Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Mayıs 2014 Çarşamba

TEK GECEDE, BİR BANKTA YAVAŞ YAVAŞ DELİRMEK



Yavaşça kanepeden kalkıp halıya oturdu. Sonra yavaş yavaş konuşmaya başladı, peşinden de yavaş yavaş ağlamaya. Küfürler ve kontrolsüz el hareketleri birbirini takip etti. Yavaşça sarılmak istedim ona. Yavaşça itti beni. Yavaş bir sinir krizi geçirmeye başlamıştı. Her şey çok yavaşlamış, zaman durma noktasına gelmişti. O an, o geçmeyen korkunç an banyoya gidip kendimi öldürmek istedim. Yapamayacağımı anlayınca da onu öfkesiyle başbaşa bırakıp yavaşça doğruldum, yavaş yavaş kapıya doğru gittim, usulca kapıyı açıp, dışarı çıkıp, sertçe kapatarak kendimi sokağa attım.

İnsanlar ve araçlar hızla geçiyordu her iki yanımdan. Yan yana yürüyen çiftler, hızlıca birbirlerine bir şeyler anlatıp telaşla bir yere yetişmeye çalışır gibiydiler. Herkesin ve her şeyin işi vardı da sanki, bir ben yakalanıp kovaya atılmış aptal bir balık gibi panik ve umutsuzluk içinde sağa sola bakıp duruyordum. Geri dönmek istedim bir an. Cesaret edemedim. Yavaş adımlarla geçidin oraya kadar geldim...

Hızlı tren geçti sonra önümden. Son vagonu da kaybolunca gözden, adımlarımı sıklaştırdım. Daha da hızlandım sonra. Hızlandım hızlandım hızlandım ve koşmaya başladım. Kafayı yemiş bir Amok koşucusu gibi bir taraftan ağlıyor bir taraftan da şuursuzca koşuyordum. Cengiz Topel Caddesi boyunca, omuz attığım insanlara bir kez bile dönüp bakmadan koştum. Köprüden sağa dönüp Şair Fuzuli Caddesine, onun bitiminde sola kıvrılıp Atatürk Caddesine daldım. Stadyum civarına geldiğimde kesildi nefesim. Bankların yanındaki çimlere attıp kendimi kahkahalarla gülmeye başladım. Şehrin yarısına rezil olmuştum ama umurumda bile değildi. Bir taraftan körük gibi inip kalkan göğsümü elimle bastırmaya çalışıyor, diğer yandan da kahkahalarla gülüyordum...

Bir süre sonra etrafımdaki her şey ağırlaşmaya başladı. Araçlar, insanlar ve köpekler yavaşça ve amaçsızca hareket ediyor gibi oldular. O an, sanki benden başka hiç kimsenin işi yoktu. Geri dönmeliydim. Her ne yaşıyorsak beraber yaşamalı, neyin krizini geçiriyorsak beraber geçirmeli, o gece öleceksek eğer birbirimizi öldürmeliydik. Yapılacak tek doğru şey buydu ve bütün kainat benden bunu bekler gibiydi!

Tabi ben buna cesaret edemedim. Bütün korkaklar gibi! Karşıdaki tekel bayiine gidip beş kırmızı tuborg istedim. Saat on'u çoktan geçmişti. Yine de soru sormadan verdi biraları bayici. Nasıl görünüyorduysam artık o an?

Biraları içtikçe biraz sakinleşir gibi oldum. Alkol rehaveti! Onu, kendimi, zamanı falan düşünüp oyalandım bir süre. Cesaretim tamamen kırılmıştı. Mümkünü yok dönemezdim artık geri...

Bir ara başka her şeyden sıyrılıp zamanı düşünmeye başladım. Topu topu bir kaç saat içinde cinneti, deliliği, ağlamayı, gülmeyi, rezilliği, öfkeyi, çaresizliği ve şimdi aklıma gelmeyen bilumum duyguyu yaşamıştım. Ama o an, o bankta, elimde bira kutusuyla otururken, sanki az önce bunları yaşayan ben değilmişim de bir başkasıymış gibi, oturmuş olup biteni kronolojik sıraya dizmeye çalışıyordum... Komik buldum bir an. Gülmeye başladım yine. Bir önceki gibi değildi ama. Yavaş yavaş. Gülümser gibi. Ve biraz sesli...

İnsanlar ve araçlar iyice seyrelmiş, her şey her zamanki ritmine kavuşmuştu sanki. İyi miydim o an? Değildim. Kötü? Tam olarak öyle de değildim. Sanırım, tıpkı Saffet Semerci gibi ben de o gece, o bankta yavaş yavaş delirdim. O akşam şunu öğrendim. Biraz acı üzer, çok acı çok üzer, katlanılamayacak kadar büyük acı ise delirtir... Bazen tek gecede, bir bankta, yavaş yavaş delirtir...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder