Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Temmuz 2010 Salı

Unutulmanın zirvesindeydi artık. İyice emin olmuştu, dünyada onu düşünen, özellikle onu düşünen değil düşüncelerinin arasına onu da sıkıştırıveren hiç kimse kalmamıştı. Belki ara sıra annesinin falan aklına geliyordu ama o kadar işte, akla geliyordu ama bir süre sonra ocaktaki yemek onun akıldaki yerini alıveriyordu. Akşam ne yenileceği meselesinden daha önemli değildi ya kendisi. Belki eski sevgililerinden biri de zaman zaman onu istemsizce aklına getiriyor olabilirdi tabi. Ama bu da bilinçsizce yapılan bir karşılaştırmanın ötesine geçmiyordu muhtemelen. Yavaş yavaş flulaşan eski hayaletin yeni yaşantılarla bir şarkıda ya da bir kitapta, belki zamanında yolunuzun uğradığı bir barda kesişmesinden ibaret akla geldiği hızla kaybolan bir anı tortusu. Ya da artık kendisi tarafından unutulmuş bir alacaklı unutmadıysa onu zaman zaman küfretmek için çınlatıyordu kulaklarını. Hepsi o kadar işte. Ve bunların hiçbiri düşünülmek demek değildi.Yani onu düşünmeyi kısa süreli de olsa bir iş gibi algılayan ve bir süreliğine de olsa onu düşünmekten başka bir şey yapmayan hiç kimse kalmamıştı. Yok yok, unutulmak bile değildi bu. Olsa olsa hatırlan-a-mamak denebilirdi. Unutulmak sert ve keskin bir tavırdı belki ama kendi içinde bir ciddiyeti de vardı. En azından birilerinin bir zamanlar onu düşündüğünün göstergesi olurdu unutulmak. Çünkü unutmak için kızmak, çaba göstermek hatta bazı durumlarda unutmaya çalışmak gibi ciddiyet gerektiren davranışlarda bulunulması gerekirdi ve bunu yapan insanlar varsa eğer geçmişte bu en azından o zamanlar birilerince önemsendiğinin göstergesiydi. Oysa hatırlan-a-mamak unutulmaktan çok daha trajik bir durumdu. Kendi içinde bile bir hafifliği bir ciddiyetsizliği vardı hatırlan-a-mamanın. Yavaş yavaş oluveren, üzerinde hiç düşünülmeyen, fark etmeden masanızın üzerindeki toz tabakasının günden güne artması gibi onunla ilgili anların, anıların, düşüncelerin üzerini yeni yaşantılar, anlar, anılar tabakasının kaplaması ve bir gün hatırlanmaya değer bile bulunulmamak. Bunun sonucunda ortaya çıkan durum da düşünülmenin yerini, zaman zaman akla gelmenin alması oluyordu. Çünkü insanlar hatırlamadıkları şeyleri bazı çağrışımlar ortaya çıktığında hatırlayabilirlerdi. Bu bazen çok küçük bir eşya ya da basit bir söz bile olabilirdi.Biri başka birine bir şey söyler ve bu söz birinci şahısa onu anımsatır. Evet anımsanmaktır hatırlamayla ortaya çıkan kompozisyon. Ve ikisi de hiçbir değer ifade etmez. Çünkü o, onu anımsayan için bir değer olmaktan çoktan çıkmıştır. Şimşek hızıyla hatırlanır aynı hızla hatırlama anımsamaya dönüşür ve yine süratle yerini başka düşüncelere bırakır. Ne zaman akla geleceği belli olmayan milyarlarca düşünce ihtimalinden başka bir şey değildir artık o. Anımsanması bile diğerinin hafızasının insafına bırakılmış, çölde bir benzin istasyonu kadar acınası ve değersiz…
Çocukken de bir tuhaflık olduğu belliydi aslında. Ama bunun farkına varması oldukça zaman aldı. O zamanlar yaşadığı hayat rakibi değildi ve insanları yeterince tanımadığı için onlara güvenmekte de bir sakınca görmüyordu. Yaşadığı en büyük hayal kırıklığı ya futbol oynamayı beceremediği için hep kaleye sokmalarıydı onu ya da misket almak için babasının cebinden para aşırdığında yediği esaslı dayak. Aslında şüphelenmiyor değildi, zaman zaman kafasının karıştığı oluyordu ama dediğim gibi hayatın rakibi olduğunu bilmiyordu daha ve insanları yeterince tanımıyordu. Neden üç yıl boyunca Taso oynadığı Ozan’ı bir kere bile yenemediğini sorgulamadı mesela hiç. Daha kötü top oynayanlar varken neden hep kaleye kendisini geçirdiklerinin üzerinde de uzun uzadıya durmadı. Para toplayıp kola almak gerekiyordu bazen ve kendisinde hep bozuk para olurken bazı arkadaşlarında yıllarca hiç bozuk para olmadı ve o yıllarca bazı arkadaşlarında hiç bozuk para olmadığını düşünüp şu kanıya vardı. Bazı arkadaşların hiç bozuk paraları olmaz. Kandırmak denen bir şeyin varlığından çok geç haberdar olduğu için bu meseleleri kafasına hiç takmadan en mesafesiz tavırlarıyla sokulmaktan hiç usanmadı arkadaşlarına. Onların yanında yeni ayakkabılarını giymekten utandığı için evdekilerden gizli kirletmeye çalışacak kadar hassas, hiç suçu yokken ortasına düştüğü bir mahalle kavgasında, sağlı sollu yumruklar gelirken sağdan soldan, kimseye karşılık veremeyecek kadar