Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Haziran 2014 Cuma

Barlar sokağının henüz barlar sokağı olmadığı zamanlarda o sokaktaki bir apartmandaydı evim. Karşı çaprazımızda sokağın o zamanki tek barı olan 6.45, alt katımızda Leydi Bayan Kuaförü, onun yanında da Özdemir'in dövmeci dükkânı vardı. Leydi abinin de Özdemir'in de pek iş yapamamalarından ve benim de yazları ekseriyetle işsiz it gibi yapacak hiçbir şey bulamamamdan mütevellit akşam olmadan barda içmeye başlar, hava kararmaya yakın bir bardak daha mı içsek yoksa birbirimizin kafasına mı sıksak diye düşünür dururduk. Hayatımın hiçbir döneminde canımın o zamanlardaki kadar sıkıldığını hatırlamam…

O saçma sapan günlerin birinde, benim de Özdemir'in dükkânında olduğum bir öğleden sonra içeri otuz yaşlarına yakın bir adam girdi. Elinde tuttuğu buruşuk kâğıdı uzatıp dövme yaptırmak istediğini söyledi. Özdemir önce kâğıda sonra adamın suratına sonra tekrar kâğıda ve sonra da bana baktı. Merak edip elimi uzattım. Kâğıdı alıp baktım. Bir b.ka benzetemedim. Ben de adamın suratına baktım önce sonra kâğıdı Özdemir'e verdim. Sonra da dayanamayıp epeydir süren sessizliği bozdum.

"Abi bu ne?"

"Bunu yapacaksınız", dedi ve bir çırpıda tişörtünü sıyırıp yan dönerek eliyle böbreğinin üstündeki yumuşak bölgeyi gösterdi.

"Buraya yapacaksınız."

Özdemir şaşkınlığı üzerinden atamamış, "tamam yapalım .mına oyim da bu ne lan?" dercesine bakıyordu. İş başa düşmüştü yine. Kâğıtta görülen tek şey ceviz büyüklüğünde siyah bir lekeydi. Büyük, kenarları taşmış, içi dolu siyah bir yuvarlak. Neydi lan bu
Sordum tekrar;

"Abi, bu ne?"

"Doğum lekesi!"

Al işte. Zaten akıllı adamın bizle ne işi olur?

"Senin doğum leken mi abi?

Herifin surat düştü. Çenenin yayına .ıçayım Ali o nasıl soru lan? Adam şimdi tekme tokat dalacak bize! Neyse dalmadı Allahtan.

"Yok benim değil. Eski sevgilimin. Aynı yerde aynı şekilde bir doğum lekesi vardı onun. Aynısından yaptırmak istiyorum."

Herif konuşunca gaza geldim ben de,

"Abi madem çok seviyorsun kızı isminin dövmesini yapalım, kalp yapalım bir şey yapalım. Doğum lekesi dövmesi olur mu hiç?"

"Yok lan ne sevmesi. Onun .mına koyim ben. Üç sene beraberdik bu kaltakla. Köpek gibi âşıktım. Bir gün en yakın arkadaşımla yattığını duydum. Sıkıştırdım biraz itiraf etti. Bir kere de yapmamışlar üstelik defalarca yatmış kansızlar!"

Acıdım. Gözleri dolmuştu adamın…

"E .iktir et abi o zaman. Unutman lazımken ne diye kızın doğum lekesinin dövmesini karnına yaptırırsın?

Güldü...

"Kızı .iktir ettim abicim zaten. Mesele o değil. Mesele en güvendiğim, en sevdiğim insanın bile hiç ummadığım bir anda beni aldatabileceğini unutmak istememem. Kiminle olursam olayım, karım bile olsa yanımdaki, her çıplak kaldığımda bu .mına kodumun lekesine bakıp kendi kendime diyeceğim ki, unutma lan! Sakın unutma. Herkes herkesi her an aldatabilir. Herkes herkesi her an aldatıyor olabilir. En azından herkes herkesi bir ara muhakkak aldatır. Lekeye bak ve sakın unutma!"

​Tekrar göz göze geldik Özdemir'le.
"Biz de mi dövme yaptırsak lan?"

Tesirsiz Parçalar 288..

288.

En çok aldığım iki eleştiri (ki eleştiri ne lan, siz kimsiniz oğlum oturduğunuz yerden neyi eleştiriyorsunuz diyeceğim ama neyse şimdi gece gece kalp kırmayayım) neden bu kadar küfür ediyorsunuz ve neden bu kadar öfkelisiniz? Peki güzel kardeşim cevap vereyim madem. Sen niye küfretmiyorsun ve sen niye öfkeli değilsin? Gazeteyi açıyorum ve 13 yaşındaki çocuğa 2 sene boyunca tecavüz eden 20 tane adamın serbest bırakıldığını okuyorum. Ben şimdi bu orospu çocuklarına küfür etmeden, öfkelenmeden ne yazabilirim. Yazmayayım diyorum içim el vermiyor, yazıyorum küfür etti oluyorum. Söyleyin bana şimdi bu şerefsizleri başka hangi dille anlatabilirim. Evimin iki kilometre ötesinde 19 yaşında çocuk sopayla dövüle dövüle öldürülüyor. Ben o sokaktan her geçtiğimde nasıl öfkelenmem, nasıl küfür etmem? Allaha inanan allahtan, inanmayan kendi vicdanından korksun lan! Bu acıyı duyup, şahit olup öfkelenmeyen insanın vicdanının .mına koyim ben. Günde 20 lira yevmiye almak için Adıyaman'dan Adana'ya pamuk toplamaya gidilen traktörün römorkunda 30 kişinin can verdiği ülke oğlum burası; yavşak patronun üç kuruş fazla kazanmak için 300 küsür madenciyi diri diri yaktığı ülke, karısını kendisinden habersiz sokağa çıktı diye 46 altı yerinden bıçakla deşip öldüren adamla aynı havayı soluyor, aynı sokakta dolaşıyoruz. Siz niye öfkelenmiyorsunuz asıl ben buna şaşıyorum? Siz niye küfretmiyorsunuz?

