetecek bana dedirtecek kadar özlemek. Özlemenin her çeşidini ezberler gibi özlemek. Yok, olmaz böyle,haksızlık bu..
Sonra bütün günler birbirine benzemeye başlar. Ayrılığın ilk bir kaç günü deliren ve ne yapacağını şaşıran sen zaman geçtikçe acıklı bir suskunluğa bürünürsün. İnsanın en zavallı hallerinden biridir böyle zamanlarda yaşanılan. İlk gün, kızgınlığının etkisiyle burnundan kıl aldırmaz en söylenmeyecek lafları söylersin. Sonra aynı gece şaşkın ve ne yapacağını bilmez şekilde dolaşırsın ama seni çıldırtan şey öfkeymiş gibi gelir sana. Ona öyle kızıyorsundurki, sırf sana bunu yapmış olması bile affedilmez bir hatadır. Karar vermişsindir artık o seni aramaya kalksa bile konuşulmayacaktır. Evet her şey bitmiştir.. Öyle zanneder içebildiğin kadar içersin ve sızarsın sonra. Ama uyanınca aklın başına gelir. Önce bir önceki günü düşünürsün ve metafizik bir umutla bunun rüya olması için yalvarırsın. Ama rüya değildir, ayrılmışsınızdır artık. İçinde korkunç bir acı ve boşluk hissiyle atarsın uyku sersemliğini ve umutsuzca telefona saldırırsın. Ama ne bir arama vardır ne de mesaj. O zaman akşamki öfkenin yerini çaresizlik alır. Ve elinden bir şey gelmeyeceğini bile bile ama bir taraftan da her şeyi düzeltebilecekmiş gibi büyük bir enerjiyle sen ararsın. O da ne,telefonu kapalıdır! Defalarca denersin ama hep aynı şeyi duymaktasındır. "Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor..." Aslında çok iyi bilirsin ki aradığın kişi artık geride bıraktığın kişi değildir. Bir şey olmuştur dün ve artık o başka birine dönüşmüştür. Ama bu düşünceyi şiddetle kovarsın kafandan. Hayır,bir kaza yaşadık dün, düzelecek mutlaka. Telefon elinde yataktan kalkıp sokağa atarsın kendini, çok erkendir gidecek yerin de yoktur. Hem olsa bile hiçbir yere sığamazsın ki.. Dolaşıp durursun gözünde akıtmaya utandığın kocaman yaşlarla. Ağlayamazsın ama henüz. Çünkü içinde hala bir umut vardır, zannedersin ki telefonu az sonra açılacak ,konuşmaya başlayacaksınız ve o kötü kabus hiç görülmemiş gibi hayatınız devam edecek. Affetiririm kendimi diye düşünürsün, o da beni seviyor nasılsa, kıyamaz bana. Ne kadar pişman olduğumu görür, biraz kızar ama sonunda affeder. Yeter ki şu telefonu bir açsın, gerisi mutlaka hallolur, olmak zorundadır. Bu düşüncelerle dakikada en az üç kere arayarak şehrin muhtelif yerlerinde dolaşıp durursun, vakit ilerler ama telefon bir türlü açılmaz. Bu esnada telefon açıldığında ne konuşacağını kafanda kurgulamaya başlarsın ve o anda yapmış olduğun yanlışların hepsi birden aklına gelir. Ve beklerken bir taraftan da kendinle hesaplaşmaya başlarsın. Pişmanlık içinde çığ gibi büyümektedir. Sözler verirsin kendi kendine, söz dersin bir daha onu üzmeyeceğim, küçük kaprisler uğruna hayatı dayanılmaz hale getirmeyeceğim, onu mutlu etmek için elimden gelen her şeyi yapacağım, hatalarımın farkındayım asla hiçbiri tekrarlanmayacak. Onu ne kadar çok sevdiğimi göstereceğim ona her şey eskisinden de güzel olacak.. Bu esnada o kadar samimisindir ki gerçekte tutamayacağını bildiğin sözleri bile vermekten çekinmezsin. Trajiktir aslında, çünkü bir taraftan tükenmeye yüz tutmuşken diğer taraftan kendini hiç olmadığın kadar kuvvetli hissedersin. Kendi kendine tekrarlarsın, olmaz dersin böyle olmaz, düzelecek herşey yoluna girecek. O da üzülüyordur zaten, sen anlatacaksın o anlayacak ve eskisinden daha kuvvetli bağlarla sarılacaksınız birbirinize. Yeter ki telefonunu açsın.. Açsın artık telefonunu.. Sadece telefonunu açsın.. Açsın artık.. Açsın.. Ne olur açılsın artık o telefon.. Ve sonra açılır o telefon.. Alo dersin...

Biliyor musunuz aslında neden zordur ayrılık? Neden kabul edemez insan? Bir bıçak kanatıp ruhunu kimsenin göremediği kanlar akıtır içine içine, neden? Aşık olduğun için mi? Onsuz yaşayamayacağın için mi? Hayatının anlamını kaybettiğin için mi ? Sana haksızlık edildiğini düşündüğün için mi? Hayır hiçbiri değil. Başkasına da aşık olursun, o olmadan da yaşarsın, bir şekilde her şey yoluna girer. Bunu da herkes bilir. Peki bunu bile bile neden acı çeker insan biliyor musun ? Çünkü onu başkasıyla düşünemezsin. Tuttuğun elleri başkasının tutması, öptüğün dudakları başkasının öpmesi, yaslandığın omuza başkasının yaslanması. Düşünmek bile delirtir insanı. Bu yüzden işte, herkes bilinçaltında sevdiğinin ölmesini ister. Sevdiğinin ölümü bile onu başkasıyla düşünmekten daha az acı verir. Aşk zihninin savunma mekanizması geliştiremediği tek yanılsamadır, hallüsinasyon gibi... Bir varmış bir yokmuş.. Uyarıcısı olmayan algı.. Her şey biter acı kalır. İşte o acı da bencilliğinden ve kibrinden kaynaklanan acıdır. Onu başkasıyla düşündükçe kendine acımaya başlarsın,çünkü bunu kendine yediremezsin. Ölse, mesele kalmayacaktır. Ama ölmez namussuz, gözünün önünde korktuğun her şey bir bir gerçekleşir. Bu yüzden acı çekersin işte.. İşte bu yüzden çok zordur ayrılık..

Oğuz Atay okumak için 20 neden...

1) Acının sınırlarını belirleyip,en engebeli düzlemlerde bile tutunamamanın ne demek olduğunu bütün insanlara gösterdiği için.

2)Metafiziğe başvurmadan ruhumuzun röntgenini çektiği için,

3)Bazı insanların hikayelerinin,sonu intiharla bitse bile acıklı olmaktan ziyade komik oluğunu,tıpkı tutunamamak gibi hep gülünç duruma düşmenin de o insanlar için yazgı olduğunu en acıklı sözlerle ve güldürerek ve acıklı sözlerle güldürmenin trajikomedisini her satırına sindirerek herkese varoluş dersi verdiği için,

4)Tutunamayanların kapağını açtıktan sonra şırıngayı damarımıza sapladığı,ve onu okuduktan sonra okuduğumuz her kitapta eksiklik hissedip(Dostoyevski hariç) biraz burun kıvırmamıza sebep olduğu için,

5)Özendiğimiz yaşamların ve o yaşamları yaşayanların aslında nasıl acınası zavallılar olduklarını anlamamızı sağladığı için,

6)Dili özgürleştirip,noktalama işaretlerini tedavülden kaldırdığı metinlerde edebiyatın gerçek gücünü gösterdiği için,

7)Başımıza gelebilecek en tutkulu okuma serüvenini vadettiği için,

8)Mühendislerin de edebiyatçı,hem de en iyisi olabileceklerini gösterdiği için,

9)Okuduktan sonra ruh sağlığınızı bozduğu,rahatınızı kaçırdığı,insanlara bakış açınızı değiştirdiği,acıyı içselleştirmenizi sağladığı,kendinizi kökünden koparılmış ayrık otu gibi hissettirdiği için

10)Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti cümlesini hakedecek tek kitabı yazdığı için,

11)Hayattaki en trajik savaşın,insanın kendisiyle giriştiği savaş olduğunu ve ne yaparsak yapalım ruhumuzun kendi çelişkilerinden sonsuza kadar kurtulamayacağını beton çivisi gibi kafamıza çaktığı için,