da merhametliydi. Şimdi düşünüyorum da belki de onu bu incelikler bu hale getirdi. Çocuk hoyratlığı diye bir şey vardı sonuçta, keşke biraz olsun nasiplenebilseydi. Güçsüzdü bir taraftan da, zaman zaman tanık zaman zaman da muhatap olduğu çocuk hoyratlıklarına hiçbir zaman karşı koyamadı. Arkadaşları karınca yuvalarına mazot döküp ateşe verirlerken engel olamadı onlara mesela.Sonra mahallenin açlıktan derisi kemiğine yapışmış kedisinin kuyruğuna teneke bağlayıp sopalarla kovalarlarken peşlerine takıldı. Böyle yapmazsa onu dışlayacaklarından, aralarına almayacaklarından korkuyordu. Yalnızlığa tahammülsüzlüğü o zamanlardan miras kalmış olmalı. Onlarla beraber olabilmek pahasına içini acıtan her şeye ses çıkarmadan katlanıyordu. Tabiat ve eşya da o zamanlardan oyun oynamaya başlamıştı onunla. Mevsimine göre giyinmek diye bir şey vardı mesela ama o hiçbir zaman bunu becerememişti (hala da beceremiyor ya). Yağmur altında giydiği incecik penyeler ya da otuz derece de giydiği uzun kollu hırkalarla alay konusu olmaktan kurtulamıyordu. Neden en azından hırkayı çıkarmak aklına gelmiyordu ki. Belki de geliyordu da mahsustan böyle yapıyordu. Bilinç altı denilen bir şey vardı - tabi o zamanlar onun bundan haberi yoktu- ve o mekanizma ona böyle şeyler yaptırıyordu. Aykırı ol! Böyle yaparsan seninle ilgilenirler, herkes seninle konuşur. İlgisizliğe, bir kenarda unutulmaya tahammülsüzlüğü de o zamanlardan başlamış olmalı. -Hava sıcaksa hırka soğuksa ince penye giymelisin böylece istemediğin kadar ilgilenirler seninle-. Onunla alay etmelerini, yok saymalarına yeğliyordu belki de. Her şeyiyle o kadar sıradandı ki dikkat çekmek için fazla bir şansı olduğu da söylenemezdi haliyle. Ne sıra dışı fikirleriyle arkadaşlarını peşinden sürükleyecek lider ruha sahipti, ne ilgi çekecek kadar yakışıklıydı ne de arkadaşlarını gazoz ya da simitle bağlayacak kadar zengin. Herkesten kötü top oynuyor, herkesten yavaş koşuyor, kendisinden daha küçük çocukların tırmandığı ağaçlara tırmanamıyor, ve aklınıza gelebilecek her şeyden ölümüne korkuyordu. Oysa henüz hiçbir şey kaybetmemişti ama ileride kaybedecekleri içine doğmuş gibi anlamsızca tutunmaya çalışıyor, omurgasız bir hayvan gibi oradan oraya sürünerek ve kendisinde olmayan tüm bu çocuk becerikliliklerini görmezden gelerek aralarına karışmaya uğraşıyordu. Okul denen ucube hayatına girene kadar olanca saflığıyla sürdürdü bu çocukluk oyunlarını ve derken günün birinde babası elinden tutup onu oraya götürdü…
Okul ya da babasının tabiriyle mektep ilk derin hayal kırıklığıyla karşılaştığı yer olmuştu. Kendisine en az iki beden büyük gelen kapkara bir önlük ve önlüğün yukarıya doğru bittiği yerde başlayan bembeyaz yakalıkla hayatı boyunca büründüğü en komik kılıktaydı -ki hayatının boyu henüz beş seneydi-. Hala da tam anlayamadığı nedenlerden ötürü sınıftaki herkesten iki yıl kadar küçüktü. Zaman zaman bu durumu onlardan daha zeki olmasına yorsa da gerçeğin öyle olmadığını anlaması çok uzun sürmedi. Bir hafta geç başladığı için okula aslında ona bağlı pek çok şeye de geç kalmıştı. Sınıfta ilk gruplaşmalar oluşmuş, çocuklar arkadaş-yakın arkadaş tasnifini kafalarına göre yapmış ve o hem sınıfa en son gelen hem sınıfın en küçüğü hem de en komik kıyafetlisi olarak kaçınılmaz rolüyle yüz yüze gelmişti. Soytarılık!. Şiddetle reddettiği için bu rolü ilk günden kavga elzemdi. Daha öğretmenle bile karşılaşmadan kavgayla başladı okul ve o gün bu gündür okul denen mekanizmayı kavga ve kendini koruma güdüsüyle ve nefretle andı hep. Filmlerde de buna benzer şeyler olur. Sınıfa filmin kahramanının çocukluğu girer, herkes tuhaf ve yadırgayan bakışlarla çocuğu süzer ve kimse yanına oturmasını istemez. Boş gördüğü bir yere hamle yapmaya çalışır umutsuzca ama sıranın ters tarafında oturan çocuk hemen boşluğa doğru kayar ve mesajını verir. Seni istemiyorum ahbap, burası dolu! Birkaç sefer daha benzer girişimler olur. Ama filmle gerçek hayat arasındaki fark burada başlar işte. Mesela bu bir Amerikan filmiyse şöyle devam eder hikaye. Çocuk tam umudunu yitirmek üzereyken orta sıralardan sarı saçlı mavi gözlü sevimli bir kız çocuğu en sevecen ifadesiyle “hey” der “buraya oturabilirsin”. Çocuk için her şey güzel olmaya başlamıştır artık. Sınıfta olup biten tatsızlıkların geçici olduğunun da kanıtıdır bu. Kimse sorgulamaz da o kadar güzel ve sevimli ve merhametli olan kız neden yalnız