25 Haziran 2014 Çarşamba

Tesirsiz Parçalar 287..

287.

İlk utandığı yeri nasıl unutur insan? Oturduğum park bankından tepeye kaldırıyorum kafamı bin tane yıldız görüyorum. Her birinin ayrı hikayesi var sanki. Bilim adamları bu yıldızların bazılarının çoktan sönmüş olabileceğini, sadece ışıklarının bize geç ulaştığını söylüyor, doktor sigarayı azaltmamı söylüyor, annem ara sıra uyumamı söylüyor. Herkes haklı anasını satayım herkes doğru söylüyor. Bir benim yanılan, bir boku bilmeyen. Çoktan sönmüş olabilecek yıldızlara isim koymaya çalışıyorum telaşla, sigarayı doktorla pazarlık konusu bile yapamıyorum, annemse belimi büküyor diyemiyorum bir şey. Ve kafamda aynı sikik soru gece boyunca... İnsan ilk utandığı yeri nasıl unutur? Bunun cevabını bulursam eğer sıra şu soruya gelecek. İnsan en son utandığı şeyden nasıl kurtulur?

24 Haziran 2014 Salı

AH MUHSİN ÜNLÜ ALPER ABİ VE BEN KİMSEM ARTIK

Ah Muhsin Ünlü süper bir insanmış
Bence Alper abi ondan daha süper bir insan
Bendense bi bok olmaz
İkisi de yolda Ebu Bekir'i görseler en azından selamlaşırlar
Ben bir araba fırça yerim
Kesin der ki bana, "oğlum manyak mısın sen niye bu kadar içiyorsun?"
Ah Muhsin Ünlü ara sıra yalan söylüyordur muhakkak
Alper abi söylemez diyor ama herkes ara sıra yalan söyler
Ben en çok anneme yalan söyledim hala durup durup söylüyorum
Annem beni döverken mesela gözleri kocaman oluyordu
Öyle zamanlarda bile durmadan yalan söylüyordum
Ah Muhsin Ünlü Azrail'i yolda görse selam verirmiş
Sanıyorum Ah Muhsin Ünlü yolda kimi görse selam verir
Ben yolda Azrail'i görsem derim ki "Anam babam niye bu kadar geciktin?"
Alper abiye anlatsam şimdi bunları eminim kıçıyla güler
O bana deli gibi gülerken ben ona "Abi" derim, "gülme bu hiç komik değil!"
Ah Muhsin Ünlü şanslıymış annesi ölürken o kocamanmış
Alper abi biraz şanssız annesi öldüğünde o küçükmüş
Bense hepten boku yedim annem hala yaşıyor
Annem yaşıyor ve yaşlanıyor biliyorum bir gün ölecek
Ben yaşıyorum ve her gün annemin bir gün öleceğini düşünüyorum
Annemin her gün tansiyonu çıkıyor beli ağrıyor saçları ağarıyor
Benim de saçlarım ağarıyor annem gözümün önünde yaşlanıyor
Dedim ya en şanssız benim kimse beni ipine takmaz
Annem çay getirdi az önce fazla uzaklaşmış olamaz
Ne tuhaf anneler çocukları üzüntüden ölürken bile
Çocukları üzüntüden ölürken bile çay getirmekten vazgeçmiyor ne tuhaf
Siz bir görseniz annemi ne demek istediğimi anlarsınız
Annem hepinize çay koyar öleceğine inanamazsınız

SAYIKLAMALAR

Peki! Anladım! Neyse!... Tek kelimelik cevaplar öldürecek beni. Hiç cevap vermemek daha iyi lan. Karşındaki susuyorsa bunun bir anlamının olduğunu, o an başka bir şey düşündüğünü ya da sadece susmak istediğini düşünebilirsin. Tek kelimelik cevaplar ise 'kapa çeneni, kes sesini' çağrışımı yapıyor nedense. Neyse...

Bu ülkenin insanları için çok üzülesim geliyor bazen. Fakat üç şey bütün üzüntümü silip atıyor ve ne bok yerlerse yesinler diyorum. Sokak düğünleri, asker uğurlama konvoyları ve orman mangalı organizasyonları... Üçünde de o kadar çabuk organize oluyorlar ve o kadar ritmik ve sistemli hareket ediyorlar ki, bu insanların herhangi bir şeyi yanlışlıkla yaptıklarına ihtimal vermek güç. O yüzden her ne geliyorsa başlarına bile isteye sebep oluyorlardır deyip gülüveriyorum...

Birini çok özlediğinde rakı içiyorsun. Rakı içtikçe daha çok özlüyorsun. Daha çok özledikçe daha çok içmek istiyorsun. İçtikçe daha da çok özlüyorsun. Al sana paradoks...

Meyhaneye doğru yürürken kuş ölüsü gördüm yerde. En az iki gün olmuştur öleli. Yandaki bayiden gazete alıp kuşun cesedini iyice sardım ve çöp konteynırına bıraktım. Tuhaf tuhaf baktı bana etraftakiler. Orada bir şey diyemedim şimdi diyeyim. Ne var .mına koyim ne bakıyonuz! İki gündür burada öyle yatıyor hayvan. Hiç mi birinizin aklına gelmedi kaldırıp kenara koymak. Ben alıp kenara koydum diye tuhaf mı oldum vicdansız puştlar!

21 Haziran 2014 Cumartesi

GİDELİM BURADAN


Gidelim buradan... Göğsünü sıkan, içini daraltan o laneti geride bırakıp gidelim. Burada yağmur bile güzel yağmıyor artık. Yağmuru güzel yağan bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan... Burası bizim değil. Nasıl başederiz bu kadar saçmalıkla? Her şeye sıfırdan başlanabilecek bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan... İlaçlarını yanına alma. Kitaplarımı almayayım ben de. Biraz da onlar çıldırtmıyor mu bizi? Havası ilaç, denizi kitap bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan... Bıktım tepemizde sallanan manasız sorulardan. Soru sorma artık bana. Soru sormayayım sana. Her türlü sorunun tedavülden kalktığı bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan. Burada insanlar kötü. Hep bir şeyler anlatmamızı bekliyorlar, hep bir şeyler anlatmamızı isteyecekler, bitmeyecek bu hiç bitmeyecek. Kimseye bir şey anlatmak zorunda kalmayacağımız bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan... Bak uyuyamıyorum yine. Senin de uykuların defolu, bölük pörçük. Huzur içinde uyuyabileceğimiz bir yerlere gidelim.

Gidelim buradan. Ya sen bana gel ya da ben geleyim sana. Sonra gidelim. Hadi...

Tesirsiz Parçalar 286..

286.

Beni anlamıyorlar Gölge. Sen de anlamıyorsun. Kimse anlamıyor. Böyle görünmeye, olduğum gibi görünmemeye mecburum. Çünkü ben olmadım. İçi Kan Ağlarken Gülümsemek Zorunda Olanlar Diyarının Olgunlaşmamış Düküyüm ben. Tek varis benim. Kardeşlerimi boğdurdum. Sorumluluklarım vardı, sorumluluklarımı yedim! Sululuk yapma mı? Çok ayıp Gölge, benim işim sululuk. Yoksa kurur gideriz bu kadar akıllının arasında. "Konuya dönün sayın düküm!" Konular öpsün seni Gölge, deliler yıkasın, şizofrenler sırtını kaşısın... Tamam tamam afedersin. Konuya dönelim Gölge. Düşüncelerim, kalbim, ruhum, organlarım, bedenim... Hepsi ayrı ayrı hareket etmek zorunda. Hepsine bağımsızlık verdim. Düküm lan ben istediğime veririm. Gülme piç. Türkçenin puştluğu işte bağımsızlık veririm demek istedim elbet. Canımı sıkma seni de solucan gölgesi ilan ederim sürüm sürüm sürünürsünüz sümküremiyesice sülükler süzü. Pardon sizi. Evet evet konuya dönelim. Ayrı ayrı hareket etmek zorunda hepsi. Ancak bu şekilde birinin hareketini (ne var düşünceler hareket edemez mi?) diğeriyle inkar edebilirim. Edebilmeliyim... Düşüncelerimi ağzım reddetmeli, kalbime aklım itiraz etmeli, ellerimi diz kapağım uyarmalı... Eğer hepsi birbiriyle uyumlu hareket ederse olmaz. O zaman akıllı biri gibi görünürüm. Hatta belki akıllı biri olurum. Olmaz! Ben zeki fakat akılsız bir adamım Gölge. Böyle öğrettiler bana. Böyle yaşattılar. Bu saatten sonra akıl ikimize de yük. Anladın mı Gölge? Temel felsefem "ya göründüğün gibi olma ya olmadığın gibi görün!" Beni anladın mı? Anladın mı Gölge? Ne? Anlamadın mı? Aferin Gölge aferin. Aferin...

KELİMELERİN BAZI ANLAMLARA GELMEDİĞİNE DAİR

Tarif edememek... Anlatamamak...

Önce söz vardı yazar İncil'in girişinde. Sözden önce de yazı vardı der Derrida. Sözün sınırının anlatamamak olduğunu söylemek ister sanki. Tabi ne demek istediği tam olarak anlaşılamaz çünkü yazmadan önce söylemiştir. Oysa söz ne kadar da eksik... Yazı biraz kurtarır durumu. Bir yere kadar ama...

Sevdiğinin gözlerinin içine, "seni seviyorum, sen benim ışığımsın, ellerimi sakın bırakma" bakışıyla bakan bir adam düşünün mesela. O bakışı tam olarak hangi sözcüklerle anlatabilirsiniz? Alın işte yukarda yazdım. Bir daha okuyun. Okuduklarınız milyonla çarpılsa bile o bakıştaki teslimiyetin ve masumiyetin yanına yaklaşamaz. Ya da, "merak etme hepsinin üstesinden geliriz" saç okşaması; "Ayının teki de olsam seni çok seviyorum" yüz dökülmesi; "İyi ama bu kadarı da fazla, sen de laflarına biraz dikkat et" kaş çatışı; "Farkındayım, pişmanım ve çok üzülüyorum" ses titremesi... Bunların hangisini hangi söz eksiksiz anlatabilir?

İletişebilmek adına kelimeleri icad eden atalarımızın gözü kör olsun! Ellerin, gözlerin ve harflerle kirlenmemiş sesin görkemine bıraksalardı keşke kaderimizi. Belki bir medeniyet geliştiremezdik ama anlatamamanın ezikliğiyle kendimizi parçalayıp ruhsal buhranlar da yaşamazdık...

SADECE BABALARA ANLATILABİLECEK BAZI ŞEYLER


"Babaları eve gel-e-meyen çocuklara"

Benim babam işçiydi. Şeker Fabrikasında çalıştı otuz yıl. Öyle tehlikeli bir iş yaptığı söylenemezdi. Fabrikanın Ziraat kısmının park-bahçe bölümünde çiçekle böcekle falan ilgilenirdi. Sabah sekizde işe gider beş buçukta da işten çıkardı. Ve ben neredeyse çocukluğumun her beş buçuğuyla altısı arasını havanın durumuna göre bahçede, eşikte ya da cama tüneyerek geçirirdim. Bir keresinde babamın işten çıkacağı saate yakın bir telefon geldi. İş kazası geçirmiş. Bakımını yaptığı çim biçme makinesine elini kaptırmış. Ambulansla hastaneye götürmüşler. Ona bir şey olacak diye öyle korktum ki, nerede ne zaman babasına bir şey olduğunu düşünen bir çocuk görsem onun acısını bütün kalbimle hissederim hala. Allahtan çok ciddi değilmiş durumu. Bir kaç dikiş ve bir hafta raporla döndü eve...

O zamanlar kahve alışkanlığı vardı babamın. Annemin deyişiyle "kumara" giderdi bazı akşamlar iş çıkışı. Kumar denilen şeyin çayına kahvesine çevirilen okey olduğunu yıllar sonra anladım. Ama anneme şimdi bile sorsanız, babamın o zamanlar kumar oynadığını söylemeye devam eder...

Saat altıyı geçtiyse ve babam gelmediyse eve yüzüm düşer, boynum bükülür, eve geçip, sessizce çekyatın köşesine ilişip hiç konuşmadan, başımı dizlerimin arasına çekip beklemeye başlardım. Annem hep evdeydi. Kardeşlerim de vardı. Ama ben beklerdim babamı. Çünkü babam başkaydı. Bazı şeyler olurdu hep ve onları sadece babama anlatabilirdim. (Bütün erkek evlatlar bilir, bazı şeyler sadece babalara anlatılır...)

Oyundan kalkamayıp eve gece yarısına doğru geldiği zamanlar olurdu. Öyle zamanlarda hayvan gibi uykum da gelse uyumaz, inatla babamı beklerdim tünediğim pencerenin kenarında. Evin köşesinde belirdiğinde de, sanki ben bütün akşam onu beklememişim gibi ya da o perdenin oynamasından benim beklediğimi anlamazmış gibi koşarak yatağıma gider, gözlerimi sımsıkı yumar ve uyuyormuş gibi yapardım. Bir tür küslük oyunu oynardım kendimce. Bugün bile çözebilmiş değilim o psikolojiyi. Bütün akşam gelmesini beklediğim babam eve girdiğinde niye uyuduğumu zannetsin isterdim, bilemiyorum. Ama bir şeyi çok iyi bilirdim. Babam eve girer, annem ona bağırır, o genelde sesini çıkarmaz, ben kulaklarımı ve gözlerimi sımsıkı kapatıp annemin yorulmasını, bağırışlarının ve ağlamalarının bitmesini, öfkeyle yatak odasına gidip kapıyı da çarparak kapatmasını beklerdim. Çünkü öyle zamanlarda babam usulca yanıma sokulur, uyuduğumu düşündüğü için parmaklarının ucuyla saçlarımı okşar, "güzel oğlum benim" diye fısıldayıp ufak ufak kendine yer açar ve benimle uyurdu. Ben de uyanık olduğumu çaktırmamaya çalışarak onun ter, sigara ve çiçek karışımı, hala unutamadığım, dünyanın en eşsiz kokusunu, 'babam kokusunu' içime çeker, çeker, çeker, dünyanın en güzel uykusuna yatardım...

Mutlulukla mutsuzluğun çok da fark etmediği anlar vardır. Çünkü bazen eve gelen babalar bir takım mutsuzlukların nedeni ya da sonucu olabilirler. Ama ne olursa olsun bir çocuk için dünyanın en güven veren ve kendini en güçlü hissettiren hissi babanın bir şekilde eve gelmesidir. Babaları eve gel-e-meyen tüm oğullar ne demek istediğimi çok iyi bilir!

Tesirsiz Parçalar 285..

285.

"Ah Beni Vursalar Bir Kuş Yerine!"

Yataktan çıkıp çıkmama çelişkisi. Kahvaltı telaşı. Hava nasıl acaba merakı. Duş mu alsam? Koltuk altı koklamacası... Bugün idare ederim. Ne çok kuş ötüyor burda, mahalle değil Manyas kuş cenneti mübarek. Kuşlar karnımı acıktırıyor. Düşünceler midemi bulandırıyor. Kuşlar sussa, aklım sussa ben de herkes gibi uyusam. Kuşlar susmuyor, aklım karışıyor. Kuş mu vurup yesem? Arkasından ağlayıp. Hem ağlayıp hem;

"Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ah! beni vursalar bir kuş yerine..."

Nerden geldi bu şiir aklıma. Şiir düşüncelerimi bölüyor. Bu iyi. Bu iyi... Ah beni vursalar bir kuş yerine...

HÜSEYN'İN ANNESİNE ANNE DEMEK İSTİYORUM

-Artık her yer Kerbela

Yendim sanırım ölümü/biteviye gülüyorum
Önüne güneşi almış/ağaç gibi gülüyorum
Şah Kerbela'da yalnız/yardımına gidiyorum
Kumlardaki masumlara/içme suyu götürüyorum
Buralarda herkes zalim/Hasan avı bitmiyor
Önüm arkam sağım solum/komple Yezid görüyorum
Ah Ali elimi tutsa/Radıyallahu Anh, mübarek
Sakin ol dese bana/kocaman gülümseyerek
Şah ki camide kendini/kılıçlayan şerefsize
Kızmamış gülümsemiş/demiş alın bunu doyurun
İyileşirsem yargılarım/iyileşmezsem yargılayın
Ama eziyet etmeyin/neyse hak çiğnemeyin
Katiline şefkatli Şah/bana da acır elbet
Ali'nin yolu üstünde/toprak olmak istiyorum
Hüseyn'in annesine anne demek istiyorum..

9 Haziran 2014 Pazartesi

AL

Kabiliyetsizin tekiyim
İsmimin baş harfleri
Beni sana sunar
Sen bilirsin
İster al
İster
Sus

Yanında olmak isterim
Olmaz dersen anlarım
Deneyelim dersen
Yaz iki satır
Neredeysem çıkıp gelirim

Yanlış kurulmuş bir cümleyim
Yanında olmak isterim
Olmaz dersen, normal
Olur dersen gelirim
İmlayı grameri
Yola çıkınca hallederim

OROSPU ÇOCUĞU JERRY!



Sakin ve huzurlu uyanmıştı adam. En az dört beş saat kesintisiz uyumuştu ve son zamanlarda neredeyse hiç uyuyamadığı düşünüldüğünde bu durum bedeni ve aklı için ciddi bir iyileşme belirtisiydi...

Uyanır uyanmaz sağ elini sol tarafına götürdü. Epeydir sol göğüs kafesinin altında tuhaf kıpırtılar oluyordu (ya da ona öyle geliyordu) ve bu durum onda bir tür tik ortaya çıkarmıştı. Eli yine sol tarafına gitti. Her şey normaldi. Biraz oyalanıp yukarı çıktı. Üst katta kahvaltı sofrası hazırdı. Normalde o saatlerde hiçbir şey istemezdi canı kahve ve sigara dışında. Ama o sabah hemen sofraya kurulup ekmek zeytin peynir triosuyla onbeş dakika sevişti. Tekrar aşağıya indi sonra. Bir sigara yaktı, beraberinde getirdiği çayla beraber içti. Bilgisayarı açtı. Bir süre boş boş ekrana bakıp kapattı. İyiydi. Uzun zaman sonra her şey normal gibiydi...

Bunları düşünüp biraz gülümsedi. Sonra tekrar yatağa geçti. İyiydi. İyileşiyordu. Geçiyordu. Belki de tamamen iyileşmişti. Kumandayı aldı eline. Yatağın tam karşısındaki televizyonu açtı. Salak sabah programlarını zapladı biraz. Sonra bir çizgi filme takıldı. Tom Ve Jerry...

Az önce bulduğu gülümsemeyi tekrar takınıp izlemeye başladı. Jerry ufak yaramazlıklar yapıyor, Tom da onu yakalamak için beceriksiz hamlelere girişip, komik durumlara düşüyordu. Bir süre sonra bokunu çıkarmaya başladı Jerry. Tom, Jerry'i yakalayamayacağını anlamış ve pes etmişti çoktan. Şerefsiz fare rahat dursa Tom ona dönüp bakmayacaktı bile. Ama Jerry ipnesi durmak bilmiyor, şımardıkça şımarıyor, Tom'u taciz edip zavallı hallere düşürüyordu. Önce üzerine benzin döküp bütün tüylerini yaktı, sonra evin balkonundan betona çakılmasına neden oldu. Peşinden hileyle dinamit lokumu yutturup fitili ateşledi. Parçaları duvarlara yapıştı Tom'un...

Adamın sol tarafı tekrar hareketlenmeye başladı. Gözlerinden akan yaşları fark ettiğinde tişörtünün çene altı kısmı hayli ıslanmıştı. "Keşke ölse Tom" dedi. Fakat allah kahretsin ki kedilerin gerçek hayatta dokuz, çizgi filmlerde ise sonsuz canı vardı. Bir türlü ölemiyordu Tom. Jerry de iyice pervasızlaşmış, akla gelmez işkencelere devam ediyordu...

Daha fazla dayanamadı. Televizyonu kapatıp kumandayı fırlattı. "Amına kodumun faresi!" diye bağırmaya başladı. Hem bağırıyor hem ağlıyordu. "Amına kodumun faresi!!!"

Sesleri duyan annesi telaşla aşağı indi. Cenin pozisyonunda, titreyerek ve ağlayarak "amına kodumun faresi" diye bağırırken buldu onu. Yatağın kenarına oturup, "Tamam oğlum, geçti" dedi. "Geçti tamam." Oğlunun başını okşadı usul usul. Önce bağırmayı, sonra ağlamayı, en sonunda da titremeyi kesti adam. Annesinin eli saçında, yarı bilinçli ve biçimsiz bir tavşan uykusuna sızdı...

Babası geldi sonra. Babasının sesini duydu. Babası annesine, "yine mi başladı?" dedi, titreyen sesiyle. "Yok" dedi annesi, "Fare girmiş odaya, ondan korkup bağırmış. İyileşti benim oğlum. Yok bir şeyi!"

"Anne!! Anne yağmur başladı bak. Çekme hiç e mi ellerini saçlarımdan..."

Tesirsiz Parçalar 283-284

283.
"Bana bu deli gömleğini kitaplar giydirdi usta. Kitapları ciddiye almaktan, kitaplarda çekilen acıları gerçek zannetmekten, kitaplardaki kahramanların yaşadıklarına kendi yaşantılarımmış gibi muamele etmekten kafayı yedim! "

"Neden? Çok mu yalnızdın? Herkes kitap okur, etkilenir. Sonra kitabı kenara koyup spora gider, televizyonu açar, sevgilisiyle buluşur... Ne bileyim yapar işte bir şeyler. Sen niye hapsettin kendini kağıt duvarların arasına?"


"Ben bir şey yapmadım. Yani bunun için özellikle bir şey yapmadım. Okuduğum ilk kitaptan beri bu böyle oldu hep. Yani kendimi birdenbire böyle buldum. Bak mesela bu cümleler bile tam olarak benim değil. Kahramanı kitap okumaktan kafayı yemiş bir romandan aldım çoğunu!"

" Niye ağlıyorsun peki?"

" Çünkü kaybolduğumu hissediyorum. Perec'in kitabında kaybolan e harfi gibiyim. Üstelik bu gerçek mi ondan bile emin değilim. Kayboldum mu gerçekten yoksa kaybolan bir kitap karakterinin acısını mı yaşıyorum? Bunu bile bilmiyorum..."



284.
Şiirimizin en zarif abisi; ergenliğimde ne yapmak istediğini anlamaya çalışarak, ilk gençliğimin solculuğunda 'öteki mahalleden' olduğu için gizli gizli ve hayıflanarak, sonra sonra satırlarındaki acıyı ve masumiyeti bütün yüreğimde hissederek okuduğum, her yol ayrımımda bana öğütler verip elimi tutan Cahit Zarifoğlu'nun ölüm yıldönümü bugün. "Seçkin bir kimse değilim/İsmimin baş harfleri acz tutuyor" diyecek kadar mütevazi olan bu güzeller güzeli abimin ölümüne yakın son sözleri; " Kırlarda çiçekler artık bensiz açacak!" Ruhun şad, mekanın cennet olsun sakalları gözlerinden kara derviş yürekli abim...

Seçkin bir kimse değilim
ismimin baş harfleri acz tutuyor

Bağışlamanı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri

Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat boş geçti
Geri kalan korkulu
Her adımım dolu olsa
İşe yaramaz katında
Biliyorum
Bağışlanmamı diliyorum

A. Cahit Zarifoğlu

DAĞILIN!


Bittiği sanılan yerde başlayan hikayeler vardır. El sıkışıp ayrılınan yerde öyle bir deprem olur ki bazen, fark edebilen herkesin kalbini ve ruhunu sarsar. Ve ne acıdır ki, bunu oracıkta kalakalan, gidenin arkasından bakıp ağlamak ya da bir bira daha söylemek dışında hiçbir seçeneği olmayan o zavallı mağrur mağluptan başka kimse bilmez...

Bana bitti denilen şeyin bitti denilen yerde bitti denir denmez nasıl bitebildiğini anlatabilecek biri varsa söz ilk biralar benden. Saatlerce ağladıktan sonra makyajını tazeleyip alışverişe gidebilmenin aslında ne kadar normal olduğunu anlatabilirse biri bana, öldükten sonra ona organlarımı bağışlayabilirim. Birileri bana, bütün hafıza kuramlarına meydan okurcasına "unutmak istersem unuturum" diyebilmenin, üstelik söylemekle kalmayıp bunu yapabilmenin nasıl olduğunu gösterirse her sabah ekmeğini alıp evine kadar götürürüm yeminle. Balık tutmayı öğretmeyin bana, balık da vermeyin. Becerebiliyorsanız balık olmayı öğretin... N'oldu? Yemedi dimi?

Haydi dağılalım, çünkü kimse kimsenin umurunda değil!
Haydi dağılalım, çünkü birlikteyken çok komik görünüyoruz!
Haydi dağılalım, çünkü bu kadar bokluğa ancak yalnızken tahammül edilebilir!
Haydi dağılalım, çünkü biz birbirimizi acıdan öldürürüz!
Haydi dağılalım, çünkü "cehennem başkalarıdır!"

2 Haziran 2014 Pazartesi

BAĞIRMAYIN LAN BANA!



Herkesin birbirine bağırdığı bir evde büyüdüm ben. Tabi kavgadan dövüşten dolayı bağırılmıyordu her zaman. (Sıkça kavga oluyordu gerçi, ama o ayrı.) Hayli kalabalık olduğumuz için derdimizi anlatabilmek, sesimizin ne kadar yüksek çıktığına bağlı olurdu genelde. Her türden sesin yükseğine duyduğum nefret ta o zamanlar başladı anlayacağınız. O günlerde en büyük hayalim, tıpkı Wirginia Wolff gibi "Kendime Ait Bir Oda" idi. Ama maalesef evde yedi kişiydik ve toplam iki odamız vardı...

Öğrenciliğimin üçüncü senesi pavyonda çalışmaya başladım. Yaşım onsekizin altındaydı üstelik. Çamlık Gazinosunun (civarında tek bir ağaç bile olmayan mekana çamlık adını vermek hangi manyağın fantazisiydi acaba?) vestiyerinde müşterilerin kabanlarını alıp, duvardaki numaralı askılara asıp, ellerine plastik numaralar veriyordum. Onlar da keyifleri yerindeyse bana bahşiş veriyorlardı. Fena da kazanmıyordum düşününce. Şimdiki maaşıma yakın bir para geçiyordu elime neredeyse. Neyse... Konu o değil. Konu şu. Amına koduğumun pavyonununun her santimetrekaresi korkunç gürültülüydü. Herkes herkesle bağırarak konuşuyordu. Yaşım hayli küçük olduğu için oradaki ablaların hemen hepsi çocuğu yerine koyar öyle severdi beni. Sosyoloji okuduğum için de lakap takmışlardı bir de. Sosyolog... İşlerin çok yoğun olmadığı zamanlar içerde bunalan bazı ablalar yanıma gelir, benimle konuşurlardı. Tabi bağırarak. Ben o pavyonda, adını hatırlayamadığım bir ablanın kulağıma bağıra bağıra; yedi yaşından onbeş yaşına kadar babasının ve iki abisinin her gece kendisine tecavüz ettiğini, kimselere bu durumu anlatamadığını, üstelik annesinin de bu durumu bildiğini ama korkusundan hiç sesini çıkaramadığını, Onbeş yaşında nüfus kağıdı ve tek bilet parasıyla evden kaçtığını, otogarda tanıştığı bir herifle Adana'ya gittiğini, ilk bir kaç ay çok iyi davranan ve nikah sözü veren adamın üçüncü aydan itibaren kendisini her gece babası yaşında adamlara sattığını, sonra da sıkılıp tapusuyla beraber pavyona şutladığını, Otuz yıldır her gece kendini öldürmeyi düşündüğünü ama Allah'a inandığı ve ondan çok korktuğu için bunu yapamadığını dinledim. Başka bir akşam Selen abla memesini gösterdi bana o siktiğimin pavyonunda. Ucunun mor kısmının tamamını eski kocasının kestiğini anlattı bana. Bağıra bağıra... Öyle şeyler duydum ki ben o pavyonda, hani benim pek normal olmadığımı söylüyorsunuz ya bazen, o yolunu siktiğimin pavyonunda bir ay çalışsaydınız da görseydiniz ebenizin damını demek istiyorum size... Neyse... Yağlı bir müşterinin kabanının cebini karıştırdığım bahanesiyle kovdu beni patron olacak pezevenk de, aklımın bir kısmını olsun korumayı başarabildim...

Öğretmenliğimin ikinci senesi kendi öğretmenlerini askere gönderen bir okulun felsefe derslerine girdim geçici görevlendirmeyle. Sıradan bir kenar mahalle lisesiydi. Bir çocuk dikkatimi çekti daha ikinci derste. Arkadaşlarıyla da benimle de sürekli bağırarak konuşuyordu. Hayır temiz yüzlü de bir çocuk. Herhangi bir saygısızlığı falan da yok. Bağırarak konuşuyor sadece. Dayanamadım dersin sonunda, bahçeye çağırdım. Dedim "abicim senin derdin ne? Ne diye bağırıp duruyorsun sürekli?" Kem küm etti başta.Ben ısrar edince de anlatmaya başladı. Sol kulağı hiç duymuyormuş. Sağda da yüzde elli işitme kaybı varmış. Bu daha bebekken, bir gece eve sarhoş gelen babası ağlamasından rahatsız olup, beşikten kaptığı gibi önce tokatlamış, peşinden de duvara fırlatmış. Bir taraftan da bağırıyormuş, "bağırma amına koduğumun çocuğu" diye. (Bu kısımları daha sonra annesi anlatmış.) Susturdum çocuğu. Biraz daha anlatsa okul bahçesinin göbeğinde salya sümük ağlayacaktım... "Amına koyim öyle babanın!" dedim, "Ben de hocam" dedi, biraz mahçup. Sonra gülümsemeye çalışarak binaya girdim...