12)Düşünce hızıyla da yazılabileceğini kanıtladığı için,

13)Joyce,Musil,Proust... ustalığında metinleri çeviri kirliliğine uğramadan okuyabilmemizi sağladığı,bilinç akışı tekniğini dilimizde kullanan ilk ve tek yazar olduğu,hatta-bence- "ilk türk romancısı" ünvanını sonuna kadar hakettiği için,

14)Selim Işık gibi edebiyat tarihinin en etkileyici anti kahramanını yarattığı için,

15)Ucuz toplumculuğa başvurmadan ve hiç bir mesaj kaygısı gütmeden en çarpıcı ve yapısal analizleri yaptığı;toplumu,bireyi,bireyin kendine yabancılaşmasını,yani konformizmin tehlikelerini Palahniuk'*ten 30
yıl evvel hepimize anlattığı için
*Palahniuk;Fight Clup,Kukla,Gösteri Peygamberi gibi kitaplarıyla tanınan Amerikalı anti konformist yazar

16)Olric'le birlikte şizofreninin edebi zenginliğini farkettirip,okuyan herkesin keşke benim de olric gibi hayali arkadaşlarım olsa diye düşünmesini sağladığı için,

17)Klasik okuma kalıplarını tamamen ortadan kaldırdığı,istediğimiz zaman istediğimiz yerinden açıp istediğimiz kadar okuyup ayraç kullanmadan kapatıp devam etmek istediğimizde yine rastgele bir sayfa açıp dilediğimizce okuyabilme şansı verdiği için,

18)Kitapları neyi anlatıyor sorusuna doğru dürüst cevap veremedikçe,yukarlardan bir yerden en müstehzi ifadesiyle güldüğünden emin olup,soruyu sorana bir şeyler geveledikten sonra,başımı hafifçe yukarı kaldırıp benim de ona doğru gülümsememi sağladığı için,

19)İnsanlardan ümidini hiç kesmediği,en çaresiz zamanlarında bile,herkes ona sırt çevirmişken, onlara "canım insanlar"diye seslenmekten hiç bir zaman vazgeçmediği için,

20)"Albayım"ın isim babası olduğu için...

Alternatif Kitap Kategorizasyonum...

1) Okumaya Gerek Olmayan Kitaplar : Calvino Usta yaşasaydı listenin başına çok satan vampir kitaplarını koyardı büyük ihtimalle. Ayrıca kişisel gereksiz kitaplar listemi zorlayan ikinci gruba bir kaç tanesi hariç Ahmet Hamdi Tanpınar öncesi yazılmış neredeyse bütün Türk romanları girebilir..

2) Birden Fazla Hayatın Olsaydı Kesinlikle Okuyacağın Ama Ne Yazık Ki Günlerin Sayılı Olduğu İçin Okuyamayacağın Kitaplar : Ayn Rand'ın bütün kitapları bu listeye girebilir. Okumayı çok isterim aslında ama kitapların ebatı her seferinde umutsuzca vazgeçmemi sağlıyor ne yazık ki..

3) Okumak İçin Değil Başka Amaçlar İçin Yazılmış Kitaplar : Ahmet Altan Ve Cezmi Ersöz'ün yazmış olduğu her türlü çer çöp bu kategoriye sokulabilir. Bu adamlar neden ısrarla yazıyorlar anlamak mümkün değil ama vakit kaybı ve sinir bozumu dışında faydalarının olmadığı muhakkak..

4) Şimdi Çok Pahalı Olan Ve Okumak İçin Ucuzlamasını Bekleyeceğin Kitaplar : Ayrıntı Yayınlarının depo kitapları haricindeki tüm kitapları. Tamam kardeşim güzel kitaplar basıyorsunuz ama özellikle felsefe ve politika kitaplarınız az satıyor diye bütün masrafınızı bizden çıkarmaya kalkmayın.Yoksa indirime girmeden almam kitaplarınızı haberiniz olsun..

5) Birinden Ödünç Alabileceğin Kitaplar : İlke olarak okuduğum kitaplara sahip olmak ve işim bittikten sonra kütüphanemde tutmak istesem de bazı istisnalar oluyor tabi. Dan Brown kitapları örneğin. Bence mutlaka okunmalı. Ama mutlaka bir kere okunmalı, bittikten sonra yer kaplamaktan başka bir işe yaramazlar. Benim gibi kütüphanenizde yer problemi yaşıyorsanız boşuna almayın. Zaten o kadar çok satıyorlar ki ödünç alabileceğiniz biri mutlaka bulunacaktır..

6) Yıllardır Okumayı Düşündüğün Kitaplar : Tabi ki klasikler. Hepimiz sıralarız onları ve geniş bir zamanda okumayı planlarız. Ama o geniş zaman bir türlü gelmez.Boyunları bükük bakakalırlar raflarda..

7) Yıllardır Arayıp Bulamadığın Kitaplar : Thomas Bernhard' ın otobiyografi üçlemesinin üçüncü kitabı Soluk -Bir Karar. Mitos Yay 1997.. Yok arkadaş,her tarafa baktım,yok yok yok. Bulanların insaniyet namına haber vermesi.....

8) Gerektiğinde Elinin Altında Olsun Diye Sahip Olmak İstediğin Kitaplar : İncil, Tevrat, Kitab-ı Mukaddes.. Baştan sona okumaya kalkmak eziyet olabiliyor. Ama ne zaman lazım olacakları da belli olmaz el altında tutmakta yarar var..

9) Elinin Altında Olmadığında Eksiklik Hissedeceğin Kitaplar : Oğuz Atay- Tutunamayanlar. Nedenini açıklamayı bile zul sayarım kendime. Bir tane yetmez bir kaç tane almak ve sık uğranan yerlere serpiştirmek gerek. Okuldaki dolapta bir tane, pansiyondaki odada bir tane, evde bir tane hatta sürekli uğranılan cafede bir tane bulundurulmalı. Gerektiği an bulunamaması travmaya neden olabiliyor..

10) Görüntüsü Güzel Olduğu İçin Alınan Kitaplar : Baskısına ve minyatürlerine tav olup ek ders ücretimin yarısını verdiğim ama bir kez bile okumadığım 17.yy Saray Mutfağı kitabım. Olsun okumadım ama çok güzel resimleri var. Yine olsa yine alırım valla..

11) Toplatılıp Şehir Çöplüğünde Yakılacak Kitaplar : Kişisel gelişim kitaplarının tamamı. Tutuşturmak için de Secret ve benzeri saçmalık manifestoları kullanılabilir..

12) Okudukça Derinlemesine Aşağılık Kompleksi Yaratacak Kitaplar : Perec ve Eco bu kategorinin başını çekmektedir.Özellikle Yaşam Kullanma Klavuzu ve Foucault Sarkacı birer genel kültür şovuna dönüşür ve başınızı iki yana sallayıp hayıflanarak okursunuz, derinden gelen bir kıskançlık da size eşilk eder..

13) Kişisel Gerekçeler Yüzünden Nefret Edilecek Kitaplar : Aslında iyi kitap olmalarına rağmen anlattıklarından bağımsız hikayeler yüzünden bir şekilde nefret edilen kitaplar. J.Cortazar- Seksek mesela. Çok iyi kitaptır ama şu aralar elime aldıkça ürperiyorum..

14) Çocuk Kitabı Zannedilen Kocaman Kitaplar : Küçük Prens, Alice Harikalar Diyarında ve Pal Sokağı Çocukları. Etrafımızdaki insanlara senede bir kere zorunlu olarak okutabilsek keşke bu üç kitabı. Toplumumuzda suç işleme oranı yarı yarıya düşerdi kesin.

15) Hiçbir Şey Anlaşılamayan Kitaplar : Jean Baudrillard-Simülasyon ve Simulakrlar. Tamam Baudrillard büyük düşünür, 20.yy en önemli teorisyenlerinden biri itirazım yok ama.. Ama anlamıyorum kardeşim bu kitaptan bir şey ne zaman elime alsam beynim uyuşuyor, ya kitap çok karışık ya da ben geri zekalıyım. Kitabı anlayıp bana özete geçebilecek babayiğidin kırk yıl kölesi olurum valla...