oturuyordu diye. Çünkü herkes bilir küçük kız kahramanımızın çocukluğunu beklemektedir yanına kimse oturamaz o yüzden, senaryo öyle yazılmıştır. Ama onu bekleyen kimse yoktu, zaten sınıfta sarı saçlı mavi gözlü kız da yoktu ve aslında kızlarla erkekler o zamanlar yan yana oturmazlardı. Yine filmlerde çocuğu sınıfa okulun müdürü ya da öğretmen getirir, diğerleriyle tanıştırır ve toplu bir hoş geldin seansı düzenletirdi. Ama o yalnız girmişti sınıfa müdürü de öğretmeni de tanımıyordu ve ne o zaman ne de başka zaman ne müdürün ve öğretmenin ne de başka birinin umurunda olmayacaktı. Çaresizlikle bakınırken etrafa ilerde anlayacağı başka nedenler yüzünden diğerleri tarafından dışlanmış kavruk ve hep ağlayarak bakan en arkadaki çocuğun yanındaki boşluğu fark ederek o tarafa doğru yürümeye başladı. Ve birkaç çelme girişiminden ustalıkla kurtularak yanına ilişti. Türk filmi işte bu kadar olur, Amerika’da olsaydı sarı saçlı mavi gözlü ismi Mary ya da Clara falan olan o şeker kız bekleyecekti kendisini ama bizim senaristlerin hayal gücü o kadar gelişmediği için insanları ancak kendilerine benzeyenlerle eşleştiriyorlardı. Oturur oturmaz oradan buradan sataşmalar da gelmeye başladı. İçini o güne kadar hiç hissetmediği bir duygu kaplamıştı. Öfke-acıma karışımı bu his (diğerlerine duyduğu öfke ve kendisine duyduğu acıma) o andan sonra yakasını hiç bırakmayacaktı. Öğretmen denilen deniz anası sınıfa geldiğinde okulla ilgili notunu çoktan vermişti. Burası beş para etmezdi, akşam babasıyla konuşacak ve bir daha gelmeyecekti buraya.
Eve gider gitmez okulla ilgili kararını babasına anlattı ve daha lafı bitmeden öyle bir kahkaha geldi ki, ikinci kez tekrarlamanın bile yersiz olduğunu hemen anladı. Çaresiz gidilecekti o toplama kampı kopyası gri binaya hem de hafta içi her sabah. Ertesi gün yine aynı alaycı bakışlarla karşı karşıya geldiğinde çoktan kararını vermişti. Ne pahasına olursa olsun onlara kendisini ezdirmeyecek ve asla onlardan biri olmayacaktı. Ve birkaç diklenme girişimine öyle şiddetli karşılık verdi ki, sınıftaki diğer çocuklar bu tuhaf görünüşlü küçük çocuktan birer birer uzaklaşmaya başladılar. Ama okulda tek sorun sınıf arkadaşları değildi. Komik bir oyun oynanıyordu sabahtan öğlene kadar ve sanki onun dışında hiç kimse oyununun farkında değildi. Büyükleri sevmeli saymalı ant içme töreniyle başlayan şenlik öğretmenin yerli yersiz tepkileriyle her gün tekrarlanan bir traji-komediye dönüşmüştü. Dayısının marifetiyle okuma yazmayı okula gitmeden öğrendiği için sınıfta yapılan çizgi çizme, hep bir ağızdan harf ve kelime okuma seansları toplu bir cinnet töreni gibi geliyordu ona. Herkes herkese geri zekalı gibi davranıyordu. Öğretmen çocuklara, çocuklar öğretmene , çocuklar çocuklara ve muhtemelen öğretmenler diğer öğretmenlere. Ve tuhaftır bu durum karşısında git gide suskunlaşıp kendi kabuğuna çekilmesi öğretmenin onu geri zekalı zannetmesine yol açmıştı. Daha bir ay dolmadan okula çağırılan babaya bu kuşkudan bahsedildiğinde evde olup bitenler de ayrı bir trajedi oldu haliyle. Ne yapacağını şaşırmıştı. Beş yaşındaydı henüz ve kelimenin tam anlamıyla ne olduğunu o zamanlar kavrayamayacağı var oluşsal bir ikilemin ortasına düşmüştü. Sınıfta kimseyle konuşmuyor, kirden birkaç kere mutasyona uğramış sıraya kafasını gömüp öğlene kadar son zilin çalacağı anı bekliyor eve gider gitmez de bulabildiği herhangi bir kuytuya çekilip ertesi günün gelmesini bekliyordu. Bütün hayatı yapmak istemediği şeyleri yapma zamanının gelmesini beklemekle geçecekti sanki. Nefret etmek kelimesinin tam karşılığı o an onun hissettikleriydi. Okuldan nefret ediyordu. Ucube öğretmenlerinden, arkadaş denilen tek hücrelilerinden, kirden canlı organizmalara dönüşmüş sıralarından,beton yığını bahçesinden,iğrenç griliğinden ,küflenmiş duvarlarından, keskin amonyak kokan tuvaletlerinden. Hasta olup okula gitmediği zamanlar mutluluktan delirecek gibi oluyordu. Bütün gün yatakta yatıp hiçbir şey yapmamadan sonsuza kadar mutlu mesut yaşayabilirdi. Zaten çelimsiz olan vücudu iyice zayıf düşmeye, benzi hızla sararmaya başlamıştı. Evdekiler bile fark etmişti artık, ortada geçici bir uyum sorunundan daha ciddi şeyler vardı. Aslında durum öyle ümitsizdi ki ancak bir mucize işleri yoluna koyabilirdi. Ve o mucize hasta olup okula gitmediği günlerin birinde, babasının koltuğunun altında minik bir paketle değiştiriverdi bütün dünyasını.

