Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

31 Aralık 2011 Cumartesi

Tesirsiz Parçalar 97-99..

97.
Hiç tanımadığımız manyağın teki rüyasında bizi görüyor. Mutlu olduğumuzu zannediyoruz ama aslında mutluluğumuzun asıl kaynağı herifin yatmadan önce bolca içtiği rakı. Kafayı iyice bulduktan sonra sızıp kalan esas adam alkole bulanmış bilinç altında bir kadın ve bir adam yaratıyor. Ve dudaklarının kenarından salyalar sızdırarak içinde ikimizin olduğu romantik bir film izlemeye başlıyor. Adamı tanımıyoruz. Adam bizi tanımıyor. Aslında birbirimizi de tanımıyoruz. Hatta birbirimiz diye bir şey yok. Kimse kimseyi tanımıyor. Manyağın teki uyuyor ve rüyasında bizi görüyor. Mutluluk zannettiğimiz şeyin ömrü o kadar kısa ki. Aniden çalan bir kapı ya da telefon zili, adamın çişinin gelmesi, susaması yahut birdenbire uyanıvermesi ebedi zannettiğimiz mutluluğu ebediyen yok ediverecek. Ama şimdilik bunların hiçbirinin farkında değiliz. Manyağın biri uyuyor. Kafası acaip güzel. Rüyasında bizi görüyor. Dudaklarının kenarından sızan salyaları mutluluk göz yaşlarımız zannediyoruz. Şimdilik her şey yolunda. Adam horul horul uyuyor..

98.
Ama sen bir şeyler söylesen ben anlardım. Söylemedin. Anlamlı anlamlı sussaydın en azından o bile bir şey demek olurdu. Olmadı. Bir sürü laf edip hiçbir şey söylememeyi nasıl başardığını hala almıyor yarım aklım. Şu an tek bir kelimesini bile hatırlamadığım bir dolu laf edip hiçbir şey söylemeden gittin. Senden geriye ara sıra hatırlayıp gözlerimin yaşarmasına neden olacak iç burkan bir çift laf bile kalmadı. Çok ayrılmalı elvedalı film izlemiştik oysa beraber. Hiçbirinin sonu böyle bitmiyordu. Şöyle afili bir veda bile edemedik birbirimize. Kendine iyi bak böylesi ikimiz için de en iyisi türünden laflar ediyordun gider ayak, ben de bende kalan bir kaç kitabını en kısa sürede iade edeceğim türünden saçmalıklarla mukabelede bulunuyordum. Adam gibi ayrılmayı bile beceremedik, sanki işleri bozulduğu için yolları ayıran iki müflis tüccar gibiydik..

99.
Dilim ve beynim arasındaki mesafe ancak ışık yılıyla ölçülebilir gibi gelmiştir bana hep. Bazen konuştuklarım düşündüklerimin tam tersidir, bazen düşündüklerimin ancak bir kısmını söylerim bazen de düşünmeye üşenip kelimeleri yontmadan ağzımdan çıktığı gibi savururum boşluğa. Bu yüzden başıma gelmeyen kalmadı ama yine de şikayet ediyor değilim. Kendime dair sevdiğim çok az şey vardır ve bunların başında da bu durumum gelir. İnsan ırkıyla aramızdaki en büyük uyuşmazlık nedeni de bu durumdur zaten. Onlar insanları ağızlarından çıkanlara göre değerlendirir ben ise bir türlü çıkamayanlarla ilgilenirim. Ee insanlara bu kadar atıp tutuyorsun peki ama sen nesin diyenlere de cevabım şudur. Ben mi? Ben ne miyim? Daha önce de söylemiştim. Ayıyım ben ayı, bildiğiniz ayıyım..

27 Aralık 2011 Salı

Yılbaşı Şiiri..

sen o çatılar gibisin üzerine
yılbaşında kar yağmayan aptal turuncu kiremitli
kandırdılar işte bizi bu kadar zaman
naylon çam ağaçlarını gerçek diye yutturdular
anla artık noel baba son derece şerefsiz
hayatta yolu düşmez fakirlerin evlerine
eve tek parça gelen babaların hala
çocuklar için mutluluk sebebi olduğu bu zamanda
'Noel ağaçları ve manolyalar kahrolsun'
allah aşkına siktir et yılbaşı partilerini
ayrıca ülkenin anasını ağlatanlar
birlikte oy verdiğimiz partilerdir unutma..

21 Aralık 2011 Çarşamba

Tesirsiz Parçalar 94-96..

94.
Sığınabileceğim bir yenilgi bile yok. Kendime söyleyecek söz bırakmadım. Keşke büyük yanlışlar yapsaydım sana. Yanlışlıkla başlamıştı oysa hikaye. Sonra ben her şeyi doğru düzgün yapmaya çalıştım. Düzgün bir adam olayım istedim ilk kez. Öyle şeyler yapayım ki benimle gurur duy. Kafan hiç karışmasın, bir an bile tereddüt etme. Olmadı.. Benim kendimde beğenmediğim ne varsa seni onlar baştan çıkarmış meğer. Ben derleyip toparladım derken kendimi, "sen artık başka biri oldun" dedin ve gittin. Büyük kavgalar etseydik keşke seninle. Küçük tartışmalarla törpüleyip bütün öfkemi, yordum başından beri kendimi. Sonra asıl meseleye geldik. Ama benim kavga edecek gücüm kalmamıştı. Ben sustum, sen gittin..

95.
Uzunca bir süre vardiyalı çalıştı babam. Ve hep yorgundu. Gece çalıştığı zamanlar yorgun ve uykusuz gelirdi eve, gündüz çalıştığı zamanlarda da yine yorgun ve uykusuz olurdu. Çocukluğumun özeti uyuyan babamı uyandırmamak için gürültü yapmaktan korkup içimden konuşmaya çabalamaktır dersem yalan söylemiş olmam. Kardeşlerimle bir tür az sözlü bol işaretli iletişim şekli icat ettik kendimize çocuk aklımızla. O günlerden miras olsa gerek hep az laf edip çok anlaşılmak istedim. Hatta bazen hiç konuşmadan anlaşılabilmek uğruna az lafla anlaşılabilme ihtimallerimi bile sakat bıraktım. Ergenliğim boyunca anlaşılamamaktan şikayet ettim hep, büyüğümde de anlaşılmaya çalışmaktan vazgeçtim. Yarım aklımın bana öğrettiği en önemli şey bu olsa gerek. Kimse kimseyi anlamaz, kimse kimseyi yeterince dinlemez, sadece ve sadece dinler gibi görünür ve sıranın bir an önce kendi anlatacaklarına gelmesini bekler. Çok zaman geçti. Baba olamadım. Ama baba mirası mıdır nedir bilmem eve yorgun ve uykusuz gelmeye başladım hep. Tabi biraz geliştirdim bu genetik bayrak yarışını. Eve yorgun ve uykusuz gelip evden yorgun ve uykusuz çıkmayı başarabilecek kadar geliştirdim..

96.
Sen Aralığa duyarlısın kış dendi mi üşürsün
Ben panik yaparım hemen dünyayı yakmaya kalkarım
Bahar gelir sonra gidersin unutulur bütün girişimlerim
Sevgilim aslında iç çekmelerimiz bile yalan
Bir yalanın üstüne yatarken göz göre göre
Yalansız bir öpüşmeden daha soylu ne olabilir?
Görmezden gelirim dert değil daha epey var bahara
Tek sen üşüme sevgilim bütün karlar bana yağsın
Arka cebimde kanyak var iç bir yudum ısınırsın..

18 Aralık 2011 Pazar

Tesirsiz Parçalar 92-93..

92.
Susmalarımı konuştuklarıma say. Ve sen de sus mümkünse. Her günü ayrı günah sayılacak o kadar zamanı birbirimizden habersiz yaşadık biz. Sonra merhamet etti Tanrı, bizi karşılaştırdı. Şimdi bu zamana kadar birbirimizde geç kaldığımız ne varsa izin ver hepsini tamamlayayım. O kadar çok boş konuştuk ki başka başka insanlarla artık bundan sonra edeceğimiz her laf teferruat. Sus.. Beni de sustur. Renkli elişi kağıtlarına hayallerimizi nakşedelim, farklı şekillerden aynı anlamları çıkaralım sonra. Sonra.. Sonrasının ne önemi var? Durma. Bende eksik olan ne varsa sende olanlarla tamamla..

93.
Başka her şey ihtimaldi
gelirdin ya da gelmezdin
olurdu ya da olmazdı
severdin ya da sevmezdin
ölürdüm ya da yaşardım
ortasında 'or not' olan
'to be' ydi başka her şey
başka her şey detaydı
olurdu olmasa da
olmamış olan her şey
başka her şey komikti
tuhaftı
anlamsızdı
sen vardın o sıra bir tek sen
başka her şey saçmaydı..

13 Aralık 2011 Salı

Tesirsiz Parçalar 90-91..

90.
Neden sen peki? Cevabın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bile bile bu soruyu sormaktan alıkoyamıyorsun kendini. Neden sen? O kadar çok cevabı olabilir ki aslında bu sorunun. Tuhaflığın, egzotik hayvanların zengin safari düşkünlerinde uyandırdığı meraka benzer bir çekiciliğe yol açmıştır belki. Ya da seni uzaktan tanıyanların zaman zaman söylediği o izafi derinlik ve herkesin ittifakla kabul ettiği sinir bozucu kayıtsızlık. Belki de tesadüfen olmuştur. Öylesine çıkıvermişsindir karşısına, birdenbire! Elbette o senin hayatına birdenbire girmedi, başından beri söylüyorsun bunu zaten. Ama sen onun hayatına birdenbire girmiş olabilirsin. Artık hiçbir önemi olmasa da, sırtından yediği bıçakla ölmek üzere olan birinin içgüdüsel olarak katilinin suratını görmek istemesine benzer bir merakla düşünüyorsun bunu. Neden sen?

91.
Oysa insanlardan uzun zaman önce umudunu kesmiş, onlardan bir şey beklememeye ve kendi düzenini kurmaya karar vermiştin. Biliyordun ki bir insanın başka bir insanı anlayabilmesi ancak çok özel durumlarda mümkündü ve sen hiçbir zaman hiç kimse için o kadar da özel olmamıştın. Ve yine çok iyi biliyordun ki durup herhangi bir kimseyle bunun denemesini yapmaya bile değmezdi. Şaşmaz nedensellik ilkesine tabi bir takım tabiat olayları gibi beşeri kurallar vardı. Ateş yakar, su boğar, insan anlamaz.. Yüzlerce hayal kırıklığı, küçük düşme, yüzüstü bırakılma ve her koşulda anlaşılamama deneyimi sana bunu öğretmişti. 'Hayatın ciddiye alınmasını istediğin bir oyundu' ve kimselerin durup bununla uğraşacak zamanı yoktu..

6 Aralık 2011 Salı

Tesirsiz Parçalar 89..

89.

Küçükken sayıları son derece az ve aşırı derecede mütevazı olmalarına rağmen çok sevdiğim oyuncaklarım vardı. Ve onları birileriyle paylaşma fikrinden bile nefret ediyordum. Ancak müşterek bir oyunun parçası olunca bir işe yarayacağını bildiğim için hiç futbol topum olmadı mesela. En sevdiğim oyuncaklarımı birileri elimden alır ya da benden izinsiz oynamaya kalkarlar korkusuyla evden hiç çıkarmadım, hatta iki odalı evimizde bir şekilde yaratmayı başarabildiğim gizli saklı köşelerde kardeşlerimden bile sakladım elimden geldiğince. Ama neredeyse hiç yalnız kalamadığım düşünülünce de şu garip çelişki kendiliğinden ortaya çıktı; en sevdiğim oyuncaklarım neredeyse hiç gün ışığına çıkaramadığım ve oynayamadığım oyuncaklar haline geldi. Eskir diye giymeye kıyamadığım sevdiğim kıyafetlerim küçük gelince otomatik olarak kardeşime devredildi. Ve birdenbire bitmesin diye ibadet hassasiyetiyle küçük küçük parçalarla ısırdığım dondurmaların yarısı ben yiyemeden eridi. Kremalı bisküvilerin bisküvilerini önce kremalarını sonra yedim hep ama sıra kremaya geldiğinde yediğim bisküviler beni tıkadığından hayal ettiğim tada hiç ulaşamadım..
Çok sonraları bunun bir tür kader olduğunu anladım. Kimi ya da neyi sevdiysem en az onunla vakit geçirebildim. Hiçbir şeyi ya da hiç kimseyi doya doya, tadını çıkara çıkara sevemedim. Elimden alınır ya da kaybederim korkusu içimden gelenlerin bir adım önündeydi hep. Çok sonra anladım ki ben aslında sahip olduğumu zannettiğim tüm sevdiklerimi en baştan kaybettim..

3 Aralık 2011 Cumartesi

Bir ihtimal daha var..

Sevdiğimiz ölüler var ve sevmediğimiz diriler çok
Geçtim aralarından kirin pusun ve telaşın
Gövdemden geçtim önce sonra aklımı kaybettim
Yalnızdım hep ve bunu mesele yapmayacak kadar
Şuursuzdum sanırım son çare sana geldim
Merhamet et merhamet bir bakışınla mümkün
Çok zaman kaybettim çok üzgünüm ne desem boş
İhtimal var bir daha o da ölmek olmasa keşke !

Akla ziyan kaygılara fon oldu zavallı ömrüm
Mezarlık dolusu sessizlik ve uğultu ve yalnızlık
Kalabalıklaşsak ya ikimiz herhangi bir coğrafyada
Sen acını unutursun ben gülmeyi hatırlarım
Böylece uzanırız sereserpe bir hasıra
Öylece kalakalırız akmayı unutur zaman
Belki diyorum belki bir ihtimal daha var
Bir ihtimal daha var o da ölmek mi sensiz..

27 Kasım 2011 Pazar

Tesirsiz Parçalar 86-88..

86.
Çok zaman geçti ardından olup bitenlerin
veremem hesabını battım komple günaha
düşünürken seni histerime katık ederek
tükettiğim içkinin haddi hesabı yok
ağladım çok sigaramı söndürdü gözyaşlarım
göz göre göre göz yumdun sesin bile çıkmadı
terk etmek görkemine yakışır bir gerekçeyle
yalandan da olsa anlamlandırmalı
Sevgilim saçma sapan bir gerekçeyle
Saçma sapan bir gerekçeyle terk ettin sen beni
Terk etmek geride karışıklık bırakmamalı..

Ah ne varsa beraber sevmeye yetişemediğimiz
Yokluğunda hepsini birer birer seviyorum
Sararmış yapraklar yavru kediler evsiz çocuklar falan
Bir sürü şey var daha ne olur beni konuşturma
Gitmek dediğin nevi şahsına münhasır olmalı
Olmaz böyle yokluğunda avurtlarım acıyor
Acı ya da anla ya da ağla ya da ağlama
Ağlamak gıyabında bir tek bana yakışıyor..

Aklım ermiyor kendime ne desem bir şeyler eksik
nerde akşam orda sabah sorma içim kan ağlıyor
Sevgilim sana dair şeyler var götürmediğin
sırası geldikçe hepsi ayrı ayrı can yakıyor
Ağrımı anneme anlatıyorum son çare
Annem romatizmasından başka hiçbir şeyi dinlemiyor..

87.
Yalnızlığa tahammülsüzlüğü o zamanlardan miras kalmış olmalı. Onlarla beraber olabilmek pahasına içini acıtan her şeye ses çıkarmadan katlanıyordu. Tabiat ve eşya da o zamanlardan oyun oynamaya başlamıştı onunla. Mevsimine göre giyinmek diye bir şey vardı mesela ama o hiçbir zaman bunu becerememişti (hala da beceremiyor ya ) Yağmur altında giydiği incecik penyeler ya da otuz derecede giydiği uzun kollu hırkalarla alay konusu olmaktan kurtulamıyordu. Neden en azından hırkayı çıkarmak aklına gelmiyordu? Belki de geliyordu da mahsustan böyle yapıyordu. Bilinçaltı denilen bir şey vardı -tabi o zamanlar onun bundan haberi yoktu- ve o mekanizma ona böyle şeyler yaptırıyordu. Aykırı ol! Böyle yaparsan seninle ilgilenirler. İlgisizliğe, bir kenarda unutulmaya tahammülsüzlüğü de o zamanlardan başlamış olmalı. -Hava sıcaksa hırka soğuksa ince penye giymelisin böylece istemediğin kadar ilgilenirler seninle- Onunla alay etmelerini, yok saymalarına yeğliyordu belki de. Her şeyiyle o kadar sıradandı ki dikkat çekmek için fazla bir şansı olduğu da söylenemezdi haliyle. Ne sıra dışı fikirleriyle arkadaşlarını peşinden sürükleyecek lider ruha sahipti, ne ilgi çekecek kadar yakışıklıydı ne de arkadaşlarını gazoz ya da simitle bağlayacak kadar zengin. Herkesten kötü top oynuyor, herkesten yavaş koşuyor, kendisinden daha küçük çocukların tırmandığı ağaçlara tırmanamıyor ve aklınıza gelebilecek her şeyden ölümüne korkuyordu. Henüz hiçbir şey kaybetmemişti ama ileride kaybedecekleri içine doğmuş gibi anlamsızca tutunmaya çalışıyor, omurgasız bir hayvan gibi oradan oraya sürünerek ve kendisinde olmayan tüm bu çocuk becerikliliklerini görmezden gelerek aralarına karışmaya uğraşıyordu. Okul denen ucube hayatına girene kadar olanca saflığıyla sürdürdü bu çocukluk oyunlarını ve derken günün birinde babası elinden tutup onu oraya götürdü..

88.
Hayatım boyunca gıpta ettiğim hatta sinir olacak kadar kıskandığım tek varlık Ayı’dır. Ayı ayı evet, bildiğin ayı. Kafalarına göre yatıp bir mevsim boyunca uyuyabildiklerini bilmek asabımı bozuyor. Dünyada bundan daha konforlu bir şey olabilir mi acaba? Düşünsenize Aralık gibi uykuya dalıp Mart sonuna doğru uyandığınızı. Ayı olsaydım keşke. Gerçi sağdan soldan sık sık ayı olduğuma dair laflar duyarım ama mecazen değil gerçekten kürklü pençeli bir ayı olmayı çok isterdim..

22 Kasım 2011 Salı

Tesirsiz Parçalar 83-85..

83.
Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için der üç silahşörler. Bense henüz altı yaşındayken top oynamaya çalıştığım çocuk kalabalığının suratına haykırdım yaşam mottomu. Hala da her zaman, her yerde, herkese aynı şeyi söylüyorum. Hepiniz birsiniz ben tekim..

84.
Bütün hayatı boyunca çalıştı babam. Bizleri okutabilmek, bitmek bilmeyen saçma sapan isteklerimizi karşılayabilmek için sabahtan akşama kadar otuz yıldan fazla çalıştı. Hayat bana sokaklarda orantısız güç uygularken ve ne zaman kimin elinde patlayacağı belli olmayan serseri bir mayın gibi ortalıkta dolaşıp dururken ben, annemin saçlarının yarısı cam kenarına büzülüp gecenin bir yarısı eve dönmemi beklerken ağardı. Elli bir yaşında annem ama en az yetmiş yaşında gibi gösteriyor. Babam desen ona keza. Ve ben bu yaşıma kadar belki de bir hiç uğruna ziyan ettikleri ömürlerinin küçük bir tesellisi sayılabilecek, onların gurur duyabileceği hiçbir şey yapamadım. İlk fırsatta kaçtım yanlarından, anlatması bile yıllar sürebilecek türlü türlü saçmalıklardan sonra da son çare tekrar yanlarına sığındım. Biraz daha buruşmuştu derileri, saçları neredeyse tamamen ağarmış, dişleri dökülmüş. Ama bebekliğimden beri bana bakarken ışıl ışıl olduklarının farkında olduğum gözlerindeki parıltı bıraktığım gibi duruyordu işte. Ve benim için en acı olan da buydu galiba. Umutlarını kesmiş olmalarını ne kadar da isterdim oysa. İsterdim ki bütün dünya gibi onlar da benim adam olamayacağımı fark etmiş olsunlar. Bana dair ya da benimle ilgili hayaller kurmaktan vazgeçsinler isterdim. Defol git demelerini isterdim, nerede kaybettiysen hayatının ışıltısını orada iyileştir yaralı ruhunu. Demediler. Tek bir kötü söz çıkmadı ağızlarından. Ne ben değişebilirdim oysa ne de onlar gurur duyabilecekleri bir çocuğa sahip olabilirlerdi. Yine de seslerini çıkarmadılar. Babam usulca seccadesine akıttı herkesten gizlediği gözyaşlarını annem de artık tamamen bembeyaz olan saçlarını taramaktan bile vazgeçip ‘oğlum’ dedi sadece ‘Aç mısın? Isıtayım mı yemeği?’

85.
Şu an Yakutistan’da, Norfolk Adası’nda, Kuzey Osetya’da ve Ningxia Huizu Özerk Bölgesi’nde yaşayan bir sürü insan bizim varlığımızdan haberdar bile değil. Şu an Gagavuzya’da ve İngiliz Virgin Adaları’nda sevişen çiftler vardır kuvvetle muhtemel. Tam şu anda Güney Georgia ve Güney Sandwich Adalar’ında ağlayan çocuklar, Zhuang Özerk Bölgesi’nde ve Kırım Özerk Cumhuriyeti’nde gülen çocuklar, Udmurtya ve Fransız Polinezyası’nda ne yaptığını bilmeden dolaşan çocuklar vardır. Karakalpakistan’da bir genç kız terk edilmeyi gururuna yediremediği için intihar etmek üzere olabilir şu an. Tam olarak şu an Koryak Özerk Bölgesi’nin saçma sapan boşluğunun ortasında kör bir dilenci siftah yapamamanın hüznünü yaşarken bir taraftan da akşam ne yiyeceğinin muhasebesini yapıyor olabilir.. Dünya sandığımızdan çok daha büyük ya da biz düşündüğümüzden çok daha küçüğüz ya da her ikisi birden bilemedim şimdi. Bildiğim tek şey, kendimizi gereğinden fazla önemsememizin ve dünyayı kendi zavallı çapımızdan ibaret sanmamızın zavallı bir halüsinasyondan başka bir şey olmadığıdır hepsi bu..
Çağrı Ener Dinleyici abime sevgilerimle..

13 Kasım 2011 Pazar

Tesirsiz Parçalar 79-82..

79.
Begonyalara altı ay su vermesen de ölmezler. Katkısız ananas suyu güneş altında iki sene bozulmadan kalabilir. Leoparlar ve Jaguarlar elli yılda bir törenle sevişirler ve bu sevişmeden Jeopar adı verilen yavrular doğar. Bir rakı şişesinin kapağını Ay'da açarsan içindeki alkol sonsuza kadar uçmaz. İnsanlar zamanla değişir ve ben görüp görebileceğin en büyük yalancıyım. Söylediklerimi boşver konuşamadıklarımı ciddiye al. Yanında huzur içinde susabileceğim bir insan bulabilmek için kenar mahalle kahvelerinde çok on iki sekiz nöbeti tuttum ben. Beni affetme. Anlama da. Hayatımın özeti düzeltilemeyecek kadar vahim bir anlatım bozukluğu. Beni daha fazla konuşturma. Ben susayım, sen ağla.. Gusül abdesti alabileceğim kadar gözyaşı biriktir benim için. Sonra beraberce çayıma siyanür karıştıralım. Önce göm beni, sonra anla..

80.
Hayatım boyunca beni en çok etkileyen cümle.. Başı sonu önemli olmayan bir şiirin orta yerinde çıldırmış bir hançer gibi her hatırladığımda içimi delik deşik eden tek bir cümle..
" Diş değil tırnak değil bir mendil niye kanar? "

81.
Olup biten her şeye rağmen bir yerden sonra normalleşip aranıza karışabilir, sizlerden biri olabilirdim. Zayıf iradem ben istemesem bile beni o noktaya fırlatırdı kuvvetle muhtemel. O iki adamla karşılaşmasaydım tabi. L.F.Celine ve T.Bernhard insan ırkı ile ilgili son güven kırıntılarıma da tecavüz edip, yazdıkları her satırla beynime şunları kazıdılar.. " İnsan mı? Hadi oradan. Başkaları cehennemdir.."

82.
İnsan ara vermeden en fazla yirmi saniye gülebilen ve yine ara vermeden saatlerce ağlayabilen bir hayvandır. Doğduğumuzda ilk yaptığımız işin ağlamak olmasının bir anlamı olmalı. 'Oku' diye başlar Kuran ve 'Önce kelime vardı' diye başlar Yuhanna'ya göre İncil. Eğer bir ahir zaman peygamberi olsaydım ve yeni bir din yaymak için kullansaydım sözükleri 'ağla' diye başlardım. Ağla.. Ağla çünkü ağlamadan anlayamazsın..

12 Kasım 2011 Cumartesi

Tesirsiz Parçalar 78..

78.

Ah nasıl da uzağımda yakın olması gerekenler
Üç beş nöbeti sonrası yorgundum feci sen yoktun
Vardiyası başlamıştı tekstil işçisi kadınların
Üçüncü sınıf saatlerin kıytırık alarmlarıyla
Birinci sınıf rüyalardan uyanan el kadar kadınlar
Serde eski solculuk var bir an üzülür gibi oldum
Sonra sen aklıma geldin sahi nasıl da yoktun
Bana ne ulan dedim bana ne bütün bunlardan
Sahile atacak oldum sahipsiz bedenimi
Yarı yolda fark ettim bu şehirde deniz yoktu
Akmalara üşenen saçma sapan bir ırmağın
Yosunlarından utanan gölgesine sığındım
Üç beş nöbetinden çıkmıştım feci yorgundum sen yoktun
İşe giden kadınlar umurumda değildi
Birden başlayan yağmura ağız dolusu küfrettim
Bozuk bir plak gibiydim aynı şeyi sayıklayan
Geçtim bütün heveslerden bir senden vazgeçmedim..

9 Kasım 2011 Çarşamba

Tesirsiz Parçalar 77..

77.

Başkalarının hayatını yaşıyoruz hepimiz. Ama en çok kendimize öfkeleniyoruz. İçiçe geçmiş hayatlar. Başkası dediğim, bizim dışımızdaki herkes. Otuz yıldan fazla yaşadım ne anlayabildim kendimi ne ayarlayabildim. Kendim dediğim gerçekte kim ondan bile emin değilim. Bazen çok önemli olduğum hissine kapılıyorum ama bir süre sonra bütün uzuvlarımla bu hisse gülüyorum. Dünyanın en önemli adamı bile olsam otobüse biniyorum mesela. Ve o an o otobüsün şoföründen daha önemli hiçbir şey olmuyor. Kafası bozulsa adamın kırsa direksiyonu karşıdan gelen tırın üzerine, sıçtık. Sistemin bize çaktığı alışkanlıklar beynimizi uyuşturuyor. Her zaman sigara aldığım mahalle bakkalına gidip sigara istediğimde ve kalmadı abi lafını duyduğumda panik oluyorum mesela. Ne yapacağımı ne içeceğimi şaşırıyorum. Az önce satırlarıyla dünyaya meydan okuyan ben, istediği sigara kalmayınca ne yapacağını şaşırıp melül melül bakkalın gözlerine bakan zavallı bir böceğe dönüşüyorum. Şundan vereyim abi diyor bakkal, hay yaşa diyorum. Ver, hangisinden verirsen ver, benim adıma sen karar ver ben işin içinden çıkamıyorum. O an acıyıp bana başka sigara önermese boynumu büküp saatlerce sigara rafına bakabilirim. Evet saatlerce bakarım ve yine de işin içinden çıkamam. Ruh sağlığım bakkalın insiyatif kullanmasına bağlı, bedeni varlığımın devamlılığı otobüs şoförünün sağduyusuna. Lokantaya gittiğimde menüyü elime alır almaz terlemeye başlıyorum mesela, yalvaran gözlerle beni kurtaracak bir garson bekliyorum. Menüyü okumaktan nefret ediyorum, garson yemekleri saydıkça rahatlıyorum. Şundan vereyim abi diyor, ver diyorum, pilav da veriyorum yanına, ver abi, cacık tatlı.. Lokantada satılan her şeyi teklif etse karşı koyacak gücüm yok, Yeter ki karar verdiniz mi beyefendi diye menüyü incelememi bekleyen hırt bir garson olmasın. Barmen çok içtin abi yeter diyene kadar içmeyi kesemiyorum. Çok içmek nasıl olur kendi kendime anlayamıyorum ben. Bir bardak daha diyorum, abi yeter çok içtin diyor, peki diyerek kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırıp evin yolunu tutuyorum.. İçlik ve patik giymem gereken zamana annem karar veriyor, evde ne zaman çay içebileceğime kız kardeşim. Otobüs şoförü ve bakkal ve garson ve barmen ve annem ve kardeşim. Allahım nasıl da kalabalığım?

8 Kasım 2011 Salı

Mütereddit Şiir..

Layıksan da bilemem uzağındayım ben sevmelerin
Peronlar dolusu küfürüm battım tepeden tırnağa
Kimde neyi kınadıysam dolaşıp beni buldu
İkimiz bir hatayız sevişmesek iyi mi ne
Belki bir tür fanteziyim gerçekte ağır aksağım
Bende iyi olan her şey bir tür halüsinasyon
Uzaklaş kurtar kendini sonrası dramatizasyon..

Ağaran her tel saçım bin saçmalık bin hata
Gel sen günaha girme orta yerde buluşalım
Benden eksik kalan yerde kırlangıçlar birikir
Susuz kedilere su ver yazın her yer kerbela
Adımla müsemmayım kerbelayı iyi bilirim
Sen bilmezsin ben hayatta en çok Ali’ye üzülürüm
Sen benimle ağlamazsın duyarlılıklarımız farklı
Gel sen benimle uğraşma bütün uğraşılar üzülür..

Şimdilik sakinim ama her şey değişebilir
Yeryüzüymüş gökyüzüymüş reddetmem bir ana bakar
Annemden beridir kimse bakmadı senin gibi
Bakma artık bakma öyle sana bakmalarıma
Sana böyle bakmalarım çok anlama gelebilir
Ali’nin alnına çalınan kılıcım belki de ben
Ali aslında olumlu olumsuz bir sürü anlama gelir..

28 Ekim 2011 Cuma

Tesirsiz Parçalar 76..

76.
Tamamına bakarken senin nerene odaklanacağımı şaşırıyorum
Gözlerin ağır bassa da hınzırca göz kırpar memelerin
Bir gözüm memelerinde ayak bileklerinde bir gözüm.
Uzuvlarının ağırlığında ezilirken bakışlarım
Perşembe gecesi içilen rakı gibisin, günahsın..
Sigaraya yapılan zam en çok sokak çocuklarını etkiler
Ve bizim azıcık canımız sıkılsa bütün yeryüzü etkilenir
Eşitlik bir fantazyadır bütün eski solcular bilir
Mutluluk bir merhaledir yaklaşıldıkça teğet geçilir.

Enflasyon sepetine eklenmiş ping-pong topu gibisin
Ping-pong topundaki fiyat değişiklikleri en çok başbakanı üzer
Ben seni seviyorum ama bütün bunlar olurken
Bunlara rağmen bu aşk en fazla ne kadar sürer?
İzahı izanı olmaz seni tarif etmelerin
Mesihle sözlü Jeanne D'arc'sın gövden bütün kutsanmış
Nasıl yaklaşayım bilmem dört bir yanın park yasağı.
Yaklaşamayışlarımı protesto bile edemem
Protesto bile edemem çünkü henüz,
Protestanlık icat bile edilmemiş..

8 Ekim 2011 Cumartesi

Tesirsiz Parçalar 75..

75.
Bilmiyordum yüzün kadar aydınlık
mumlar ve şamdan ve avize ve elektirik
Dişlerim bütün istemsiz çarptıkça birbirlerine
durmaksızın bana çocukluğundan bahset
Bahset bana bahset
bahset
bahset
Bahsettikçe sen muhtemelen bir orta yol buluruz
Bulunur elbet çaresi gülümsedikçe sen
ontolojik krizlerin
Durma ama bana sevişlerinden bahset
Seni sevmem senin bana gelişlerinle mümkün
Başkaları ne der bilmem başkaları başka başka
Başka başka omuzlarda ne çok zaman kaybettik
Durma başka deme bir şey zaman bizi tamamlar
Tamamlanır bütün eksik durma beni aşındır
Aşındırman demek beni.. şimdi bunu anlatamam
sen durma anlat yeter anlattıkça sen
Karaya çalan ne varsa anlattıkça apaklaşır..

2 Ekim 2011 Pazar

Tesirsiz Parçalar 72-74..

72.
İklim değişir sonra soğuklar gelir vazgeçeriz bir tam bir öğrenci olmaktan sen gidersin ben ağlarım geçer sonra önce çok çok sonra çok sık sonra sık sık anar durur hislenirim buğu kalır sonra o da kaybolur anı olursun sonra hatırlar gülerim belki sonra senden sonra biri olur onu severim sonra sen hiç olmamış olursun aslında da ben sonradan anlamış olurum belki..

73.
Nasıl da eğleniyorsunuz merhabalarınız memnun oldumlarınız ağzınıza sığdıramadığınız dişlerinizle kocaman gülümsemeleriniz, "bak canım bu bu canım bu da sana bahsetmiştim ya hani aa evet tabi" li takdimleriniz, dar masaların çevresinde gittikçe genişleyen kalabalıklarınız, onu okudum bunu duydum aldım ama daha okuyamadımlı çok satan kitap listeli sohbetleriniz, rujlarınız, rimelleriniz, kirli sakallarınız, içinize çektiğiniz göbekleriniz, kazağınızın altından eteklerini sarkıttığınız gömlekleriniz, dinledikçe büyüyen göz bebekleriniz, içinizden geçirdikleriniz, tutkularınız, beklentileriniz, kıskançlıklarınız, kurnazlıklarınız ve entrikalarınız ve topuklu ayakkabılarınız ve parça tesirli yalanlarınız, efsanevi iç çatışmalardan sonra geliştirdiğiniz insanseverliğiniz ve hobileriniz ve fobileriniz ve kompleksleriniz, mendil satan çocuklara iğrenik bir şefkatle bakan gözleriniz, çakmaklarınız, tabakalarınız, çantalarınız ve onbeş dakikalık hoşlanmalarınız, Lacan'lı Derrida'lı Althusser'li post-modern sohbetleriniz ve sonra kalkıp bara gitmeleriniz, içkileriniz mezeleriniz ve güzel ülkemiz için üzülmeleriniz ve üzüldükçe birbirinize sokulmalarınız sokulmalarınız sokula sokula kaynaşmalarınız ve sarılmalarınız ve yalpalayarak eve gitmeleriniz ve kusmalarınız ve sevişmeleriniz ve kavgalarınız ve çabucak barışmalarınız ve tekrar sevişmeleriniz ve önce sarılıp sonra sıkılıp sırtınızı birbirinize dönerek uyumalarınızla siz..
Ah canım insanlar sorarım size.. Sizinle biz birbirimizi nasıl anlayabiliriz?

74.
Profesyonel mağluplarız kaybetmeyi
film izlerken değil,
tadını hiç bilmediğimiz gazozların
kapaklarını toplarken öğrendik..
Ve komşu evin babası
dolu fileyle giderken eve
file deliğinden sarkan
lamba sarısı meyvenin
muz olduğunu
onbeş yaşında anladık..

24 Eylül 2011 Cumartesi

EKİNOKS..

Geniş zamanlar ararken olanı da kaybettik
Akla ziyan endişeler ontolojik kaygılar
Belki aslında hayat bir büyük rakı şişesi
Belki sen hiç olmadın belki ben hep sarhoştum
Belki bu hikayede bir tek annem haklıydı..

Ne ehemmiyeti var ha olmuş ha olmamışım
Belki hayat aslında enine çizilmiş plak
Yükseldikçe çatallanan alkol sabahı sesim
Belki sende bulduğum kaybettiğim her şeyim
Belki yalnız susmalı, kelimeler kifayetsiz
Sen bana çok erkendin ben evimde adressiz

Ne garip şey koskocaman dünyayı
Zavallı eksenimizden ibaret sanmamız
Coğrafyacı öğretmişti ekinoks diye bir şey var
Gündüzle gecenin eşitlendiği zaman
Aşk geniş bir eşitsizlik uzaklaştıkça anladım
Belki bütün doğrular anlamlarından saptılar
Belki ben kaybolunca diner bütün sancılar.

16 Eylül 2011 Cuma

Rötarlı Şiir..

"Ne senin güldüğün var ne de beni
Daha geniş bir salona aldılar.."

Rötarlı Şiir

Uzanayım iyi eğitimli bir karyolaya
Sonra yıllar geçsin, sonra sen yok ol
Uyanayım sonra olmadığın bir istasyonda
Rötar yapmış tüm trenler gölgemden geçsin
O biçim kadınlarla hiç susmadan konuşayım
Bir güç gelsin bana bir kuvvet
İltihaplanmış bütün viyadükleri iyileştireyim
Engel olayım kompartımanlarda uykusuz babaların
Çocuklara bağırmasına
Cevapsız tüm mektupların cevaplarını yazayım
Onarayım kasaba istasyonlarındaki bozuk duvar saatlerini
Sen aslında rüya ol, kondüktörlere anlatayım..

Uzanayım yayları kırık bir karyolaya
Yanı başımda raylar uzansın
Dünyanın bütün makinistleri birleşip
Bilmediğim dillerde şarkılar söylesin
Kapatayım gözlerimi usulca
Öksüz çocukları gezdiren trenleri seveyim

Uzanayım koğuşun ortasındaki karyolaya
Ziyaretçi defterinde yazmasın ismin
Son seferine çıkan bir trene bin ve git
Doktor beni alkolle yıkasın
Kalmasın tenimde izin..

14 Eylül 2011 Çarşamba

Başıbozuk Şiir..

Ağaran saçlarımın ardında bin saçmalık bin hikaye
yarısını kustuğum White Russian
Ve olaylar ve olaylar..
"Baba, ben yürüyemiyorum gelip beni alsana"
Babam burdan çok uzakta, bir şey yapsın belediye.
Zippomun benzini harap hepten tükettim ne varsa
Ne varsa sende var dedim sen de uyudun aksilik.
Sendeleyerek geçtim caddeyi boydan boya
Attığım her adımda salyamla karışık izim
Kafam yine karmakarışık, yaşasın emperyalizm..

Ben bu gece çok ağladım annem de yoktu yanımda
Babama sorsan zaten çok ayıp erkek ağlamaz
Erken teslim oldum sana ve hayata..
Ve koduğumun şehrinin her yanı başıboş köpek
Ve yağsın derim yağmaz başına buyruk yağmur
Ve kalmamış son açık bayide kısa Parliament.
Sevgilim uyuyorsun ya sen herşeyden habersiz
Aman kaçmasın uykun bağlarım ben köpekleri
Hem bağlarım hem ağlarım nasılsa gün doğacak sensiz..

7 Eylül 2011 Çarşamba

Tesirsiz Parçalar 71..

71.

Öylece geçip gitti yanımdan. Görmemiş gibi yaptı, orada yokmuşum hatta aslında hiç olmamışım gibi davrandı bana. Hayır hayır davranmadı. Ben herhangi bir davranış değişikliğine bile yol açamadım. Benim herhangi bir davranış değişikliğine bile neden olamayacak kadar değersiz bir mahlûkmuşum gibi hissetmeme yol açtı ve sıkı sıkı tuttuğu gorilinin elini bırakmadan yürüyüp gitti. Aslında karnımdan beynime doğru hızla yükselen gazın sesini dinlesem ağzını yüzünü sikip atardım ama dua etsin ki ben öncelikle bir Orhan Gencebay dinleyeniydim ve Orhan Gencebay’ın kadın dövdüğü vaki değildi. Kafam, içinde fillerin porno film çektiği Serengeti çayırlarına dönüştü birden bire. Milyonlarca şeyi aynı anda düşündüm, milyonlarca küfrü aynı anda ettim, milyonlarca acıyı aynı anda çektim ve tüm bunlara rağmen dudaklarımdan tek bir kelime döküldü. Sabır.. Sabır dedim kendi kendime, önümdeki birayı kafama diktim ve olası bütün kalınlık ihtimallerini zorlayarak dudaklarımda beliren imkansız kalınlıktaki bira köpüğü çizgisini silmeden gözlerimi boşluğa yasladım. Sonra yavaş yavaş Serengeti’nin azgın fillerinin yerini Orhan Gencebay aldı ve ustayla birlikte usul usul söylemeye başladık. O kafamın içinde dışından söylüyordu, ben de içimden eşlik ediyordum…

Geçti artık değil mi bizim
Neşemiz her şeyimiz.
Hayat ıstırap felek kahpe
kahpe değil mi ?

İnevitable Humor !

Ucuz hayatların anlatımı da ucuz oluyor
Al sana pulp mı pulp fiction ister oku ister ağla
Aklımda sen de olsa yanımda hep başkaları
Kendi iradesini dayatıyor işte hayat
Ve galiba haklı Sören Kierkegaard !!

Soylu iç çekmeler asil aşk acıları
Hepsinin sınırı artı bir duble daha rakı
Bildiğim küfürlerin yarısını savurmuşken
Bir ayıba son verir gibi karşılaşınca gülümsemek
İkimize de yakışmıyor en iyisi görmezden gelmek

Beni anladığını söylemen teknik olarak mümkün
Acılarımızın aynı kapıya çıkması da muhtemel
Ama aramıza giren bir kaç insan bedeni
Yalanlar ve aldatmalar ve İnevitable Humor
Ve güzel olan ne varsa parçalamaya muktedir bu eller.
Bu ellerle tekrar okşasam saçlarını
Kaç tas su olup biten her şeyi temize çeker?

Tesirsiz Parçalar 70..

70.

Güneşin batmaya üşendiği kıyıdan
Tanrım dedim Allaha kafam nasıl karıştıysa
Tanrım dur Tanrım duy Tanrım iyi değilim
Tanrım sorsana anneme ilaçlarım nerede?
Uydumdu uyandımdı elimde Carlsberg kutusu
Kalktı önümden perde aktı zaman bir yandan
Merasimle uğurladık Savaronayı
Enveriye tren istasyonundan
Şezlong dolusu ejderha ulurken bir ağızdan
Yes'li Oh'lu my'lı god'lı beynelminel orkestra
Medeniyet dediğin çok faktörlü güneş kremi
Ve sevgilim tatilde bikini giymesin değil mi?

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Tesirsiz Parçalar 69..

69
Geçip giden şeyler var bir de hiç geçmeyenler
Düzelmez kalp iltihabı ve sancısı vesaire
Yanımızda olmayanlar en çok andıklarımızsa
Ne öğrendik bu hayattan? Mazi kirli çamaşır sepeti
En çabuk paslanan demir neden tren rayıdır?
Çünkü birileri o trene biner ve gider
Ve geride kalanın ilk damla gözyaşı
Rayların üstüne düşer
Çünkü evrensel bir lanet çünkü gidip dönmemeler
Ve bütün yarım kalmışlıkların zaruri suç ortaklığı..

30 Ağustos 2011 Salı

Bayramlık Ayakkabı..

- İkisine birden alamayız. Yasin’e öbür bayramda almadık mı daha yeni sayılır onunkiler. Ali’ye alalım ona da okullar açılırken alırız
- Fahri, ucuzundan da olsa alacaksak ikisine de alalım, yoksa ağlar durur akşama kadar.
- Ağlarsa ağlasın zar zor yetiştiriyoruz zaten. Ayakkabısı varken bir tane daha almanın ne alemi var. Ona da sonra alırız işte.
- Peki.

Babamla annem konuşuyorlar. Uyudu sandılar bizi ama uyumadık. Daha doğrusu ben uyumadım Yasin çoktan sızdı. Duysa konuşulanları ortalığı kırar geçirir. Uyusun uyusun. Aslan babam, ayakkabı alacak bana. Yarından sonra bayram..
Ben yedi yaşındayım Yasin altı. Bir de Veysel var ama o daha bebek, henüz ayakkabı kullanmıyor. Bugüne kadar bana ne alındıysa aynısından Yasin’e de alındı. O küçükmüş o yüzden ona da alınmazsa ağlarmış. Ama aynı durum benim için geçerli olmuyor genelde. Ona alınan şeylerin aynısından bana pek alınmıyor. Ben abiymişim, ayıpmış kardeşimi kıskanmam. Yedi yaşındayım lan manyak mısınız ne abisi demek geliyor içimden ama anne baba işte denmez ki. Neyse. Yarın çarşıya çıkacaklar. Pantolonlarımızı geçen hafta almışlardı yarın da evin bayramlık ıvır zıvırıyla benim ayakkabımı almaya gidecekler. Aslında normal şartlarda ben de gidip ayakkabımı kendim seçmek isterdim ama Yasin’i kıllandırmanın alemi yok. Hem yeni bir ayakkabıyı beğenmeme gibi bir durumum nasıl olabilir ki?
Akşamüzeri geldiler ve ellerindeki poşetlerin birinde bana aldıkları ayakkabı vardı. Ben hayatım boyunca bu kadar güzel ayakkabı görmedim. Gerçekten çok mu güzeldi yoksa Yasin’le ikimize değil, sadece bana alınan hatırladığım ilk ayakkabı olduğu için mi bana öyle geldi bilmiyorum. Ama güzeldi işte, çok güzeldi. Kutuyu kaptığım gibi salona fırladım. Yasin dışarıdaydı. Ve ben gardımı almış bekliyordum Yasin gelecek ayakkabıları görünce önce babamlara ağlayacak, babamdan azarı yedikten sonra da yanıma koşup saldıracaktı. Saldırsın bakalım..
Yasin eve geldi. Doğruca salona girdi ve girer girmez de ayakkabılarımla burun buruna kaldı. Tabi bunda benim ayakkabıları başımın üstünde tutmamın da büyük rolü olmalı. Ulan ne piçmişim ha. Gözlerinin içine bakıyordum, o da önce ayakkabılara sonra bana baktı. Ve hiçbir şey söylemeden çıktı. Tamam dedim içimden, şimdi kıyamet kopacak. Ama dakikalar geçmesine rağmen çıt bile çıkmadı. Merakla salondan çıktım ve küçük odadan gelen televizyonun sesini duydum. Yasin orada öylece oturmuş televizyon seyrediyordu. Hesapta o sinir olacaktı ama kayıtsızlığı beni sinir etmişti. Yanına oturdum, ayakkabılarım da elimde tabi..
- Baak, ayakkabı almışlar bana
- Gördüm.
- Sana almamışlar ki
- Sus oğlum biliyoz seni daha çok seviyorlar
- Nerden biliyon, ayakkabı aldılar diye mi?
- Oğlum annem sana hep babam demiyor mu zaten? Onun babasının adı Ali, babamın babasının adı da Ali tabi seni daha çok severler bilmiyom mu sanki ben?
Haydaa. Sözde herife nispet yapacaktım ama adam iki lafla resmen ağzıma sıçtı. Ne diyeceğimi bilemedim.
- Oğlum mal mısın? Seni de seviyorlar tabi. Seninkiler yeni diye almamış babam. Okullar açılınca da sana alacakmış.
- Ya bi siktir git televizyona bakçam ben.
Yapacak bir şey yoktu. Salona gittim tekrar. Ayakkabı da gözümden düşüverdi birden. Galiba o kadar güzel değildi. Evet ben de biliyordum annemle babamın beni daha çok sevdiğini ama Yasin anlamıyor zannediyordum hep. Anlıyormuş meğer.
Bütün gün ve gece hiç konuşmadı benimle. Ben de pek üstüne gitmedim. Zaman geçtikçe içim acımaya başlamıştı. Evet babamlar beni daha çok seviyorlardı. Ve bu beni hiç mutlu etmiyordu. Keşke ikimizi de aynı sevselerdi.
Geçen bayram babam Yasin ben beraber gitmiştik bayram namazına. O sabah da erkenden kalktım babamla birlikte. Abdest aldım, sonra Yasin’in yanına gittim. Ama kalkmadı. Siz gidin gelmiyorum ben dedi. “baba” dedim “Yasin kalkmıyor.” Olsun oğlum dedi hadi biz gidelim. İçimde kocaman bir buruklukla ve ayağımda yeni ayakkabılarımla camiye gittik. Namazımızı kaldık ve ayakkabılığa yöneldim. Evet, tahmin edileceği gibi ayakkabılarım yoktu yerinde. Yırtık bir terlik bırakıp ayakkabılarımı uçurmuş mahallenin piçleri. Babama baktım, o da bana baktı “ ee” dedi “olacağına bak, eskilerle gelseydin ölür müydün?” Tabi ölmezdim ölmesine de uğruna kardeşimi sattığım ayakkabılarımı da giymek istemiştim işte ne bileyim.
Eve geldik. Babam anahtarı çevirmeden kapı açıldı. Yasin yüzünde kocaman gülümsemeyle açtı kapıyı.
- Baak, bana da almış oğlum babam..
İki elinde birer ayakkabı teki öylece bana bakıyordu Yasin. Canım babam ya. İçine sinmemiş. Akşam biz yattıktan sonra çarşıya gidip Yasine de almış aynı ayakkabıdan. Güldüm. Ayaklarıma baktım, yırtık terlikler vardı. O da aynı yere baktı. Sustu bir süre. Çok üzgün olmam lazımdı ama üzülmedim. Hatta sevindim. İkimizi de aynı seviyorlardı işte. Galiba o sabah o kapının önünde gerçekten abi olmuştum ben. Mutfağa geçtik, annem kahvaltıyı hazırlamış. Sofraya oturduk. Bir ara kulağıma eğildi Yasin;

- Boşver oğlum üzülme aynı ayakkabı zaten, bir gün ben giyerim bir gün sen giyersin kimse anlamaz..

Ağlamak Anlamaktır..

O kadar güçsüzüm ki sesim bile çıkmıyor
Saat üçtür belki dört uyusaydım ya keşke
Uyanmaktan korkmasam yüz yıl uyurum sanki
Ağaçlar, evler, kuşlar bile uykuda
Bir garip, bir tuhaf, bir huysuzum ki sorma.
Sana söyleyemediklerimi bak gaybına söylüyorum
İçinden konuşma!
Bu yeryüzü bu gökyüzü iyi güzel amenna
Her işte bir hayır var doğru bunları geçmeyelim
Ama bıktım artık şerden hayır damıtmaktan
Misal şimdi yan yana uyumak var
Uyumamakta hayır var da
Uyumakta ne mahsur var
Bir güzel olsak ya senle bu anlaşmamazlıklar niye
Secdelere küs alnımda bir kara bir kara
Kalksak gitsek ya şimdi
Belki Abant olur belki Porsuğun kenarı
Bayram namazından sonra
Ben anlatsam sen anlasan beraberce ağlasak
Ağlamak anlamaktır benimle ağlasana..

29 Ağustos 2011 Pazartesi

İçinden Çıkamadığım Sorular..

* Neden insanlar mandanın zavallı yavrusunu hain bir sineğe kaptırdıktan sonra arkasından ağlamasına delirmiş gibi göbek atarak tepki veriyorlar?

* Büyüklerimizin ellerinden küçüklerimizin de gözlerinden öpeceksek yaşıtlarımızın neresinden öpeceğiz?

* Dört yanlış bir doğruyu götürüyorsa neden binlerce doğru tek bir yanlışı ortadan kaldıramıyor?

* Kışın göl donduğunda Central Park’taki ördekler hangi cehenneme gidiyorlar?

* Avukatlar Av. Ali Lidar, Doktorlar Dr. Ali Lidar yazdıklarında çok havalı oluyor. Ama Öğr. Ali Lidar yazdığım zaman komik duruyor işte. Neden lan? Bu kadar mı boktan bir iş yapıyoruz biz?

* Işık hızıyla giden bir araba farlarını yakarsa ne olur?

* Yanlışlıkla aranan numaralar neden hiç meşgul çalmaz?

* Neden beni beğeneni ben beğenmem benim beğendiğim beni beğenmez yoksa ben zurna mıyım ha?


27 Ağustos 2011 Cumartesi

Sayıklamalar - 1

* Kim olduğunu şu an hatırlayamadığım bir yazar şuna benzer bir şey söylemişti. ‘İyi ki kırk yaşıma kadar Dostoyevski okumamışım. Yoksa asla kitap yazmaya cesaret edemezdim.’ Ben okudum maalesef. Lisede okudum Dostoyevski’yi. O yüzden de asla kitap yazamayacağımı çok iyi biliyorum..

* Hiçbirimiz, hayalimizdeki insanın hayalindeki insan değiliz sanırım. bu geç kalışların başka açıklaması olamaz çünkü..

* Beni terk ettiği için ondan, beni anlamadıkları için onlardan ve elimden hiçbir şey gelmediği için kendimden nefret etmeye başladım. Hatta bir ara bölündükçe çoğalan bu öfkenin içimdeki aşkı bile alt ettiğini düşündüğüm oldu. Ama tüm bunların zavallı birer savunma mekanizması semptomu olduğunu o kadar iyi biliyordu ki bir yanım, içten içe beni yiyip bitiren sızı tek bir gün bile azalmadı..

* Sonra biri çıkar ve seni mutlak bir isabetle anlayabileceğini, anlatabileceğini düşündürür. Ama olmaz hiç.. Hayat denen şeyin her yeni insanla yeniden sıfırdan başlaması ne büyük bir saçmalık aslında..!

* Olur olmaz zamanlarda 'sakin ol' diyen insanlardan nefret ediyorum. Bence insanların en kendileri gibi oldukları anlar öfkeli oldukları anlardır. Cinnet geçirip adam kesecek halimiz yok sonuçta. Biraz bağırıp, küfredip belki ekstradan bir iki tabak çanak kırıp rahatlıyoruz işte bir şekilde. Böyle ak sakallı dede gibi sağdan sağdan gelip 'sakin ol' diyen tiplere arkadaş falan demeden fütursuzca saldırmak istiyorum..

* Mutluluk ve mutsuzluk arasındaki fark 1.75 tl.. Valla bak. Ne kadar üzgün olursam olayım bir şekilde elime Kinder Sürpriz yumurta geçtiğinde güzelce soyup, çikolatasını ve parmaklarımı yalayıp, kutudan çıkan oyuncağın parçalarını birleştirip masamın üzerine koyarak gülümseyebiliyor ve vay arkadaş diyorum, hayat o kadar da boktan değil. Peki, gerçekten işe yarıyor mu? Evet. En azından yarım saat..

* Özlemek dünyanın en alçak duygusu. Düşünmemek bir yere kadar mümkün olabiliyor, oyalıyor insan kendini bir takım saçma sapan uğraşlarla. İnsan birini düşünmek istemiyorsa tam olarak beceremese bile epey uzun bir süre erteleyebiliyor bunu. Ama özlüyorsa onu, her an özlüyor, her saniye. Tepeden tırnağa özlüyor, bütün hücreleriyle..

* "Bazı sözler, yürekteki buz tabakalarını, ne kadar kalın olurlarsa olsunlar, birkaç saniyede kırarlar. Katılığın sarsılmaz kalelerini birdenbire çökertirler, duygusallığın önünde yükseltilmiş duvarları yıkarlar.." Şu an aklımdan geçen tek bir söz var. Gözünün içine bakarak ve ömrümde ilk kez yalvararak söylemek istediğim tek bir söz.. "Elimi bırakma.." "Önce elimi tut, ve sonra hiç bırakma.."

* Sevgililerim tarafından farklı bahanelerle terk edildim hep. Ama bana en çok koyan bahane 'artık beni heyecanlandıramıyorsun' oldu.. N'apcaktım lan, bungee jumping mi yapacaktım, Afrikaya safariye mi götürseydim seni, geceleri Spider Man'a dönüşen Peter Parker mıyım da maceradan maceraya koşayım ben .mına koyim. Kim olduğum ne olduğum belli baştan heyecanlanıp sonra heyecanlanmıyorsan git tedavi ol bana ne!

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Müphem Şiir..

Al işte düştün sen kendin düş kapımın yan dalı
Göğsüm daralsa da biraz yakamda bir ferahlık
Taliydin hem izafi as’lolmadan kayboldun
Vehimdi zaten mutluluk kaybın sayılmaz vahim
Temaşa bekleme boşa belki hayırdır gidişin

Yan yana gelmemiz bile bizatihi günahtı
Sen Havva’ydın ben elma Adem o ara müphem
Mutluluk sandığımız şey nevrotik bir bozukluk
Eskiler nevrotiğe ne derlerdi hiç bilmem.

Çoksa da telaşa mahal alınma sen üstüne
Hint keneviri stokum epeyce idare eder
İyi kızlar cennete kötü kızlar her yere
Kalbi kırık adamlar cehennemin dibine gider..

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Neden Ferdi Tayfur Dinliyorum..?

Çünkü o Ferdidir. Orhan Gencebay kral, Müslüm Gürses babadır ama Ferdi sadece Ferdidir.

Çünkü benim tanıdığım ilk gerçek tutunamayan Ferdi Tayfur’dur. Bütün filmlerinde ve şarkılarında istisnasız hep kaybetmiştir.

Çünkü çocukluğumun ciddi bir parçasıdır o benim. TRT hala anlayamadığım bir takım nedenlerden dolayı arabeskçileri uzun yıllar aforoz ettiği için babamla hafta sonları videocuya gidip onun filmlerini kiralarken hayatımın en güzel yolculuklarını yaptım ben.

Çünkü o acıyı estetize eden bir tür Thomas Bernhard’dır. Hiçbir entelektüel kaygı taşımadan basit insanların sıradan acılarını buğulu sesiyle yoğurup ruhlarımıza katık etmektedir otuz küsür yıldır.

Çünkü yıllardır memleket aydıncıklarının kendisini tu kaka ilan etmesine, dinleyenlerine kro, maganda gibi ipe sapa gelmez sözlerle saldırmasına bir kez bile tepki göstermemiş, kimseyle polemiğe girmeden işini bildiği gibi yapmıştır.

Çünkü popçu böcekler gibi hallüsinatif neşeler saçan, hoplayıp zıplayan ve bizi de bu akıl hastalığına davet eden lolipop müziğinden uzak durmuş, hayatımızda ne varsa, neyin acısını çekiyorsak onun müziğini yapmıştır.

Çünkü bütün filmlerinde kısa boyludur, çirkindir, seven ve aldatılandır. Ama aldatılmasına rağmen sevmeye devam edendir. Tamircidir, ameledir, şofördür. Biz neysek o da odur.

Çünkü her ne kadar isyan eder gibi görünse de isyanın altında soylu bir tevekkül vardır. O en güzel ‘Allahım Sen Bilirsin’ diyendir.

Çünkü Adanalıdır, Allahın adamıdır. Adam gibi adamdır..

14 Ağustos 2011 Pazar

Tesirsiz Parçalar 68..

Kendime benzeyen insanlardan oldum olası nefret ettim. İnsanların genelini sevmiyor olmakla birlikte aklıma geldiklerinde suratımı buruşturmama neden olanlar, bir şekilde kendime benzettiğim insanlardır. O yüzden nerede asık suratlı, her şeye muhalif görünen, küstah ve ukala biriyle karşılaşsam hemen gardımı alıp tırnaklarımı çıkarmaya başlarım. Kendime bile tahammül edemezken bir benzerimle yakınlık kurma fikri bile oldum olası ürpertir beni. Ama gel gör ki farklı olduğunu düşündüğüm için sığındığım insanların zaman içinde ufak ufak bana benzemeye başladıklarını görmek içimde onulmaz Promotheus yaraları çıkmasına neden oldu hep. Mesela hiçbir ortak noktamız olmadığından ve sürekli kavga ettiğimizden büyük bir keyif alarak aynı evde yaşadığım ev arkadaşımla birkaç yıl sonra daha az kavga etmeye başladık. Sonra hiç adeti olmamasına rağmen kitap okumaya yeltendi. Son zamanlarda eskiden tiksindiği, ev süpürmek, bulaşık yıkamak gibi işleri de neredeyse tebessümle yaptığını görünce ipler koptu bende ve evden ayrıldım. Sanıyorum eski sevgililerimle olan şey de aşağı yukarı aynı. Başta bizi birbirimize çeken zıtlıklar zamanla törpüleniyor. İki taraftan birinin kişiliği baskın olmaya başlıyor ve diğerini kendine doğru çekiyor. Ve yavaş yavaş zayıf olan kuvvetli olanın huylarını edinip ona benziyor farkında olmadan. Fark edildiği anda da bulantı başlamış oluyor. Sonrası da malum zaten..

9 Ağustos 2011 Salı

Protest Şiir..

Kandırdılar bizi resmen, ağzımıza sıçtılar.
Sesimizi çıkarmadık.
Uslu çocuk ol dediler, uslu olduk bizde.
Ee hani, şirinler nerde?
Kalemden mendilden geçtim zippomdan kan damlıyor.
Muhabbet kuşumuz öldü babam yenisini almıyor.
Protesto mahiyetinde geç gideceğim artık eve
Yalnız küçük bir sorun var
Babam protesto ne demek bilmiyor.
Yürümeye başladığımdan beri tepemde annemin terliği
Demoklesin kılıcı gibi sallandıkça sallanıyor.
Allahım söyleyemediklerimi en iyi sen bilirsin
Sen bari anla beni başka kimse anlamıyor..

6 Ağustos 2011 Cumartesi

İnsan Sevgisi !!..

- Ama ben insan sevmiyorum !
- Beni sevdiğini söylüyordun eskiden.
- İnsan olarak sevmiyordum ki ben seni. Öyle olsa yaptığın iyilikler arttıkça sana olan sevgimin de artması gerekirdi. Ama öyle olmadı. Ki öyle olağanüstü bir iyiliğine de şahit olmadım. Ne yaptın ki? Okul mu yaptırdın, fakirler için kermes mi düzenledin, şahit olduğum maksimum iyiliğin mendilci çocuklardan mendil almak olmuştur. Eminim onu da daha fazla sırnaşmasınlar diye yapmışsındır.
- Yani?
- Yanisi şu. Bir insan başka bir insanı bütün boyutlarıyla asla tanıyamaz. Karşımızdaki insana verdiğimiz değer mukabilinde istediğimiz taraflarımızı gösterir istemediklerimizi de saklarız. Evrensel bir sahtekarlık bu ama yapacak bir şey yok.
- Yine abartıyorsun. Ve ben de hala sana şaşırmaya devam ediyorum
- Abarttığım falan yok. Şöyle düşün dediğim gibi olmasaydı eğer bütün insanlar ilk sevgilileriyle evlenirlerdi. Bizi düşün mesela. Başlarda nasıl heyecanlıydın bir araya geldiğimiz zamanlarda hatırlasana. Ne oldu sonra peki? Bir sürü saçma sapan tarafımı keşfettin gün geçtikçe ve sonunda bu noktaya geldik. Peki o saçma sapan taraflarım zamanla mı ortaya çıktı? Hayır tabi ki. Onlar hep vardı. Ben o saçma sapanlıklar demektim hatta.Bilerek sakladım onları senden. Herkesin herkese yaptığı gibi.
- Beni bıraktın bütün insanlığı suçlamaya başladın şimdi de.
- Kimseyi suçladığım falan yok. Durum tespiti yapıyorum sadece.
- Her şeyi sorgulayacağına kendini de beni de insanları da rahat bıraksaydın bu noktaya gelmezdik.
- Benim bir şikayetim yok. Daha doğrusu kalmadı.
- Ee neden bunları konuşuyoruz o zaman?
- Ben insan sevmiyorum dedim sen neden diye sordun ben de anlatmaya başladım.
- Ama anlattıkların cevap sayılmaz. Bir an için söylediklerini doğru kabul edelim. Eğer sen de dahil olmak üzere bütün insanlar bu sahtekarlık oyununu oynuyorlarsa bu işin normali bu demek değil midir?
- Ben normal değil demedim ki zaten.
- Ne dedin peki?
- Bininci kez mi söyleyeyim?
- Tamam tamam anladık sen insan sevmezsin.
- Bininci tekrarda anlıyorsun, fena sayılmaz
- Off..
- Güle güle..

4 Ağustos 2011 Perşembe

Tesirsiz Parçalar 67..

67.
Oyuncaklar alıyorum sürekli kendime. Arabalarım, helikopterim, trenim, süper kahramanlarım, boncuğum, ejderhalarım ve başka onlarca oyuncağım var. Neden? Oyuncakları çok sevdiğim için mi? Evet oyuncakları çok seviyorum ama tek neden bu değil galiba. İki yaşından itibaren abi olduğum ve sekiz yaşına geldiğimde yanımda üç tane küçük kardeş gördüğüm için çocukluğumda kendime ait oyuncağım olmadı hiç. Oyuncak deyip geçmeyin, bir çocuğun ilk oyun arkadaşı hatta ilk sırdaşı oyuncaklarıdır. Oyuncaklarla beraber büyür çocuklar. Benimse oyuncaklarım diğer kardeşlerim oldu hep. Zaman zaman heves edip yalvar yakar babama aldırdığım oyuncaklarla ancak eve gidene kadar sevişebildim. Çünkü biliyordum ki daha eve girer girmez biri görüp ağlayacaktı ve ben de oyuncağımı ona vermek zorunda kalacaktım. Bazen düşünüyorum, neden hepimize ayrı ayrı oyuncaklar almıyordu acaba babam? Muhtemelen oyuncak o zamanlar pahalı bir şeydi ve yine muhtemelen bizim o kadar paramız yoktu. Neyse işte, şimdi oyuncak alabilecek kadar para kazanıyorum şükür ve oyuncaklarımla eve geldiğimde ağlayarak onları elimden almaya çalışan kimselerin olmayacağını da biliyorum. Bir kaç kez kuş ve balık alıp onlarla oyalanmaya çalıştım ama bazı zamanlar kendim dahil nefes alan hiçbir şeye tahammül edemediğimi farkedince canlı hayvan sevdasından çabuk vazgeçtim. Ve çocukluk aşkım olan oyuncaklarda karar kıldım. O yüzden de kafama estikçe çıkıp oyuncaklar alıyorum kendime. Ve oynuyorum da onlarla. Otuz yıl geriden oynuyorum farkındayım ama hayat da böyle bir şey değil mi zaten? Geç kalmaların arasında nefes almaya çalışıyoruz işte hepimiz, kimimiz başka insanlara tutunup ayakta kalmaya çalışıyor kimimiz de yaşayamadığı çocukluğuna sığınıp oynayamadığı bütün oyunları bir nefeste oynamak için çabalıyor..

