Hayatım ülkeme ne kadar da benziyor.. Nazlıdır benim ülkem. Kısa ömrü hep hassas dönem edebiyatlarıyla geçmiştir. Kuruluş yılları; taşlar yerine oturmadı aman dikkat edelim, kırklar; bütün dünya savaşta aman dikkat, elliler; lan demokrasi bol geldi bu ibnelere hadi bakalım ordu cumhuriyeti korusun, altmışlar; bakın siz sağcısınız bunlar solcu hadi bakalım yiyin birbirinizi, yetmişler; devam devam hadi bakalım. Oo aleviler de varmış burada devam gençler devam hadi hep beraber saldırın birbirinize, seksenler; evet evet demokrasi neyine lan bunların hadi bakalım ordu tekrar göreve, doksanlar; terör.., ikibin; yahu laiklik elden gidiyor nerde lan bu ordu? İkibinon; herkesi tutuklayın .mına koyim…
Çocukluğum saçma sapan bunalımlarla geçti. Okuduğum kitapların yan etkisi olsa gerek. Yahu bir insanın sekiz yaşında hayatla ne problemi olur. Dostoyevski okursa olur işte. Oysa çık sokağa oyna tutan mı var? İlkokula gidiyorum ve bir yığın ontolojik sorun var kafamda, pehh..
İlk gençliğimde solcu oluverdim birden. Ama ne solcu. Üç lafımdan dördü emek, işçi sınıfı, artı değer, halkların kardeşliği v.s.. Bıraksalar solculuktan öleceğim. Öyle böyle solculuk değil. O kadar inandırmışım ki kendimi ‘güneşi zaptedeceğimiz günlerin yakın’ olduğuna. Sadece tesis ve alet edevat sorunu kalmış. Halkımız arkamızda zaten. Yeter ki devrimci kıvılcımı ateşleyelim biz..
Polisten yediğim ikinci veya üçüncü seri tokada bile mukavemet edemeyecek kadar zayıfmış benim şanlı solculuğum. Biraz devletten dayak biraz da babamdan fırça yiyince bıraktım..
Sonra aşık olmalara başladım. Bana birazcık ilgi gösteren her kadına aşık olduğum saçma ve kayıp birkaç yıldan sonra uzun süreli istikrarlı aşk deneyimlerim oldu. Hiçbirini sonuna kadar götüremedim, hayatımdaki hiçbir kadını adam akıllı mutlu etmeyi başaramadım, ama hepsinden çok şey öğrendim. Geriye dönüp baktığımda şöyle ağız dolusu küfürle andığım hiçbir eski sevgilim olmadı. Hiçbirini ben terk etmedim, gittiklerinde hepsinin arkasından mütemadiyen yas tuttum. Ama dediğim gibi, hiçbirinin anısına bilerek saygısızlık etmedim, en azından içimden hepsini iyi andım..
Bu yaza kadar her sene aralıkları değişen depresyon seansları tertipledim kendime. Bu günlerde de girmeyi düşünüyordum depresyona ama annemin en sevdiğim depresyon hırkamı eskidi bu artık diyerek yer bezi yapması sonucunda giremedim. Hırkanın hikayesi de şu. Uzun, yerlere kadar değen kalın mı kalın hardal rengi eski bir hırka. Pek matah bir şey değil tabi. Ama son on yıldır ne zaman kendimi çok kötü hissetsem o hırkaya bürünüp, birkaç hafta evden çıkmayıp, tv ya da bilgisayar açmayıp hatta kitap bile okumayıp aptal aptal tavanı seyrederek yani depresyonun dibine kadar vurarak kendi kendime saçmalıklar yaptım. Ve o saçmalıkların kilit oyuncusu da hırkamdı. Şimdi hırka gitti.. Ben de vazgeçtim depresyona girmekten sonra oturdum bu yazıyı yazdım.
Özet : Ülkem gibi ben de hep hassas dönemlerden geçiyorum. Ve bu hassas dönemler hiç bitmeyecek gibi görünüyor. Ve takdir edersiniz ki şu an itibariyle de ülke ve ben çok hassas bir dönemdeyiz :)
"Bunalım, her seferinde belli ediyordu gelmekte olduğunu, ve bende apayrı bir ıstırap yaratıyordu. Gönlümde düğümlenen bir şeydi bu ıstırap, bu kederli hal; kasırgadan az önceki havayı andırıyordu. O zaman gerçek dünya benden uzaklaşıyordu, pırıl pırıl bir dünyada yaşamaya başlıyordum, yeryüzü dünyasından ölçülemez uzaklıkta, başka bir alemdi bu." Sadık Hidayet, "Kör Baykuş"
YanıtlaSilbir tarihçi olarak ilk paragrafın müthişliğini takdir ediyorum.. dıger satırlara gelince; kişisel tarihinizi hoş bi tebessümle okudum, ellerinize sağlık :)
YanıtlaSildipnot: hırkadan kurtulmanıza sevındım :))
Demeyin öyle ya. Hırka gitmeseydi iyiydi..
YanıtlaSileski sevgilime yazmak istedim muhteşem satırlarınızı okurken...
YanıtlaSil