Velhasıl, laf çok, zaman dar. Bağırmayın abi bana! Kimse bana bağırmasın. Sövecekseniz de, kızacaksanız da, nefret ediyorsanız da, her ne boksa işte, her ne söyleyecekseniz sesinizi yükseltmeden söyleyin. Anlarım ben merak etmeyin. Ha ben arada bağırıyor gibi olabilirim, merak etmeyin ve idare edin n'olur, çok uzun sürmez. Bu kepçe kulaklarım bağıran ağızlardan öyle bokluklar iletti ki beynime, hala bütün uykularım bölük börçüktür benim. Hala biraz fazla güldüğümde berbat bir vicdan azabı gelip çöker göğsüme. Yarım aklımı iyice başımdan almayın benim. Bağırmayın lan bana! Her ne söyleyecekseniz ağır ağır söyleyin, usul usul. Hem dinlerim sizi, hem duyarım, hem de anlarım. Yeter ki bağırmayın. Bağırmayın...

İNTİHAR KUŞU


"Son bir isteğiniz var mı?" diye sordu garson. Oysa bardağımdaki rakının yarısı duruyor. Demek ki saat bir olmuş. "Evet var son bir isteğim ama bunun seninle alakası yok" demek istiyorum. Denmez tabi, ayıp olur. "Yok" diyorum, "eyvallah." Bir dakika sonra hesap geliyor. Yaklaşık beş saattir buradayım ve gelen hesap tek bir kağıt parayla ödenebiliyor. Gayet rasyonel. Bardağı kafama dikip hızlıca kalkıyorum masadan. Sokağa çıktığımda yüzüme çarpan serinlik hafifçe başımı döndürüyor. Bütün akşam kuşlarla uğraştım. Kuşlar... Neyse...

Eve gitmek istemiyorum. Başka bir yerde içmeye devam edebilirim ama sabaha kadar açık bir kaç yer var sadece. Onlar da içindeki insanlarla beraber midemi bulandırıyor. Sokak boyunca yürüyorum. Sonra aklıma çorbacıya gitmek geliyor canım hiç çorba istememesine rağmen. Kafamın içinde hala kuşlar...

Çorbacıya giriyorum. Yaşı elliyi çoktan geçmiş bir garson geliyor yanıma. "Hoş geldiniz efendim." Abi buyur otur demek geliyor içimden. Bazı meslekler belli bir yaştan sonra yapılmamalı. Garsonluğu küçümsediğimden değil. Ama çoktan emekli olup, evinde torunlarıyla oynaması gereken bir adamın, gecenin ikisinde elin sarhoşuna çorba getirmesi içimi yakıyor. Ve kuşlar hala kafamda. Amına kodumun kuşları... Neyse... İçmeyeceğimden emin olduğum çorbayı istiyorum yine de abiden. Çorba geliyor. Zorlasam kendimi! Hayır. Düşüncesi bile midemi kaldırıyor. Tek kaşık almadan bir süre oturuyor sonra kalkıyorum. "Güle güle efendim!" diyor abi. Sus abi deme efendim falan...

Yine sokaktayım. Hala eve gidesim yok. Parka mı gitsem? İyi fikir. Lakin yürümeye mecalim yok. Taksiye bineyim...

Taksiye biniyorum. "Merhaba abi" diyorum. "Nereye?" diyor. Belli ki o da bıkmış insanlardan. İçim ısınıyor kendisine. O yüzden yolu tarif ettikten sonra tek laf bile etmeyerek ödüllendiriyorum. Kuşlar da benimle taksiye biniyor...

İniyorum parkın kenarında. İçecek bir şey yok. Zaten içecek halim de yok. Kafam iyiden iyiye dönüyor. İlk banka çöküp saate bakıyorum. Üç olmuş...

O an kafamda tek bir soru var. İki gündür durup durup cevabını düşündüğüm tek bir soru. İntihar etmek isteyen bir kuş bunu nasıl yapar? Yükselebildiği kadar yükseğe çıkıp, sonra boşluğa bırakıp kendini ve çırpmayarak kanatlarını, toprağa çakılarak mı? Yoksa kanat çırpmak bir tür refleks mi? Yani isterse eğer kendini boşluğa bırakan bir kuş, kanatlarını çırpmamazlık edebilir mi?

Sahi, ölmek isteyen bir kuş nasıl intihar eder?

Tesirsiz Parçalar 281-282..

281.
Ne zaman umudun azalsa seç bir yıldız yukarı bak
Bir çizgi çek dik açıyla kalbim altında olacak
Dün geçti bugün de geçer aslolan bir gün kavuşmak
'İmanın en sevdiğim şartı Meleklere inanmak...'


282.
Biraz zaman geçer sonra
Bir bakarsın hiç yaşanmamış gibi oluruz
Yaşantıyız şimdilik evet canımız yanıyor hala
Ama zaman büyülüdür her yaşantıyı anı yapar
O yüzden
Söylediklerimi boşver
Gövdene iyi bak

DÜŞERKEN BİR AT

Çok çok kederden yıkılmış bir at kadar acınır bana
Veliefendi hipodromunda yarışı sonuncu bitirip
herkesi kendine güldüren yeleleri beyaz bir at
sahibinin tek telaşı, vursam mı sakat mı bıraksam?

Dünyayla aramızda uzun boylu bir ağrı var
sadece yağmurda kendini unutturan bir sancı
oysa başka türlü bir hayat yakıştırırdım kendime
Tanrım ruhum bedenime ne kadar da yabancı

-Geniş verandalar, taraçalar istememiştim oysa
dörde iki bir balkona sığardı bütün düşlerim-