16) Uzun Soluklu Mutsuzluk Garantisi Veren Kitaplar : Oblomov ve Aylak Adam rakipsizdir bu kategoride. Her iki kitabı okurken de ismi bile olmayan Bay C. ve edebiyat tarihinin en mutsuz karakterlerinin başında gelen Bay Oblomov'a üzülmekten kitaplardan keyif almaya sıra gelmiyor bir türlü..
Unutulmanın zirvesindeydi artık. İyice emin olmuştu, dünyada onu düşünen, özellikle onu düşünen değil düşüncelerinin arasına onu da sıkıştırıveren hiç kimse kalmamıştı. Belki ara sıra annesinin falan aklına geliyordu ama o kadar işte, akla geliyordu ama bir süre sonra ocaktaki yemek onun akıldaki yerini alıveriyordu. Akşam ne yenileceği meselesinden daha önemli değildi ya kendisi. Belki eski sevgililerinden biri de zaman zaman onu istemsizce aklına getiriyor olabilirdi tabi. Ama bu da bilinçsizce yapılan bir karşılaştırmanın ötesine geçmiyordu muhtemelen. Yavaş yavaş flulaşan eski hayaletin yeni yaşantılarla bir şarkıda ya da bir kitapta, belki zamanında yolunuzun uğradığı bir barda kesişmesinden ibaret akla geldiği hızla kaybolan bir anı tortusu. Ya da artık kendisi tarafından unutulmuş bir alacaklı unutmadıysa onu zaman zaman küfretmek için çınlatıyordu kulaklarını. Hepsi o kadar işte. Ve bunların hiçbiri düşünülmek demek değildi.Yani onu düşünmeyi kısa süreli de olsa bir iş gibi algılayan ve bir süreliğine de olsa onu düşünmekten başka bir şey yapmayan hiç kimse kalmamıştı. Yok yok, unutulmak bile değildi bu. Olsa olsa hatırlan-a-mamak denebilirdi. Unutulmak sert ve keskin bir tavırdı belki ama kendi içinde bir ciddiyeti de vardı. En azından birilerinin bir zamanlar onu düşündüğünün göstergesi olurdu unutulmak. Çünkü unutmak için kızmak, çaba göstermek hatta bazı durumlarda unutmaya çalışmak gibi ciddiyet gerektiren davranışlarda bulunulması gerekirdi ve bunu yapan insanlar varsa eğer geçmişte bu en azından o zamanlar birilerince önemsendiğinin göstergesiydi. Oysa hatırlan-a-mamak unutulmaktan çok daha trajik bir durumdu. Kendi içinde bile bir hafifliği bir ciddiyetsizliği vardı hatırlan-a-mamanın. Yavaş yavaş oluveren, üzerinde hiç düşünülmeyen, fark etmeden masanızın üzerindeki toz tabakasının günden güne artması gibi onunla ilgili anların, anıların, düşüncelerin üzerini yeni yaşantılar, anlar, anılar tabakasının kaplaması ve bir gün hatırlanmaya değer bile bulunulmamak. Bunun sonucunda ortaya çıkan durum da düşünülmenin yerini, zaman zaman akla gelmenin alması oluyordu. Çünkü insanlar hatırlamadıkları şeyleri bazı çağrışımlar ortaya çıktığında hatırlayabilirlerdi. Bu bazen çok küçük bir eşya ya da basit bir söz bile olabilirdi.Biri başka birine bir şey söyler ve bu söz birinci şahısa onu anımsatır. Evet anımsanmaktır hatırlamayla ortaya çıkan kompozisyon. Ve ikisi de hiçbir değer ifade etmez. Çünkü o, onu anımsayan için bir değer olmaktan çoktan çıkmıştır. Şimşek hızıyla hatırlanır aynı hızla hatırlama anımsamaya dönüşür ve yine süratle yerini başka düşüncelere bırakır. Ne zaman akla geleceği belli olmayan milyarlarca düşünce ihtimalinden başka bir şey değildir artık o. Anımsanması bile diğerinin hafızasının insafına bırakılmış, çölde bir benzin istasyonu kadar acınası ve değersiz…
Çocukken de bir tuhaflık olduğu belliydi aslında. Ama bunun farkına varması oldukça zaman aldı. O zamanlar yaşadığı hayat rakibi değildi ve insanları yeterince tanımadığı için onlara güvenmekte de bir sakınca görmüyordu. Yaşadığı en büyük hayal kırıklığı ya futbol oynamayı beceremediği için hep kaleye sokmalarıydı onu ya da misket almak için babasının cebinden para aşırdığında yediği esaslı dayak. Aslında şüphelenmiyor değildi, zaman zaman kafasının karıştığı oluyordu ama dediğim gibi hayatın rakibi olduğunu bilmiyordu daha ve insanları yeterince tanımıyordu. Neden üç yıl boyunca Taso oynadığı Ozan’ı bir kere bile yenemediğini sorgulamadı mesela hiç. Daha kötü top oynayanlar varken neden hep kaleye kendisini geçirdiklerinin üzerinde de uzun uzadıya durmadı. Para toplayıp kola almak gerekiyordu bazen ve kendisinde hep bozuk para olurken bazı arkadaşlarında yıllarca hiç bozuk para olmadı ve o yıllarca bazı arkadaşlarında hiç bozuk para olmadığını düşünüp şu kanıya vardı. Bazı arkadaşların hiç bozuk paraları olmaz. Kandırmak denen bir şeyin varlığından çok geç haberdar olduğu için bu meseleleri kafasına hiç takmadan en mesafesiz tavırlarıyla sokulmaktan hiç usanmadı arkadaşlarına. Onların yanında yeni ayakkabılarını giymekten utandığı için evdekilerden gizli kirletmeye çalışacak kadar hassas, hiç suçu yokken ortasına düştüğü bir mahalle kavgasında, sağlı sollu yumruklar gelirken sağdan soldan, kimseye karşılık veremeyecek kadar da merhametliydi. Şimdi düşünüyorum da belki de onu bu incelikler bu hale getirdi. Çocuk hoyratlığı diye bir şey vardı sonuçta, keşke biraz olsun nasiplenebilseydi. Güçsüzdü bir taraftan da, zaman zaman tanık zaman zaman da muhatap olduğu çocuk hoyratlıklarına hiçbir zaman karşı koyamadı. Arkadaşları karınca yuvalarına mazot döküp ateşe verirlerken engel olamadı onlara mesela.Sonra mahallenin açlıktan derisi kemiğine yapışmış kedisinin kuyruğuna teneke bağlayıp sopalarla kovalarlarken peşlerine takıldı. Böyle yapmazsa onu dışlayacaklarından, aralarına almayacaklarından korkuyordu. Yalnızlığa tahammülsüzlüğü o zamanlardan miras kalmış olmalı. Onlarla beraber olabilmek pahasına içini acıtan her şeye ses çıkarmadan katlanıyordu. Tabiat ve eşya da o zamanlardan oyun oynamaya başlamıştı onunla. Mevsimine göre giyinmek diye bir şey vardı mesela ama o hiçbir zaman bunu becerememişti (hala da beceremiyor ya). Yağmur altında giydiği incecik penyeler ya da otuz derece de giydiği uzun kollu hırkalarla alay konusu olmaktan kurtulamıyordu. Neden en azından hırkayı çıkarmak aklına gelmiyordu ki. Belki de geliyordu da mahsustan böyle yapıyordu. Bilinç altı denilen bir şey vardı - tabi o zamanlar onun bundan haberi yoktu- ve o mekanizma ona böyle şeyler yaptırıyordu. Aykırı ol! Böyle yaparsan seninle ilgilenirler, herkes seninle konuşur. İlgisizliğe, bir kenarda unutulmaya tahammülsüzlüğü de o zamanlardan başlamış olmalı. -Hava sıcaksa hırka soğuksa ince penye giymelisin böylece istemediğin kadar ilgilenirler seninle-. Onunla alay etmelerini, yok saymalarına yeğliyordu belki de. Her şeyiyle o kadar sıradandı ki dikkat çekmek için fazla bir şansı olduğu da söylenemezdi haliyle. Ne sıra dışı fikirleriyle arkadaşlarını peşinden sürükleyecek lider ruha sahipti, ne ilgi çekecek kadar yakışıklıydı ne de arkadaşlarını gazoz ya da simitle bağlayacak kadar zengin. Herkesten kötü top oynuyor, herkesten yavaş koşuyor, kendisinden daha küçük çocukların tırmandığı ağaçlara tırmanamıyor, ve aklınıza gelebilecek her şeyden ölümüne korkuyordu. Oysa henüz hiçbir şey kaybetmemişti ama ileride kaybedecekleri içine doğmuş gibi anlamsızca tutunmaya çalışıyor, omurgasız bir hayvan gibi oradan oraya sürünerek ve kendisinde olmayan tüm bu çocuk becerikliliklerini görmezden gelerek aralarına karışmaya uğraşıyordu. Okul denen ucube hayatına girene kadar olanca saflığıyla sürdürdü bu çocukluk oyunlarını ve derken günün birinde babası elinden tutup onu oraya götürdü…
Okul ya da babasının tabiriyle mektep ilk derin hayal kırıklığıyla karşılaştığı yer olmuştu. Kendisine en az iki beden büyük gelen kapkara bir önlük ve önlüğün yukarıya doğru bittiği yerde başlayan bembeyaz yakalıkla hayatı boyunca büründüğü en komik kılıktaydı -ki hayatının boyu henüz beş seneydi-. Hala da tam anlayamadığı nedenlerden ötürü sınıftaki herkesten iki yıl kadar küçüktü. Zaman zaman bu durumu onlardan daha zeki olmasına yorsa da gerçeğin öyle olmadığını anlaması çok uzun sürmedi. Bir hafta geç başladığı için okula aslında ona bağlı pek çok şeye de geç kalmıştı. Sınıfta ilk gruplaşmalar oluşmuş, çocuklar arkadaş-yakın arkadaş tasnifini kafalarına göre yapmış ve o hem sınıfa en son gelen hem sınıfın en küçüğü hem de en komik kıyafetlisi olarak kaçınılmaz rolüyle yüz yüze gelmişti. Soytarılık!. Şiddetle reddettiği için bu rolü ilk günden kavga elzemdi. Daha öğretmenle bile karşılaşmadan kavgayla başladı okul ve o gün bu gündür okul denen mekanizmayı kavga ve kendini koruma güdüsüyle ve nefretle andı hep. Filmlerde de buna benzer şeyler olur. Sınıfa filmin kahramanının çocukluğu girer, herkes tuhaf ve yadırgayan bakışlarla çocuğu süzer ve kimse yanına oturmasını istemez. Boş gördüğü bir yere hamle yapmaya çalışır umutsuzca ama sıranın ters tarafında oturan çocuk hemen boşluğa doğru kayar ve mesajını verir. Seni istemiyorum ahbap, burası dolu! Birkaç sefer daha benzer girişimler olur. Ama filmle gerçek hayat arasındaki fark burada başlar işte. Mesela bu bir Amerikan filmiyse şöyle devam eder hikaye. Çocuk tam umudunu yitirmek üzereyken orta sıralardan sarı saçlı mavi gözlü sevimli bir kız çocuğu en sevecen ifadesiyle “hey” der “buraya oturabilirsin”. Çocuk için her şey güzel olmaya başlamıştır artık. Sınıfta olup biten tatsızlıkların geçici olduğunun da kanıtıdır bu. Kimse sorgulamaz da o kadar güzel ve sevimli ve merhametli olan kız neden yalnız oturuyordu diye. Çünkü herkes bilir küçük kız kahramanımızın çocukluğunu beklemektedir yanına kimse oturamaz o yüzden, senaryo öyle yazılmıştır. Ama onu bekleyen kimse yoktu, zaten sınıfta sarı saçlı mavi gözlü kız da yoktu ve aslında kızlarla erkekler o zamanlar yan yana oturmazlardı. Yine filmlerde çocuğu sınıfa okulun müdürü ya da öğretmen getirir, diğerleriyle tanıştırır ve toplu bir hoş geldin seansı düzenletirdi. Ama o yalnız girmişti sınıfa müdürü de öğretmeni de tanımıyordu ve ne o zaman ne de başka zaman ne müdürün ve öğretmenin ne de başka birinin umurunda olmayacaktı. Çaresizlikle bakınırken etrafa ilerde anlayacağı başka nedenler yüzünden diğerleri tarafından dışlanmış kavruk ve hep ağlayarak bakan en arkadaki çocuğun yanındaki boşluğu fark ederek o tarafa doğru yürümeye başladı. Ve birkaç çelme girişiminden ustalıkla kurtularak yanına ilişti. Türk filmi işte bu kadar olur, Amerika’da olsaydı sarı saçlı mavi gözlü ismi Mary ya da Clara falan olan o şeker kız bekleyecekti kendisini ama bizim senaristlerin hayal gücü o kadar gelişmediği için insanları ancak kendilerine benzeyenlerle eşleştiriyorlardı. Oturur oturmaz oradan buradan sataşmalar da gelmeye başladı. İçini o güne kadar hiç hissetmediği bir duygu kaplamıştı. Öfke-acıma karışımı bu his (diğerlerine duyduğu öfke ve kendisine duyduğu acıma) o andan sonra yakasını hiç bırakmayacaktı. Öğretmen denilen deniz anası sınıfa geldiğinde okulla ilgili notunu çoktan vermişti. Burası beş para etmezdi, akşam babasıyla konuşacak ve bir daha gelmeyecekti buraya.
Eve gider gitmez okulla ilgili kararını babasına anlattı ve daha lafı bitmeden öyle bir kahkaha geldi ki, ikinci kez tekrarlamanın bile yersiz olduğunu hemen anladı. Çaresiz gidilecekti o toplama kampı kopyası gri binaya hem de hafta içi her sabah. Ertesi gün yine aynı alaycı bakışlarla karşı karşıya geldiğinde çoktan kararını vermişti. Ne pahasına olursa olsun onlara kendisini ezdirmeyecek ve asla onlardan biri olmayacaktı. Ve birkaç diklenme girişimine öyle şiddetli karşılık verdi ki, sınıftaki diğer çocuklar bu tuhaf görünüşlü küçük çocuktan birer birer uzaklaşmaya başladılar. Ama okulda tek sorun sınıf arkadaşları değildi. Komik bir oyun oynanıyordu sabahtan öğlene kadar ve sanki onun dışında hiç kimse oyununun farkında değildi. Büyükleri sevmeli saymalı ant içme töreniyle başlayan şenlik öğretmenin yerli yersiz tepkileriyle her gün tekrarlanan bir traji-komediye dönüşmüştü. Dayısının marifetiyle okuma yazmayı okula gitmeden öğrendiği için sınıfta yapılan çizgi çizme, hep bir ağızdan harf ve kelime okuma seansları toplu bir cinnet töreni gibi geliyordu ona. Herkes herkese geri zekalı gibi davranıyordu. Öğretmen çocuklara, çocuklar öğretmene , çocuklar çocuklara ve muhtemelen öğretmenler diğer öğretmenlere. Ve tuhaftır bu durum karşısında git gide suskunlaşıp kendi kabuğuna çekilmesi öğretmenin onu geri zekalı zannetmesine yol açmıştı. Daha bir ay dolmadan okula çağırılan babaya bu kuşkudan bahsedildiğinde evde olup bitenler de ayrı bir trajedi oldu haliyle. Ne yapacağını şaşırmıştı. Beş yaşındaydı henüz ve kelimenin tam anlamıyla ne olduğunu o zamanlar kavrayamayacağı var oluşsal bir ikilemin ortasına düşmüştü. Sınıfta kimseyle konuşmuyor, kirden birkaç kere mutasyona uğramış sıraya kafasını gömüp öğlene kadar son zilin çalacağı anı bekliyor eve gider gitmez de bulabildiği herhangi bir kuytuya çekilip ertesi günün gelmesini bekliyordu. Bütün hayatı yapmak istemediği şeyleri yapma zamanının gelmesini beklemekle geçecekti sanki. Nefret etmek kelimesinin tam karşılığı o an onun hissettikleriydi. Okuldan nefret ediyordu. Ucube öğretmenlerinden, arkadaş denilen tek hücrelilerinden, kirden canlı organizmalara dönüşmüş sıralarından,beton yığını bahçesinden,iğrenç griliğinden ,küflenmiş duvarlarından, keskin amonyak kokan tuvaletlerinden. Hasta olup okula gitmediği zamanlar mutluluktan delirecek gibi oluyordu. Bütün gün yatakta yatıp hiçbir şey yapmamadan sonsuza kadar mutlu mesut yaşayabilirdi. Zaten çelimsiz olan vücudu iyice zayıf düşmeye, benzi hızla sararmaya başlamıştı. Evdekiler bile fark etmişti artık, ortada geçici bir uyum sorunundan daha ciddi şeyler vardı. Aslında durum öyle ümitsizdi ki ancak bir mucize işleri yoluna koyabilirdi. Ve o mucize hasta olup okula gitmediği günlerin birinde, babasının koltuğunun altında minik bir paketle değiştiriverdi bütün dünyasını.