5 yorum:

  1. İnsanlar onu nasıl kandırıyor farkında değildi, ya da işine öyle geliyordu, farkında değilmiş gibi davranmak daha kolaydı, böylesi canını daha az yakacaktı belki de, ikiyüzlülüklerini suratlarına bir tokat gibi çarpmak yerine susuyordu, sustukça kendi kabuğuna çekiliyordu, uzaklaşıyordu insanlardan, duvarlar örüyordu etrafına, gün gelip o duvarlar altında ezilmekten ölesiye korktuğu halde, onda mıydı peki suç? Tüm iyi niyetini suistimal eden, ona haksızlık yapan, onu tanımaya çalışmadan hakkında hüküm verenlerin kabahati hiç yok muydu gerçekten? Çocukken bir haksızlığa uğradığında oturup saatlerce ağlardı, şimdi alışmış mıydı onlar tarafından yaralanmaya, duvarlarından içeri girmesine izin verdikleri bile vakti gelince onu yaralamamış mıydı? Kimseye güvenmiyordu artık, hiç kimseye, yalnız değilim diyordu, tek başınayım sadece, oysa ölesiye korkardı yalnız olmaktan, kendini kandırmanın yolunu da bulmuştu, kendini gerçekleştirmiş insanın yakın birkaç dostu vardır, ikiyüzlülükle başa çıkamıyorsa yalnız kalacaktı, kendi kabuğunda yaşayacaktı o birkaç dostuyla duvarları altında ezilmeyi bekleyerek hem de...

    YanıtlaSil
  2. şimdi biz de deniz anası mıyız ? dehşet içindeyim .

    YanıtlaSil
  3. Ben de bi öğretmen olarak deniz anası oldum sanırım şuanda :)

    YanıtlaSil
  4. Paketin ichinde "Kuchuk Prens" vardi, degil mi ?

    YanıtlaSil