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Tesirsiz Parçalar 65-66..

65.
John Kennedy Toole. Alıklar Birliği’nin efsanevi yazarı. Uzun bir aradan sonra tekrar okumaya başladım ve yüzümdeki aptal sırıtışı kitabın kapağı kapanana kadar muhafaza ettim. ‘1969 yılında, otuz iki yaşındayken intihar eden John Kennedy Toole'un bu romanı, ölümünden sonra annesinin ısrarlı çabalarıyla 1980 yılında yayınlandı ve 1981 yılında, Amerika'nın en büyük edebiyat ödülü olan "Pulitzer Ödülü" -ilk kez ölü bir yazarın yapıtına- "Alıklar Birliği"ne verildi. John Kennedy Toole, bu romanında yaşadığı çağdan hoşnut olmayan, çağa ayak direyen bir kahraman yaratmış. Romanın kahramanı "İgnatius", koca göbeği, gürültülü geğirtileri, yellenmeleri ve oburluğuyla bir "Gargantua"; herkese: Freud'a, eşcinsellere, eşcinsel olmayanlara, Protestanlara ve çağın her türlü aşırılığına karşı açtığı tek kişilik savaşla tam bir "Don Kişot". Tam anlamıyla komik bir kişi, ama komik olduğu kadar da zeki; kendisini komik bulanları daha komik bir duruma düşürecek kadar zeki. 60'larda yazılmış bu romanın kahramanı 80'leri, 90'ları görecek kadar ileri görüşlü.’ İgnatius gibi bir abim olmadığı için o kadar hayıflanıyorum ki. Birilerinin hemen ilgisini çekeceğini bildiğim için söyleyelim, Alıklar Birliği, otuz iki yaşında kendi beynini uçurarak kısa yoldan dünyadan gitmeyi seçmiş yazarın tek kitabı. Haliyle yaşarken kitabının basıldığını göremediğinden 1981 yılında romanına Pulitzer verileceğini tahmin etmemiş olduğu da aşikâr. Edebilseydi beynini uçurmamayı tercih eder miydi, bilmiyorum.

Elime aldığım bir diğer kitabın ismi ise İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler. Yazarı David Foster Wallace. 2008 yılında ömrü boyunca hep mücadele ettiği depresyonla daha fazla uğraşamayacağını düşünüp kendi isteğiyle var oluşunu sonlandıran bir güzel insan.. Kaliforniya’daki evinde kendini astıktan sonra Wallace kendi ifadesiyle ‘ne kadar yıkanırsa yıkansın kurtulamadığı hayatın kirinden’ kurtulmuş mudur bilmem. Ama şundan eminim ki yazdıkları günün birinde modern insan denilen zavallıların bütün foyasını ortaya çıkaracak kadar güçlü..

66.
Artık daha sakinim. Ne istediğimi bilmediğim için oradan oraya kendini atıp duran zavallı ruhum duruldu artık. Hiçbir şey istemiyorum. Ve bunu züppe bir Nihilist tavrıyla söylemiyorum. Kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey istemiyorum. Hiç kimsem olmasın, kimselerin kimsesi olmayayım, varlığım emsalsiz yokluğumun müjdecisi olsun. Berrak bir su buharı gibi kimselere değmeden ‘yavaş yavaş geçtim kalabalıkların arasından’ demek istiyorum hepsi bu..

29 Temmuz 2011 Cuma

Tesirsiz Parçalar 62-64..

62.
Benzer acıları yaşayan insanlar birbirlerini tanırlar. Ama belli etmezler tanıdıklarını. Herhangi bir yerde karşılaşabilirler. Metroda, barda, sokakta, kafede.. Sadece bir kez göz göze gelirler ve anlarlar. Daha sonra bakmazlar birbirlerine, belki canları daha çok yanacağından, belki de buna hiç gerek olmadığından. İlk bakışma aynı zamanda son bakışma olur. Ama onlar tanırlar birbirlerini. Muhtemelen o ortak acının müstehzi mahcubiyeti tekrar göz göze gelmelerine engel olur. Ama tanırlar onlar birbirlerini, çaktırmadan kimselere koruyup kollarlar..
Bazen kendinizi bir insana yakın hissetmeniz için bir şeyler paylaşmanız gerekmez. Benzer acıları yaşayan insanlar kendiliğinden ortaya çıkan görünmez bağlarla birbirlerine bağlanabilirler. Hatta bazen birbirlerinin tam olarak farkında bile olmadan yaparlar bunu..

63.
Zaman zaman kafamı kaldırıp çevreme baktığım oluyor tabi. Küçük küçük tutunma denemelerim de oluyor haliyle. Ama yaşadığım ve tanık olduğum her şey kitaplara daha fazla gömüyor beni ısrarla. Sanırım erken yoruldum ben..

64.
İnsan, başka beklentileri karşılanmadığında var olan mutlulukları da yok edebilen bir hayvandır. Bir şeyler olur. Başlangıçta her şey güzel de gidiyordur. Ama yetinmezsin. Yetinemezsin çünkü yetinmek senin hayvansı doğana aykırıdır. Hep bir fazlasını istersin. Ve bir yerden sonra karşındakinin veremeyeceği şeyleri istemeye başlarsın. Doğal olarak karşındaki veremeyeceği şeyleri veremez. Sonra sen durumun yarattığı hırçınlıkla istediğin şeyden vazgeçmek yerine dehşet verici bir bencillikle ısrarını sürdürürsün.
Sonuç : Daha önce elde ettiğin küçük mutlulukları da kaybedip yalnızlığa gömülür ve Orhan Gencebay'a sığınırsın..

26 Temmuz 2011 Salı

Tesirsiz Parçalar 61..

61.
Bazen bir şey söylemeniz gerekir. Tek bir laf vardır aslında söylenecek ve bütün dünya durup o lafı etmenizi bekler. Ama edemezsiniz. Kitaplarda yazan şeyin gerçek olduğunu anlarsınız o an. Kelimeler boğazınıza yumruk gibi tıkanır. Kelimelerin boğaza yumruk gibi tıkanması durumunun uydurma bir benzetme değil gerçek bir durum tesbiti olduğunu görürsünüz. Sonrası bir yığın maskaralıktan başka bir şey değildir. Öyle oldu yine. Benim ve onun ve çevremizdekilerin ve evrenin ve başka her şeyin iyiliği için bir daha görüşmemek zorunda olduğum o'na söyleyeceğim son sözün unutulmaz bir söz olmasını istemiştim oysa. Tıpkı filmlerdeki gibi. Ölmek üzere olan kahramanların son olarak ettikleri kulaklardan silinmeyecek sözlerere benzeyen bir sözle vedalaşmak istemiş ve saatlerce bunun için kafa yormuştum. "Hasta la vista bebeğim" gibi. Ya da "Gülersen bütün dünya seninle birlikte güler, ağlarsan tek başına ağlarsın" gibi.. Hiç olmadı "İ'll be back" falan gibi bir şeyler söyleyebilseydim keşke.. Olmadı. O sihirli son anda söyleyebildiğim son söz gerizekalılığımın tescili olarak hala kulaklarımda çınlamakta. Önce kendine iyi bak dedim, peşinden de hoşça kal.. Ne kadar etkileyici! Eminim en az on yedi dakika falan unutmamıştır telefonu kapatırken ettiğim mucizevi veda sözlerini. Kendine iyi bak.. Bu kadar işte etkim de, gücüm de, kelimelerle yaratacağım tesirin de üst limiti en fazla on yedi dakika.. Kahramanlıkla maskaralık arasında gidip geldiğim zaman dilimi. On yedi dakika!!

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Dağınık Sicim

Dağınık Sicim

Eve dönen sigortasız bir travesti kadar yorgunum
Beni al, yont yoğur, sar sarmala
Alakası olmayan parçalara bölündüm
Tamamla..

Yaşamak sıkıntılı iş yaşlandıkça anladım
Ruhum payına hiç düşen nevrotik bir piç.
Zaman akar, su durulmaz, içim dağınık sicim
Toparla..

Sen yokken çok okudum, çok söz birikti heybemde
İstesem didaktik didaktik konuşurum şimdi
Ama bilirim, sevmezsin spesifik sözleri
Bağışla..

'Ruhuma bir hayat yakıştıramadım' sevgilim
Neyi tutsam elimde kaldı, usandım nefes almaktan
Oysa içimde bir tohum, su versen filizlenecek.
Hatırla..

19 Temmuz 2011 Salı

Ağlamaklı Şiir..

Adın üç kere geçti saçma sapan bir filmde
yalnız olsam çok ağlardım ama annem bakıyordu
otoban dolusu gürültüyü sıkıştırıp beynime
anne dedim, hadi çay koy da içelim..

17 Temmuz 2011 Pazar

Tesirsiz Parçalar 55-60..

55.
Benim için hiçbir özel durumu olmayan uzak bir arkadaşım, tesadüfen karşılaştığımız saçma sapan bir mekanda ayak üstü bir kaç dakika lafladıktan sonra, "Seni hiç iyi görmüyorum" dedi. "Ama sanırım bu çok kötü bir şey değil. İyi olmamak için bilinçli bir şekilde uğraşıyor gibisin ve bütün rahatsızlıklarını tırnaklarınla kazıyarak kendin yaratmışsın. O yüzden de beter ol demekten başka bir şey söylenmez sana."
Boynuna sarılmak istedim o uzak arkadaşın ama tuttum kendimi. En yakınlarımın bile anlayamadığı, hatta benim bile toparlayıp dillendiremediğim otuz yıllık ruh halimi üç cümleyle özetleyiverdi. Evet tırnaklarımla kazıyarak yoktan varettim ben mutsuzluklarımı. Ne denir ki başka? "Bu mutsuzluk benim,ilişmeyin.."

56.
Peşpeşe okuduğum iki kitabın ismi Ruh Kırılması ve Ruh Hastalığı. İkisinin de yazarının ismi İsmail. İkisi de daha önce duymadığım kitaplardı ve tesadüfen elime geçti. İki farklı yayınevinden çıkmış, yakın tarihlerde basılmış ve büyük ihtimalle iki yazarında birbirlerinden haberdar olmadan yazdıkları iki ayrı kitap..
Arka arkaya okudum ve bol bol göz damlası kullanmak zorunda kaldım. Tutunamayanlar'dan beri hiçbir kitapla bu derece yakınlık kuramamıştı ruhum. Sanki iki İsmail, birbirlerinden tamamen habersiz bir şekilde yıllarca benim içimi izlemiş gördüklerini kağıda dökmüş. Edebi değerleri tartışılır, hatta tartışılmaz bile belki. Çok başarılı kitaplar oldukları söylenemez. Ama çok acaip bir zamanda karşıma çıktılar ve ben bir kez daha emin oldum. Tesadüf dediğimiz şeyler, Tanrının bize göz kırpmasıdır aslında..

57.
Sana dair umutlarım azaldıkça, daha çok seviyorum seni. İmkansızlığın güzel taraflarını keşfettim sayende. Yanımda Genta* taşıyorum artık. Seni her gördüğümde, arkandan üçer damla damlatıyorum. Küçücük kutu etraftan gelebilecek bir sürü lüzumsuz soruyu engelliyor.
*Genta: Göz damlası..

58.
Annem, "oğlum akşam eve erken gelir misin?" dedi. Neden anne dedim, "hiç" dedi "konuşuruz biraz." İçim acıdı. Hemen her gün laflarız annemle, ama uzun süredir konuşmuyoruz. Yani konuşur gibi konuşmuyoruz. Günlük rutin seslenmeler oluyor haliyle ama anneme "Anne, nasılsın?" demeyeli on yıl olmuştur en az..
Sonuç : Saat on ikiyi geçti ve ben hala eve gitmedim.
Sonuç 2: Hiçbir şey yapmadan bile annemi üzmeyi becerebilecek kadar boktan bir evladım ben. Tren çarpsa artık bana da hepimiz kurtulsak..

59.
Kadınlar, yaşamak istedikleri hayata aşk seçiyorlar. Erkekler ise önce aşık olup sonra aşık oldukları kadının hoşuna gidecek bir hayat yaşamaya çalışıyorlar.. Bu ne boktan çelişki lan böyle..

60.
Hiç..

8 Temmuz 2011 Cuma

Halet-i Ruhiyemi Takdimimdir..

Hayatım ülkeme ne kadar da benziyor.. Nazlıdır benim ülkem. Kısa ömrü hep hassas dönem edebiyatlarıyla geçmiştir. Kuruluş yılları; taşlar yerine oturmadı aman dikkat edelim, kırklar; bütün dünya savaşta aman dikkat, elliler; lan demokrasi bol geldi bu ibnelere hadi bakalım ordu cumhuriyeti korusun, altmışlar; bakın siz sağcısınız bunlar solcu hadi bakalım yiyin birbirinizi, yetmişler; devam devam hadi bakalım. Oo aleviler de varmış burada devam gençler devam hadi hep beraber saldırın birbirinize, seksenler; evet evet demokrasi neyine lan bunların hadi bakalım ordu tekrar göreve, doksanlar; terör.., ikibin; yahu laiklik elden gidiyor nerde lan bu ordu? İkibinon; herkesi tutuklayın .mına koyim…

Çocukluğum saçma sapan bunalımlarla geçti. Okuduğum kitapların yan etkisi olsa gerek. Yahu bir insanın sekiz yaşında hayatla ne problemi olur. Dostoyevski okursa olur işte. Oysa çık sokağa oyna tutan mı var? İlkokula gidiyorum ve bir yığın ontolojik sorun var kafamda, pehh..

İlk gençliğimde solcu oluverdim birden. Ama ne solcu. Üç lafımdan dördü emek, işçi sınıfı, artı değer, halkların kardeşliği v.s.. Bıraksalar solculuktan öleceğim. Öyle böyle solculuk değil. O kadar inandırmışım ki kendimi ‘güneşi zaptedeceğimiz günlerin yakın’ olduğuna. Sadece tesis ve alet edevat sorunu kalmış. Halkımız arkamızda zaten. Yeter ki devrimci kıvılcımı ateşleyelim biz..

Polisten yediğim ikinci veya üçüncü seri tokada bile mukavemet edemeyecek kadar zayıfmış benim şanlı solculuğum. Biraz devletten dayak biraz da babamdan fırça yiyince bıraktım..

Sonra aşık olmalara başladım. Bana birazcık ilgi gösteren her kadına aşık olduğum saçma ve kayıp birkaç yıldan sonra uzun süreli istikrarlı aşk deneyimlerim oldu. Hiçbirini sonuna kadar götüremedim, hayatımdaki hiçbir kadını adam akıllı mutlu etmeyi başaramadım, ama hepsinden çok şey öğrendim. Geriye dönüp baktığımda şöyle ağız dolusu küfürle andığım hiçbir eski sevgilim olmadı. Hiçbirini ben terk etmedim, gittiklerinde hepsinin arkasından mütemadiyen yas tuttum. Ama dediğim gibi, hiçbirinin anısına bilerek saygısızlık etmedim, en azından içimden hepsini iyi andım..

Bu yaza kadar her sene aralıkları değişen depresyon seansları tertipledim kendime. Bu günlerde de girmeyi düşünüyordum depresyona ama annemin en sevdiğim depresyon hırkamı eskidi bu artık diyerek yer bezi yapması sonucunda giremedim. Hırkanın hikayesi de şu. Uzun, yerlere kadar değen kalın mı kalın hardal rengi eski bir hırka. Pek matah bir şey değil tabi. Ama son on yıldır ne zaman kendimi çok kötü hissetsem o hırkaya bürünüp, birkaç hafta evden çıkmayıp, tv ya da bilgisayar açmayıp hatta kitap bile okumayıp aptal aptal tavanı seyrederek yani depresyonun dibine kadar vurarak kendi kendime saçmalıklar yaptım. Ve o saçmalıkların kilit oyuncusu da hırkamdı. Şimdi hırka gitti.. Ben de vazgeçtim depresyona girmekten sonra oturdum bu yazıyı yazdım.

Özet : Ülkem gibi ben de hep hassas dönemlerden geçiyorum. Ve bu hassas dönemler hiç bitmeyecek gibi görünüyor. Ve takdir edersiniz ki şu an itibariyle de ülke ve ben çok hassas bir dönemdeyiz :)

7 Temmuz 2011 Perşembe

Tesirsiz Parçalar 52-54..

52.

Tesirsiz ne kadar söz varsa
ruh cebimde biriktirdim
ki zaten ben
küçükken de meraklıydım
suya yazılar yazmaya..

53.

İnsanlarla marullar arasındaki en büyük fark; marulların, marullarla insanlar arasındaki en büyük farkı fazla umursamamalarıdır. Bir insan eğer isterse oturup saatlerce insanlarla marullar arasındaki en büyük farkın ne olduğunu düşünebilir. Oysa hiçbir manavda bunu mesele yapan bir marulla karşılaşmazsınız..
Sonuç : Galiba marullar bizden daha akıllı..

54.

Belki canım sıkkındı belki sadece dikkat çekmek istemiştim belki söylediklerim aslında söylemek istediklerimin tam tersiydi tanımadığın biri yoldan geçerken küfretse bile sana efendim der bir şans daha verirsin acaba yanlış mı anladım dersin bana o yabancıya verdiğin şansı bile vermedin efendim deseydin seni seviyorum diyecektim belki demedin bir şey sırtını dönüp gittin iyi mi oldu yani şimdi sana da yazık bana da..

1 Temmuz 2011 Cuma

Güvercin Telaşı..

Yaşadıklarımdan hayal ettiklerimi çıkarttığımda
Geriye kocaman bir hayal kırıklığı kaldı.
Gerçi matematik oldum olası zayıf bende
ama konu bu değil şimdi..
Hayattan tamamen ümidimi kestiğim anlarda bile
şaşırmaktan alıkoyamadım kendimi
yavrusuna yiyecek götürmek için çırpınan serçeye.
Ya da her bozulduğunda yuvası
dehşetli bir tutkuyla aynı yere
çer çöp taşıyan güvercine.
Ne var dedim kendi kendime, ne var
Ne var da tutunmaya çalışıyorsunuz bu kadar
Bu rezil hayata?
Çıkamadım tabi işin içinden
ve serçelerle güvercinlere havale ettim bütün ontolojik kaygılarımı..

Rakı ya da Kafka ya da Xanax ya da Perec
hepsinde aradığım şey aynı aslında.
Usanmadan her defasında bozulan yuvasına
çer çöp taşıyan güvercinin
hevesidir yakalamaya çalıştığım her neyse..
Benden geçen şeylerin farkındayım elbette
İçimden geçenlerle ters orantılı hemen hepsi
Gölgesine sığındığım rakı şişesinin görkemi
Azalsa da o son lanet duble içildiğinde
gecenin son saatlerinde
İçinde serçeler ve güvercinler gezinen
laflar etme arzusu doluyor bir yerlerimde.
Ağzımı açacak oluyorum
ama dinleyen kimse yok
Neyse diyorum sonra, neyse
Neyse..

20 Haziran 2011 Pazartesi

Tesirsiz Parçalar 51..

Yatağını şaşıran bir ırmak
Önce göl olur, sonra yok...
-Doğanın kanunu-
Gördüm
omurgasının üstünden
araba geçmiş bir kedinin
acıdan bağıramamasını
-Avaz avaz bağırdım-
Bir sıkıntısı olduğunda güneşin
daha doğmadan fark ettim.
Yağmura bulalı toprak kokusunu
ilk ben çektim içime
-Siz, hepiniz uyuyordunuz o saatlerde-

Ömrümü zaman ayıramayacağınız işlerle geçirdim
Dolayısıyla sizin önemsediğiniz işler için de benim zamanım kalmadı
Böyle böyle birbirimizi önemsememeyi öğrendik.
İnsanlardan en çok çocukları
Hayvanlardan da atları sevdim.
Ve çocuklar hariç
Sevmediğim hayvanları bile
çoğunuzdan daha yakın buldum kendime.
İnsanları sevemedim
tabi kimse bunu mesele yapmadı.
Hepinize karşı tektim
ve elbette şansım çok azdı.
Ben bu savaşı altı yedi yaşlarımda kaybettim.
Yapacak bir şey yoktu, kitaplara sarıldım...

Kırgın değilim hiçbirinize
Dedim ya ben zaten çoğunuzu sevemedim
-Kim bilir belki de bu yüzden insan olmanın gereklerinin çoğunu yerine getiremedim-
Öfkem aklımın bir adım önünde oldu hep
-Size değil sadece öfkem, en başta kendime-
Ödenmesi gereken ne bedel varsa peşin peşin ödeyip
Aranıza karışmaktan vazgeçtim...

Ay Tutulması..

Birlikte oturduğumuz parklara senden sonra da gittim
epeyce vakit geçirdim ve kaybettim ve üzgündüm
bitiremediğim şarapları diplerine boşalttığım mavi ladinler büyümüş
çocuklar gördüm oyunlarına büyük bir ciddiyetle devam eden
bağ değil büyü bozulmuş köpek gibi pişmanım..

Aynı anda hem sana hem kendime hem tabiata
yerli yersiz küfürler sıralarken bir taraftan
öptüğüm diğer kızlar da aklımdan geçmedi değil
ama sen başkaydın şarabın içinde aspirin
baş ağrısına engel olur diyen tıp öğrencisi
niye yalan söyledi olsaydın da konuşsaydık..

Hiçbir yere sığamıyorum oh mu olsun ki bana
gidenler bildiklerini de beraberinde götürür
ay tutuldu misal dün sıradan bir doğa olayı
ama aklım ermedi boş boş baktım havaya
olsaydın da anlatsaydın kafam böyle karışmazdı
olmadı öpüşürdük aklıma takılmazdı..

13 Haziran 2011 Pazartesi

Senin De Ağacın Da Kedinin De Öğretmenin De..

Küçükken her küçük çocuk gibi kendimi kahraman zannettiğim zamanlar olurdu. Ama en uzunu on beş dakika sürerdi bunların. Ya benden daha iri bir çocuk kabadayısına toslardım ya da kendi beceriksizliğimin sınırlarına.. Sonrası fiyasko..

Dördüncü sınıfta aşık olmuştum. Kız beşinci sınıftaydı ama bunun hiçbir önemi yoktu . Aşık olmuştum işte, yani galiba. Şimdi geriye dönüp baktığımda durumun adının aşık olmak olduğunu biliyorum tabi ama o zaman ben bu kızı seviyorum diyordum kendi kendime. Aşk ve sevgi arasındaki epistemolojik farkı bilecek seviyede değildim. Malum, o zamanlar yaşım henüz tek haneliydi. Ve ciddi bir sorunum vardı. Kız beni tanımıyordu, tanımayı bırak farkımda bile değildi. Görmemişti beni, her tenefüs sınıflarının kapısının önüne sotelenip seyrettiğim kız beni görmüyordu. Muhtemelen gözleri çok değmiştir bana, ama okuldaki yüzlerce sümüklü oğlandan biriydim nihayetinde nasıl farkedecekti ki beni. Evet bakmıştı bir kaç kez bana ama hiçbirinde görmemişti..

Dikkat çekmek için yaptığım şaklabanlıkları burada anlatmamın hiçbir anlamı yok. Kolayca tahmin edileceği gibi kendimi komik durumlara düşürürüp arkadaşlarımın taşak geçmesiyle sonuçlanan bir dizi girişimde bulundum elbette. Ama hiçbiri bırak işe yaramayı, onun dikkatini çekmemi bile sağlamamıştı.. O güne kadar..

O zamanlar hacı dayımın gazıyla zaman zaman kıldığım her namazın sonuna eklediğim standart duam kabul olmuştu sonunda. Bir şey olmuştu ve ben aşık olduğum kızın kahramanı olabilme fırsatını elde etmiştim. Tenefüse çıktığımızda okulun arka bahçesindeki akasyanın altında alışılmadık bir kalabalık vardı. İnsanlar gözlerini ağacın tepesine dikmiş uzaktan pek anlaşılmayan seslerle bir şeyler mırıldanıyorlardı. Normalde böyle temaşalı durumları pek siklemezdim, dudak büküp ön bahçeye doğru yollanmak üzereydim ki.. Tam arkamı dönüp uzaklaşıyordum ki.. O'nu gördüm. Oradaydı, en öndeydi ve galiba çok üzgündü. O an şimşek çaktı beynimde ve süratle kalabalığa doğru seğirttim. Mesele, bir şekilde ağaca çıkmış ama inemeyen ve kalabalığı görünce de iyice panik yapan, panikledikçe de ciyak ciyak bağıran yavru bir kediydi.. Epeyce de uzun boylu bir ağaç olduğundan kimsenin çıkıp kediyi kurtarmaya götü yemiyordu. Ve benim prensesimin ağzından 'yazık yaa, canım benim, kıyamam' sözleri dökülüyordu. Prensesimin yanına kadar sokuldum, ağzından çıkan her sözü duyabiliyordum ama o hala benim farkımda değildi. Olsun, az kalmıştı ama birazdan ben nasıl bir kahraman olduğumu ona gösterecektim. O da boynuma sarılıp beni öpecek ve kol kola gururla uzaklaşacaktık oradan. Yalnız iki küçük sorunumuz vardı. Birincisi ben kedi milletinden nefret ederdim, ikincisi ise hayvani bir yükseklik korkum vardı. Ve kedinin bulunduğu yere bakmak bile gözlerimi karartıyordu. Ama yapacak bir şey yoktu, ilk kez elime böyle bir fırsat geçmişti ve aptalca korkularım yüzünden bunu kaçıracak değildim. Ağaca uzandım, seslerin kesildiğini fark ettim ve dönüp son kez prensesime baktım. Bana bakıyordu.. Allahım sonunda kız bana bakıyordu. Kız bana bakıyordu lan! Gözlerini dikmiş bana bakıyordu kız, kim tutardı artık beni. Ya allah deyip tırmanmaya başladım. Tabi gözlerim kapalı, ve aşağıya zinhar bakmadan. Tamam kahramandım falan ama yüksekten de korkuyordum ve yükseldikçe altıma sıçacağım korkusu bünyemi ele geçirmişti. Santim santim yaklaştım kediye, yaklaştıkça korkum da birazcık azalmıştı. Bir kol mesafesi kadar yanaştım kediye, ama o kol bir türlü uzanmıyordu. Dedim ya hiç sevmezdim kedi şerefsizini. Tabi uzun sürmedi bu tereddüt. Prensesim aşağıda kahramanını izliyordu ve kahramanlar asla tereddüt etmezlerdi. Elimi uzattım yavru kediye. Önce tüylerini, sonra gövdesinin sıcaklığını hissettim. Tam avuçlayıp kendime doğru çekecektim ki.. Hain pençesini bana doğru savurdu pezevenk kedi ve sonra kendini ağaçtan aşağıya attı. Elim çizilmişti, kedi ağaçtan atlamıştı ve ben bok gibi ortada kalmıştım. Aşağıya baktım sonra, ama prensesim ve diğerleri artık bana bakmıyordu hepsi kedinin peşinden koşmaya başlamışlardı. N'oluyordu lan? Kahraman bendim, o ağaca ben çıkmış kediyi kurtarmak içim canımı ortaya koymuştum, bu kadar mıydı yani itibarım. Hadi diğerlerini siktir et, ne yani ben ağaçtan indiğimde prenses yanaklarıma öpücük kondurup kahramanım demeyecek miydi yani bana? Boşuna mı çıktım lan ben bu ağaca? Sikerim lan ben böyle kahramanlığı. Karar verdim, inip hepsinin ağzına sıçacaktım.Sıçacaktım sıçmasına da, acaba nasıl inecektim?

Ağaca çıkarken kahramandım ben ve prensesimin beni seyretmesinin verdiği gazla en tepeye süzülmüştüm. Ama inişe geçtiğimde bir kahraman değil zavallıydım ve prenses falan da yoktu aşağıda. Kimse yoktu. Ulan kıçı kırık bir kedi yavrusu için ağacın altında kümelenen insanların hiçbiri yoktu artık. Ağacın tepesindeki kedi yavrusu kadar değerim yoktu. Ve ben yüksekten çok korkuyordum, bırak aşağıya inmeyi bir alt dala bile uzatamıyordum ayağımı. Öfkeden ve korkudan ölmek üzereydim. Dakikalarca titreyerek kaldım o ağacın tepesinde. Tek tesellim şuydu ama. Ağlıyordum ve bunu gören kimse yoktu..

Yarım saat mi bir saat mi ne haltsa işte. Bir süre sonra bir şekilde indim ağaçtan. Sınıfa doğru yürüdüm. Dersin birini kaçırmıştım tabi. Vazgeçtim sınıfa girmekten. Kapının önüne çöküp, kafamı ellerimin arasına alıp ağlamaya başladım yeniden. Ne kadar geçtiğini bilmediğim bir zaman sonra zil çaldı. Öğretmen dışarı çıktı. Beni gördü ve kulaklarıma asılıp ' ağaç tepelerinde maymunluk yapıp derse girmemek ha. Velini çağır yarın okula' dedi ve okkalı bir tokat sallayıp gitti. Arkasından bakarken de onu gördüm. Prensesim kahkahalarla gülüyordu yanındaki bir gurup kızla beraber. Bir saat önce kahraman olmak üzereyken bir saat içinde ağaçta maymunluk yapan korkak ve beceriksiz bir mahluğa dönüvermiştim. Evet kız sonunda beni fark etmişti. Ama ben içimden sadece şunu geçiriyordum.. ' Senin de, ağacın da, kedinin de, öğretmenin de .mına koyayım..'

Yağmur..

Belki yağmur yağar bugün, çıkıp dışarı dolaşalım
sen bir ucundan başla şehrin ben diğer ucundan
ortada buluşalım
Şemsiye alma yanına bütün tüylerin ıslansın
Saçaklardan da uzak dur onlar seni koruyamaz
buluşalım ortada ben seni kurutayım..

Bak başladı bile yağmur sen hala evde misin?
Farkında değil misin bütün insanlar delirmiş
Akıllarını kaybetmişler yağmurdan kaçıyorlar.
Eğer hemen çıkmazsan birbirimizi ıskalarız
Sonra ben kaybolurum anneme nasıl açıklarsın ?

Hadi artık oyalanma çabuk tut şu elini
Ben hep beklerim bilirsin ama yağmur beklemez.
Sonra iklim değişir belki bir daha yağmaz
Belki sonra ben çıkmam, belki çıkacak ben kalmaz
İşte yağmur işte fırsat hadi ortada buluşalım
Sen de mi manyaklaştın yağmurdan mı kaçacaksın ?

11 Haziran 2011 Cumartesi

Tesirsiz Parçalar 50..

50.

'Mavi Saçlı Kadına'


Bugün, ömrümde ilk defa bir kadına sarılıp ağladım. Abartmayalım tamam daha önce de ağlamalı vedalaşmalar falan yaşadım elbette. Ama ömrümde ilk defa bir kadına sarılıp, kafamı onun mavi saçlarına gömüp hüngür hüngür, sümüklerim aka aka ağladım. Nedeninin, niçininin hiç ama hiç önemi yok. Konuşulan, konuşulamayan, yaşanan, yaşanamayan, hayal edilen ya da edilemeyen bir sürü şeyin son durağıydı burnumu yasladığım siyahımsı mavi saçlar. Utanmadım, oysa bugüne kadar böyle bir durumun utanılacak bir şey olduğunu düşünmüştüm hep. Gözyaşlarım kadının mavi saçlarına dökülürken içimden geçen tek bir şey vardı. Hiç dinmesinler, hep aksınlar.. Mavi saçlı kadın sol eliyle saçlarımı usulca okşasın. İster acıma ve merhamet dolu hislerle yapsın bunu, ister hiçbir şey hissetmeden. Şartlar ve göz pınarlarım izin verseydi sonsuza kadar o şekilde ağlayabilirdim. Üzgün olduğum için mi ağlıyordum peki? Hayır. Elbette tarifsiz bir üzüntüyle başladı her şey. Yan yana saçma sapan bir duvarın üzerine oturmuş, son olmasından deli gibi korktuğum ama son olduğunu da adım gibi bildiğim sigaralarımızı yakmıştık. Gözlerim yaş istihkakını çoktan doldurmuşlardı. Ama bir türlü akamıyorlardı. Belki de o tür bir alışkanlıkları olmadığından. Ama anladı mavi saçlı kadın ve dünyanın en güzel gözlerini gözlerime dikip "istersen bana sarılıp ağlayabilirsin" dedi. Normalde itiraz etmeliydim, etmedim. Utanmalıydım en azından, utanmadım da. Sanki bana böyle bir şey söylemesini bekliyormuş gibi kafamı mavi saçlı kadının saçlarına gömüp içimi çeke çeke ağlamaya başladım. Saatle ölçülen zamana göre çok uzun sürmemiş olabilir, ama içimin saatine sorarsanız sonsuzluk kadar uzun bir süre ağladım. Hiç bitmesin istedim, çünkü ağlamayı kestiğimde sarılmayı da bırakacaktı bana. O yüzden o kısacık ana bütün ağlayamamışlıklarımı sığdırırcasına ağladım. Bütün hayal kırıklıklarımın, bütün çaresizliklerimin, bütün özlediklerimin bir parçasını akan gözyaşlarımla birlikte kadının mavi saçlarının arasına bıraktım. Ona sarılmadan önce çok üzgündüm, sarılmayı bıraktıktan sonra iyice katlanmıştı üzüntüm. Ama bu ikisi arasında geçen zamanda, galiba mutluydum. Evet evet hıçkırarak ağlayan mutlu bir adam olmuştum ben o an.. Mavi saçlı kadının fazla zamanı yoktu, galiba tahammülü de kalmamıştı. Ve en az benim kadar o da üzgündü. Elinden bir şey gelmiyordu çünkü. Gitmesi gerekiyordu, gitmesi, kendini dinlemesi, belki yalnız kalması gerekiyordu. Öyle de oldu. Gitti de. Giderken farkında olmadan mavi saçlarının arasına takılmış bir kaç damla yaşı da beraberinde götürdü. Yağmur yağmasın istedim arkasından bakarken, doğal yollarla kuruyana kadar kalsınlar saçlarının arasında.
Mavi saçlı kadın kıvırcık saçlı adamla karşılaştığında çok üzgündü. Çok incitmişlerdi onu, çok yaralıydı. Kıvırcık saçlı adam onu iyi edebileceğini zanneti. Ama oyuncaklardan, bazı hikayelerden ve yıpranmış iyi niyetlerden başka hiçbir şey yoktu elinde avucunda. Çok güçsüz bir adamdı kıvırcık saçlı adam ve çok örselenmişti mavi saçlı kadın. Oyuncaklar ve iyi niyet yetmedi mavi saçlı kadının yaralarını iyileştirmeye. Yapacak bir şey yoktu.. Kıvırcık saçlı adam umutla çırpındı, mavi saçlı kadın umutsuzlukla seyretti. Mavi saçlı kadının elinden hiçbir şey gelmiyordu, kıvırcık saçlı adam bunu anladı. Tabi dua etmekten ve işlerin tersine dönmesini dilemekten hiç vazgeçmedi, ama mavi saçlı kadına da engel olamadı. Kadın gitti..

Bugün, ömrümde ilk defa bir kadına sarılıp ağladım.ömrümde ilk defa bir kadına sarılıp, kafamı onun mavi saçlarına gömüp hüngür hüngür, sümüklerim aka aka ağladım. Nedeninin, niçininin hiç ama hiç önemi yok. Konuşulan, konuşulamayan, yaşanan, yaşanamayan, hayal edilen ya da edilemeyen bir sürü şeyin son durağıydı burnumu yasladığım siyahımsı mavi saçlar.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Tesirsiz Parçalar 49..

49.

Sırtını dönmüş bir kadından daha hüzünlü ne olabilir? Sırt çevirmek diye bir deyim var ya Türkçe'de, işte o "senden artık umudu kestim, ben yokum, kendi başınasın" demek değil mi? Yapmasan böyle. Yüzüme baksan. Yüz yüzeyken seninle, üstesinden gelemeyeceğim hiçbir şey olmaz benim. Gözlerinin her hali, başımın tacı. Onların hüznüne ortak olur, kızgınlığına boyun büker, buğusunda varlığımı eritirim. Ama sen sırtını dönünce, sen sırt çevirince bana, mıknatıssız bir pusulaya dönüyor ruhum. Saçlarının bittiği yer, umutsuzluğumun kıblesi..

Hatırlıyorsun değil mi? Seviştikten sonra bile tahammül edemezdim sırtını dönmene. Kızardın sen de bana, 'ne biçim erkeksin' derdin. Böyle şeyleri kadınlar mesele yaparmış, öyle söylerdin. Olsun derdim ben de, öyleyse öyle. Karanlıkta göremezken bile onları, gözlerimin içine içine bak isterdim hep. Göremezdim ama orada olduklarını, orada olduklarını ve baktıkları yerin benim gözlerimin içi olduğunu bilmek nasıl da mutlu uyuturdu beni. Sırtınla bir sorunum yoktu elbette. Nasıl olsun? Dünyanın en güzel kürek kemikleriyle küsülür mü hiç? Ama benimki de bir tür fedakarlıktı işte. Gözlerin gözlerimden hiç ayrılmasın diye, kalan bütün uzuvlarını taparcasına seyretmekten feragat ediyordum..

Yüz çevirmek.. Evet evet, şu an bana yaptığın tam olarak bu. İyi de neden? Ve nereye? Tam arkandayım, ama galiba sonsuz bir mesafe çoktan girdi aramıza. Saçların dağılmış. İzin ver onları bari toplayayım. Hiçbir şey söylemeyecek misin? Gözlerini sabitlediğin rutubet yeniği duvar, nasıl canımı yakıyor bir bilsen. Sırtın dönük. Sırt çevirdin bana. Yüz çevirdin benden. Gidiyorsun.. Önüne atsam kendimi, gözlerini sabitlediğin terkedilmiş fabrika kalıntısı duvarla arana girsem işe yarar mı? Biliyorum hiçbir işe yaramaz. Kararlısın. Gidiyorsun. Gidiyorsun ve bu ; gitmeden gözlerini sabitlediğin hilkat garibesi duvarla, kaderimin ayrılmamacasına kesişeceğinin habercisi..

5 Haziran 2011 Pazar

Tesirsiz Parçalar 47-48....

47.
4 yaşındaydım. Okumayı da biliyordum bir şekilde. Kolumu kırdım bi gün. Babam çıkıkçıya götürdü beni. Tabi ben bağırıyorum feryat figan. Babam kucağında taşıdı saatlerce. Babamın kucağını hala unutamıyorum, hiç o kadar ısınmamıştım. İçimden dedim ki keşke kolum hiç iyileşmese babam da beni hiç yere indirmese hep kucağında taşısa.. Neyse çıkıkçı kolumu alçıladı sonra dönüşte şimdiki Yimpaş'ın oralarda küçük bir kitapçıdan babam bana Pal Sokağı Çocukları'nı aldı. Banan alınan ilk kitaptı o. Bir insan hiçbir zaman hiçbir şeye bundan fazla sevinemez herhalde. Sevinçten ve kitabın kapağını sağlam olan sol elimle okşayıp durmaktan üç gün başlayamadım okumaya.. Sonra hep okudum ama hiçbir kitabı o kadar okumadım. Niye anlattım şimdi bunu? Bilmiyorum.

48.
Önce dibe vurmak lazım.. Sonra her şeyi yeniden yavaş yavaş inşa edersiniz. Ama dibe vurmadan olmaz. Çekebileceğiniz acıların sınırına gelip artık hiçbir şeyin canınızı yakmadığını farkedene kadar böyle gider bu. Eğlenmek, etrafa soytarılık etmekten başka bir şey değil çoğu kez bunu da çok iyi bilin. Hayıflanın ya da hayıflanmayın; anlatın ya da anlatmayın, içince ya da içmeden. Biliyorsunuz değil mi bunların hepsi detay?

Tesirsiz Parçalar 45-46..

45.

Uzansan, parmak uçlarınla dokunabileceğin biri gerçekte sonsuzluk kadar uzaksa sana, bu durumu kendine ya da başkasına nasıl anlatırsın? Hadi yine Edebiyata sığınalım. Bu durumla ilgili bir şeyler söyler Cortazar o efsane kitabının ortalarında bir yerlerde. 'İki insanın birbirlerine en uzak olduğu an, karşı karşıya oturmuş birbirlerinin gözlerine bakarlarken söyleyecek tek bir laf bile bulamadıkları andır.' Hiç tanışmayan iki insanın birbirlerine anlatacak bir sürü şeyi olabilir. Dostlar, arkadaşlar, aile fertleri, tanıdıklar.. Herkesin herkesle konuşacak bir şeyleri vardır mutlaka. Ama işte iki insan karşılıklı oturup birbirlerinin gözünün içine bakıyorlarsa ve hiçbir şey konuşmuyorlarsa, konuşulabilecek her şeyi tüketmişlerse.. O zaman rakı kadehleri peş peşe dolup boşalır. Hesap kabarır. Anlatamamanın acısını gölgesine sığındığımız ikindi rakısının şişesinden çıkarmaya çalışırız. Sonrası mutsuzluk işte, dibine kadar mutsuzluk..

46.

Joyce ve Proust epey yaklaşmıştı. Tabi Dostoyevski'de. Ama en büyükleri dahil hiçbir yazar sıradan insanların sıradan acı ve hayal kırıklıklarının derinliğine inebilmeyi beceremedi. Kelimelerle olmuyor galiba bu iş. Umutsuzca çalması beklenen telefonun bir türlü çalmaması ve bu çalmama hiçliği esnasında yaşanan iç sıkıntısı hangi kelimelerle anlatılabilir? Ya da 'o'nun ağzından çıkan ilgili ilgisiz bütün kelimeleri biriktirip kendi kendimize yarattığımız bir ümit imkansızlığın sert duvarlarına çarptığında, yaşadığımız trajedi nasıl dillendirilebilir? Oğuz Atay'ın dediği gibi.. "Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.."

Tesirsiz Parçalar 44..

44.

Söyleyeceğimiz çok şey var aslında. Ama üşeniyoruz. Ve çok sıkıldık. Önceleri müthiş bir hevesle acılarımızı paylaşacak insan ararken etrafımızda, şimdi kimseler soru sormasın istiyoruz. Sorduklarında ise yakınlık derecesine göre 'hayat' ya da 'siktiret' diye cevap verip susuyoruz. Söyleyecek şeyimiz olmadığından değil, söyleyecek çok şeyimiz var aslında ama bugüne kadar anlattıklarımız hiçbir işe yaramadığından konuşmak istemiyoruz. Duyarlılık istemiyoruz, şefkat, acıma, yardım v.s de umurumuzda değil. İstediğimiz tek şey sükunet. Durmadan 'neyin var?' diye sorular soran bir insandan daha kötü tek şey geliyor aklıma. Durmadan 'neyin var ?' diyen birden fazla insan.. İnsanların bize yapacakları en büyük iyilik çenelerini kapalı tutup aptalca sorular sormaktan vazgeçmeleri. Bize baktıklarında arkamızdaki duvarı gören insanlar istiyoruz çevremizde hepsi bu..

2 Haziran 2011 Perşembe

Mitolojik Şiir..

Ben senin tek zaferinim sakın aklından çıkarma
Peleponnes savaşlarını da Spartalılar kazanmıştı
Penelope Cruz fena kadın sayılmaz
Demek ki fenalık bir tür vitamin eksikliğidir
Ya da bunları boşver şimdi
Madam Cruie Oscar mı almıştı Nobel mi?

Bir bardak çayın sadece bir bardak çay demek olmadığı zamanlarda
Geçici heveslere kapılmıştım sana aşık olmak gibi
Sen artık mitolojiksin çay da ülserimi azdırıyor
İkiniz arasında bir bağlantı var sanki
Şimdi banyo terliklerimin uçlarındaki boşluktan
Dönüp geçmişe baktığımda
Bir türlü karar veremiyorum
Sen mi daha iyiydin Florance Nightingale'mi ?

29 Mayıs 2011 Pazar

CV..

Bir şey yapmadan önce durup düşünmeyi öğrenmedim. Aklıma ne gelirse yaptım, peşinden ne bok yedim lan ben dedim bu yaşıma kadar. Öfkemi kontrol edemiyorum. En büyük hobim etrafımdakileri kırıp dökmek. İnsan sevmiyorum ( bebekler hariç ) İnsanların toplu halde duyarlılık gösterdiği şeyler ( sokak çocukları, sokak köpekleri, sokak lambaları v.s) zerrece umurumda değil. Çoğu zaman çaktırmasam da canım hep sıkkındır. İleri derecede ukala olduğum da beni tanıyan herkesin ortak kanaatidir. Buna bir de patavatsızlığı eklemek gerekir. En son söylenmesi gereken şeyleri kafadan söyleyip konu her neyse rezil etmeye bayılırım. Kimsenin sevmediği yazarları sever kimsenin dinlemediği şarkıları dinlerim. En çok eğlendiğim zamanlar oyuncaklarımla oynadığım zamanlardır. Günde en az bir 'ciddi saçma sapanlık' yapmazsam rahat edemem. Herhangi bir şey olabilir bu, ama mutlaka en az bir tane ağır saçmalığım olur her gün. Yüzüm hep asıktır. Hatta ayna karşısına geçip farklı tekniklerle yüz asma denemeleri yapmışlığım bile vardır. Senede en az iki kere depresyona girerim. Elimden neredeyse hiçbir iş gelmez, el becerisi gerektiren akla gelebilecek her işte çuvallama şampiyonu olabilirim. Becerebildiğim hatta becerebilmek bir yana idare edebildiğim tek bir spor dalı bile yoktur ( Hatırlayabildiğim en büyük başarım: ilkokuldayken top sektirme yarışması gibi bir şey yapıyorduk dört arkadaş. Onbeş ya da onaltı kere sektirmiştim, hala zaman zaman o anı düşünüp hayaller kurup gülümserim.) İnsanları küstürerek koşarak etrafımdan uzaklaşmalarını sağlamak konusunda muazzam yetenekliyim. Bildiğim en zayıf iradeli insan ben olabilirim. Hemen hemen hergün sigarayı bırakmak konusunda sözler veririm kendime, ama uyku hariç maksimum iki saat ara vermişimdir. Üç yaşından beri düzenli olarak küfrederim. Elimden tesbihim hiç düşmez. Mutluluktan da hiç hazetmem, mutlu gibi olduğum zamanlar muhakkak üzülecek bir şeyler bulur, bulamazsam da hemen o an yaratırım. Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler birazcık düşünürsem eğer yüzlerce şey daha ilave edilebilir..

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Anti-emperyalist Aşk Şiiri..

Varlığında ben
Karayiplerde korsanım
kılıcımı sana balık tutmak için kullanıyorum
müsade et ellerimle besleyeyim seni
ellerim temiz
ellerim eve ekmek götüren işçi eli..

Varlığında ben
Hüseyin'in matarasıyım
Kerbela'nın sıcağına inat
son nefesinde içtiği buz gibi
son damla suyum..

Varlığında ben
emperyalizme direnen bir devrimciyim
bütün tersaneleri işgal edilse de yurdumun
iki kişilik bir sal yapıp kuytuda
okyanus okyanus dolaşıp
illegal bildiriler dağıtabilirim..

Varlığında ben
gıyabında sevmekten kurtulup seni
gözlerinin içine bakıp
Seni seviyorum diyebilirim..

27 Mayıs 2011 Cuma

Tesirsiz Parçalar 43..

43.

Babalarımız, öğretmenlerimiz ve sevgililerimiz istedikleri gibi olmamız için çekiştirip durdular bizi ve hepsinin istediği de başka türlü adamlar olduğu için gerçekte nasıl olmamız gerektiğini bir türlü anlayamadık. Onların projeleriydik sanki ve 'başarısız hayat projesi' olup çıktık sonunda. 'Kötü yaşanmış hayat garibesi..' Babalarımız kendileri gibi sert erkekler görmek istedi karşılarında, öğretmenlerimiz ise sertliklerimizi törpüleyip diğer koyunlara benzememizi sağlamak için ellerinden geleni yaptı. Onlar etraflarında uslu çocuklar görmek istiyorlardı ve uslu olmayanları zorla uslandırma yoluna gittiler. Kadınlar ise.. Her biri nasıl bir adam yarattıysa kafasında ona uydurmaya çalıştı bizi. Umutsuzca uğraştık aslında onların hayallerindeki adam olabilmek için, olmadı. Komik kopyalar olmaktan öteye geçemedik. İyi niyetliydik ama iyi niyet beceriksizliğimizi ortadan kaldıramıyordu. Bizden bir halt olmayacağını anladıklarında fazla oyalanmadan çekip gittiler. Galiba asıl sorun da bundan sonra başladı. Çünkü onlardan geriye yarım bir iyi niyet ve hayal kırıklığı enkazı kalıyordu her seferinde. Eski bizden kurtulup onların istediği biz olma yolunun tam ortasında bir başımıza kalıveriyorduk. Geri gidip eski kendimize dönemezdik. İleri doğru tek bir adım atmamız da imkansızdı artık. Gücümüz yoktu. Bir tür ruh arafında asılı kaldı içimiz. Birer bilinçsiz uydu misali bulunduğumuz yerde kıpırdamadan, yanımızdan geçecek ve mutlak bir itaatle yörüngesine gireceğimiz yeni gezegenler beklemekten başka seçeneğimiz de kalmamıştı. Daha çocukken köleliğe ve itaate koşullandırılan bizden, başka bir şey de beklenemezdi zaten..

26 Mayıs 2011 Perşembe

Tesirsiz Parçalar 42..

42.
Her insan bazen kendini çok özel hisseder, dünyanın odağındadır adeta, merkez odur. Her şeyin kendi etrafında döndüğünü, o olmadan hiçbir şeyin anlamlı olamayacağını falan zanneder.. Dünyanın hakimi olmuştur artık. Ve bunu insanlarla paylaşmak ister. Telefona uzanır, ama anlatabilecek kimsesi olmadığını görür. Dünyanın merkezidir o, ama bunu paylaşabileceği kimsesi yoktur.. Sonra ayakları yere basmaya başlar. Bulutlardan inmiştir artık. Yatağına kapanır. Büzülür, büzülür, büzülür.. Küçücük bir nokta haline gelene kadar yaklaştırır diz kapaklarını kafasına. Sonra biraz ağlar. Daha sonra da bunun ne kadar saçma olduğunu fark eder. Sonra konuşur. Kendi kendine konuşur boş boş.. Sonra.. Bundan sonrası yoktur. Hayatın tam da orasına takılıp kalır bazen insan..

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Tesirsiz Parçalar 41..

41.

Canımız çok sıkılıyor. Felaket sıkılıyor.. Eğlenirken, kitap okurken, günlük hayatın bokluklarıyla uğraşırken bir taraftan da sıkılmayı hiç ihmal etmiyoruz. Bizim kuşağın tanımlayıcı özelliği bu olsa gerek. Çok güzel canımız sıkılıyor. Biraz dağılacak gibi olduğunda sıkıntımız, kendimize imkansız aşklar yaratıp, bayılana kadar içip, etrafımızdaki her şeyi kırıp dökerek daha da arttırıyoruz.. Bizim en büyük sermayemiz, can sıkıntımız. Hayıflandığımız bir şey yok, geçip giden güzel günleri iç çekerek anımsadığımız da yok. Galiba güzel günler diye bir şey bile yok. Kaldırımların bir halt bildiği yok, hiçbir devirde muhteşem falan olamadık. Olmayan şeyleri anlatıp, olmayan eski kendimizle gururlanıp tanıdık masallarla soslayarak boktan hayatlarımızı, kendimizi ve başkalarını kandırmak konusunda çok marifetliyiz sadece hepsi bu..

22 Mayıs 2011 Pazar

Tesirsiz Parçalar 40..

40.

David Foster Wallace okuyunca yalnız olmadığımı anladım. Her ne kadar ilaçlarla üstesinden gelemediği süregelen depresyonun sonucunda intihar etmiş olsa da, büyük laflar edip gitmiş gittiği yere..
" Tamam, peki, evet, ama dur biraz tamam mı? Beni anlaman gerek. Tamam mı? Bak. Huysuz olduğumu biliyorum. Bazen biraz içe kapanık olduğumu da biliyorum. Benimle beraber olmanın kolay olmadığını biliyorum tamam mı? Tamam mı? Ama ne zaman huysuz olsam, içe kapanık olsam, benim seni terk ettiğimi ya da sepetlemeye hazırlandığımı düşünüyorsun. Dayanamıyorum buna. Sürekli korkman yoruyor beni. Hangi ruh hali içinde olursam olayım saklamam gerekliymiş gibi geliyor, çünkü sen hemen seninle ilgili olduğunu ve seni sepetleyip terk etmeye hazırlandığımı düşünüyorsun. Bana güvenmiyorsun. Güvenmiyorsun. Yaşadıklarımıza bakarak bana kayıtsız şartsız güvenmen gerektiğini falan söylemiyorum. Ama sen de hiç güvenmiyorsun bana. Ne yaparsam yapayım bana karşı güvenin sıfır. Değil mi? Seni terk etmeyeceğime söz veriyorum dedim ve sen de bu beraberliği uzun soluklu gördüğüme inandığını söyledin, ama inanmadın. Değil mi? Bunu olsun kabul et, edebilir misin? Bana güvenmiyorsun. Hep kaygan zemindeyim. Görmüyor musun? İkide bir sana güven vermekle uğraşamam ki."
Parmenides haklı galiba. Akış yok.. Hareket yok.. Değişim yok.. Dönüşüm yok.. Her şey tek ve bütün ve sabit ve sonsuz.. Diyalektiğin canı cehenneme. Hem Kadıköylü şairin dediği gibi.. "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?"

20 Mayıs 2011 Cuma

Tesirsiz Parçalar 39..

39.
Ben ona biriktirdiğim her şeyi sundum. Zamanı, kitaplardan süzdüklerimi, yazabildiğim ve yazabileceğim her şeyi. O ise günlük hayatın sıradan beklentilerine o kadar alıştırmıştı ki kendini, başka türlü bir sevme şekline ihtimal bile vermiyordu. Olmadı, olamazdı da. Benim yanımda uçmak için can atan bir kedi yavrusu gibi takıldı bir süre, uçabilmek için gereken arzu ve iyi niyete de sahipti aslında. Ama, kanatları yoktu..

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Gecikmiş Bir Anneler Günü İtirafı..

16 yaşındaydım. Babamı uğurlayana kadar da ne olup bittiğinin tam olarak farkında değildim. Okul ve yurt kaydı işlemleri bittikten sonra babamla valizlerimi odaya çıkarıp çıktık. Babam memlekete geri dönecek ben burada kalacaktım. O, otobüse bindikten sonra aklım başıma geldi. Artık gerçekten yapayalnızdım. Koskoca bir şehirde 16 yaşında tek başıma kalmıştım. O ana kadar aklıma gelmemişti ama otobüs hareket ettikten ve babamın görüntüsü silikleşmeye başladıktan sonra evimi ve annemi çok özlediğimi farkettim. Kardeşlerim ve babam da vardı tabi, ama ev demek olan annemi ve annem demek olan evimi başka türlü özlüyordum işte. Babamı geçirdikten sonra yurda döndüm. Tanımadığım bir sürü insanın arasında aptal serçeler gibi dolaştıktan sonra erkenden kendimi yatağa attım. Ve yanlış hatırlamıyorsam - ki böyle bir şey yanlış hatırlanmaz- sızana kadar da ağladım..
Ertesi sabah okula gittim, sonra akşam yurda döndüm. Sonra tekrar okul ve peşinden yurt.. Bir hafta boyunca başka hiçbir şey yapmadım, çarşıya bile çıkmadım. Aklımda haftayı bitirip eve gitmekten başka hiçbir şey yoktu. Kelimenin tam anlamıyla gün, hatta saat sayıyordum..
Otobüsten inip eve doğru yürümeye başladığımda yüzüm de gülmeye başlamıştı. Sabah ezanı okunuyordu bir taraftan, benimse feci halde ıslık çalasım vardı. Tuttum tabi kendimi ne olur ne olmaz..
Eve gelip kapıyı anahtarımla açtım ve olabildiğince gürültü yapmamaya çalıştım. Tahmin ettiğim gibi herkes uykudaydı. Parmak uçlarımda yürüyerek odama doğru yollandım ve ve kapıyı açıp yatağıma doğru yöneldiğimde birden durdum. Ben neredeydim? Yatağımda ( artık eski yatağım)Yasin yatıyordu. Ben evden ayrılınca odam onun olmuştu anlaşılan. Kitaplığım da ortalarda yoktu. Yatağımın üstünde beş yıldır gözümü açar açmaz baktığım ve güne muhteşem başlamamı sağlayan Beşiktaşın efsanevi 89-90 sezonu posteri de yoktu yerinde. Ondan kalan boşluğu saçma sapan bir duvar takvimi doldurmaya çalışmıştı. Nefesimi tutarak usulca çıktım odadan. Elimde bavulum bir süre kapının ağzında bekledikten sonra umutla küçük odaya doğru yöneldim. Belki dedim içimden, belki eşyalarımı oraya taşımışlardır. Şimdi düşünüyorum da ne kadar aptalca.. Oraya da Veysel yerleşmişti çoktan ve eşyalarımdan eser yoktu. O an anladım, benim eşyalarım yoktu artık. Artık benim evim değildi orası, ara sıra gelen ve geldiğinde misafir muamelesi görecek olan biri oluvermiştim bir hafta içinde..
Yorulmuştum. Salondaki çekyata iliştim. Oturmadım, iliştim, ucuna ve usulcana.. On dakikadır evin içinde dolaşmama rağmen kimseler uyanmamıştı. Oracıkta durumumu gözden geçirdim tekrar. Evet bitmişti. Benim evim değildi artık burası, tam olarak yabancı sayılmazdım doğru, ama artık bensiz bir düzen kurulmuştu bu evde. Geldiğim sessizlikle evden çıktım Otogara gidip ilk otobüse atladım ve aynı hafta ikinci kez ağlamaya başladım. İnene kadar kesintisiz ağladım diyebilirim. Ve bu esnada karar verdim. Madem onlar beni gözden çıkarmışlardı, ben de onları unutacaktım. Bu satırları okuyan birileri varsa ne kadar geri zekalı olduğumu düşünebilirler. Düşünsünler. Ama şunu da unutmasınlar, 16 yaşındaydım ve annemi çok seviyordum. O ise bir hafta içinde kalan evlatlarıyla bensiz bir düzen kuruvermişti..
Aylarca eve gitmedim. Cep telefonu da yoktu o zamanlar. Ayda bir kaç kez bir kaç dakika konuşmak dışında temas bile kurmadım evdekilerle. Aklım sıra intikam alıyordum. Üçüncü ayın sonunda babam geldi yurda. Konuştu, 'niye hiç gelmiyorsun eve' dedi. 'Niye böyle yapıyorsun, bak annen çok üzülüyor.' Yuvarlak laflarla geçiştirdim. İçimden oh olsun benzeri şeyler geçti. Üzülürse üzülsün bana ne.. Ben az mı üzülmüştüm? Gitmeyecektim işte oraya bir daha hem orası benim evim değildi ki artık..
Babam konuştu ben dinledim. Sonra birlikte yemek yedik ve ayrıldık. Ayrılırken babam ne kelimelerin sıralanışını ne de vurgusunu ölene kadar unutamayacağım o lafı edip otobüse bindi. ' Yapma böyle. Üzme anneni. Yakında bir kardeşin daha olacak !!!!!'
Mal gibi kaldım. Bir şey söylemek bir yana ne düşünüp ne hissedeceğimi bile bilemedim. 16 yaşındaydım ve bir kardeşim olacaktı. Küçük kardeş.. Biraz daha kassam benim çocuğum olabilecek yaşta bir kardeş.. Artık benim olmayan evde, artık annem diyemediğm annemin bir bebeği olacakmış..
Öfkem başka her hissi örttü. İyice bilendim anneme. Beni yüz üstü bırakmakla kalmamış bir de bebek yapmaya kalkmıştı. Neredeyse hiç konuşmadım onunla ve aylarca eve gitmemeyi sürdürdüm. Şimdi hiçbir anlamı olmayan bir sürü şeyle oyalanıp evi ve annemi aklıma getirmemek için uğraşıp durdum. Çok fena solcu oldum mesela, peşinden aşık oldum, boktan bir öğrenci oldum. Uzaklarda, eski evimde annemin gözlerinin hep yaşlı olduğunu biliyor ve bundan sinsi bir haz alıyordum. - Hayır hayır almıyordum, alıyormuş gibi yapıyordum, kendimi kandırıyordum.. Ben annemi çok özlüyordum..-
Saçma sapan ve her akşama benzeyen bir kış akşamı Yasin aradı. 'Ali' dedi 'Kardeşimiz oldu' ' Ne ' dedim 'kız' dedi. Gülşah koymuşlar adını. Başka şeyler de konuşmuş olmalıyız ama hiçbirini hatırlamıyorum. O konuşmayla ilgili aklımda kalan tek şey.. Bir kız bebek.. Gülşah..
Yaklaşık bir ay hergün kendimle kavga ettim. İçimden koşarak evet gitmek, bebeği koklamak, anneme sarılıp affet diye yalvarmak dışında bir şey geçmedi. Ama ergen gururu bir adım öndeydi hep. Tabi bir yere kadar..
Tesadüf işte. İlk sefer çıktığım saatte çıktım yola. Kimseye haber vermedim. Mola yerinde hediye alayım dedim. Ama bilemedim ki bir aylık bebeğe ne alınır? Oyuncak ayı aldım çaresiz ( hala durur o oyuncak ayı, ama hikayesini kimse bilmez) İndim ve yürümeye başladım. Ezan okunmuyordu bu kez ama benim hiç ıslık çalasım yoktu. Kapıyı açtım, çantamı ( valiz değil küçük bir çanta vardı bu kez yanımda ) kapının ağzına bıraktım. Dersimi almıştım tabi. Doğrudan salona yöneldim. Çekyata kendimi bırakmak üzereyken sesi duydum. Ses.. Ağlama değil, konuşma hiç değil. Dünyadaki hiçbir sese benzemeyen ve dünyadaki bütün seslerden daha güzel olan o ses.. Annemlerin odasından geliyordu. Sese doğru yürüdüm. Annemlerin yatağının yanında bir beşik vardı . Ve beşikte gözleri kocaman açık bir bebek. Annem ve babam uyuyordu. Normalde bir aylık bebekler o saatte uyanırlarsa eğer ağlarlardı. Ama o ağlamıyordu. Hatta gülüyordu bana kalırsa. Başında dikildim nefes bile almadan. Ne yapacağımı bilemedim. Sonra yavaşça uzanıp yatağından kaldırdım. Hala gülümsüyordu ve hiç sesini çıkarmadı. Göğsüme sıkıca bastırıp odadan çıkıp salona gittim. Çekyata oturup kucağıma yerleştirdim bebeği. Önce burnumu, sonra kulağımı okşadı gülerek. Çok ağladım yine, ama onu ürkütmemek için hiç çaktırmadım. 'Gülşah' diye fısıldadım kulağına. 'Gülşah, ben geldim. Abinn'
Uyuyakaldı bir süre sonra. Beşiğine bıraktım. Annem hala uyuyordu, öyle öpesim geldi ki onu, nasıl tuttum kendimi hala şaşarım..
Dönüp çekyata uzandım. Sızmışım. Uyandığımda üzerimde battaniye vardı. Doğruldum, annem ayak ucumda oturuyordu ve gözleri kıpkırmızıydı. 'Hoşgeldin' dedi. 'Hoşbuldum' dedim. Nasıl tuttuk birbirimizi bilmiyorum ama sarılmadık. ' Aç mısın?' dedi. ' Açım anne' dedim. Kahvaltı hazırladı bana. Hiçbir şey sormadı. Kızmadı, ağlamadı, sitem etmedi. Bunlardan herhangi birini yapsa vicdan azabım azalırdı belki. Yapmadı. Ama ben gördüm. Saçları bembeyazdı annemin. Annem, benim annem, dünyanın en güzel kadını olan annem iki görüşümün arasında benim yüzümden yaşlanmıştı. Kahırdan ölünmüyormuş o an anladım, öyle olsa oracıkta ölüverirdim.. Son yedi ay hiç yaşanmamış gibi davrandı annem bana, bu ne demektir hiçbiriniz anlayamazsınız..
Bugün Gülşah 16 yaşında...
O günden bu güne bir sürü saçma sapanlık yaptım elbet. Ama o sabah gözlerimi açtığımda kıpkırmızı olmuş gözlerini ve bembeyaz olmuş saçlarını hiç aklımdan çıkarmadım. Biliyorum, daha oracıkta affetmişti annem beni. Ama ben kendimi hiçbir zaman affetmedim..