Hepsine gününü gösterecektim.! Geri zekalılar. Normalde beni oyuna alıp almamalarını sikime bile takmazdım. Bir grup ergenin egolarını tatmin etme çabalarından ibaret saçma sapan bir topu deliğe sokma etkinliğinden ibaretti yapılan iş. Ama bugün olmazdı. Bugün muhakkak benim de oynamam lazımdı. Ve beni oyuna almadılar. Ağlamıyordum. Ama o kadar sinirliydim ki gözümden akan saçma sapan yaşlara da engel olamıyordum. Eve geldim. Hışımla kapıyı açtım.
- Anneee
- .......
- Anneeeeeee
- ...........
- Annneeeeeeeeeee
- Bağırmasana lan Veysel'i yeni uyuttum.
- Anne
- Ne var
- Anne bana spor ayakkabısı lazım
- Var ya oğlum spor ayakkabın, baban okul açıldığında aldı daha.
- Onlar olmaz anne
- Neden?
Nasıl anlatayım ki nedenini. Bak anneciğim desem, pazardan aldığınız boktan naylon spor ayakkabılarımı sümerbank malı dünyanın en sikindirik rengine sahip pazen eşofmanlarımın altına çektiğim zaman Charlie Chaplin'in reenkarnasyonuna benziyorum desem, onları giymekten utandığım için yağmur yağmadığı zamanlarda bile su almayı becerebilen ultra yetenekli ıskarpinlerimle basket sahasına gittim ve topu elinde bile tutmayı becerememesine rağmen ayağında Nike olduğu için benim yerime Ahmet'i oynattılar desem, normalde umurumda bile olmazdı ama Buket tam da o sırada kenardaydı desem, bana kenara çekil dediklerinde ve o an Buket'in bana doğru baktığını farkettiğimde kendimi öldürmek istedim desem anlarmıydı ki? Anlasaydı keşke.. Ama tanıyordum ben annemi, hiçbir şey anlamazdı.
- Olmaz işte anne, onlarla basket oynanmıyor. Nike almamız lazım.
- İyice kudurdun sen. Yepyeni ayakkabıların var. Babana söylesem kemiklerini kırar Hem daha kirayı bile ödeyemedik. Ben akşam ne pişireceğimin derdindeyim sen Nike derdindesin. Hem Nike de ne?
- Nike işte anne. Air Jordan. Hava yastığı var içinde
- Bir hava yastığımız eksik. Kime çektin sen bilmem ki? Hem derslerinin yarısı zayıf. Karne geldiğinde baban ağzına sıçacak. Sen onu düşünme top peşine düş. Allahım ne çileli başım varmış, canımı alsan da kurtulsam...
Şaşırdım desem yalan olur. Annemin böyle şeyler söyleyeceğini aşağı yukarı tahmin ediyordum. Babam zaten umutsuz vaka, Nike diye tuttursam gerçekten ağzıma sıçar. Ama şu an bunların hiç önemi yok. Bana Nike lazım.. Hem de yarın öğle arasına kadar lazım. Ve benim onları bir kez olsun Buket'in karşısında giymem lazım, gerisi sikimde bile değil..
Kendimi odaya kapatıp beynimi çatlatırcasına düşünüyorum. Sığamıyorum odaya, dışarı çıkıyorum. Tabi dışarıya da sığamıyorum. Eğer onüç yaşındaysanız ve evrenin en güzel kızına aşıksanız ve boktan bir ayakkabı yüzünden ona madara olduysanız, dünya sizin için tarif edildiğinden daha küçüktür.. Tekrar eve döndüm ve bütün suratsızlığımla salona oturup aptal aptal sağa sola bakmaya başladım. Sonra birden vitrin gözüme takıldı. Daha doğrusu vitrinin içindeki şekerlik. Anneme annesi vermiş. Uzun zaman önce tayinimiz çıktığı için annem annesinden çok uzaktaydı ve doğru düzgün görüşme şanslarıda yoktu. Neyse.. Şeytani fırtınalar esmeye başladı beynimde şekerliği görünce. Gümüşmüş. Gümüşün ne bok olduğu konusunda hiçbir fikrim yok, ama annemin haftada bir tozunu aldığını, anamdan yadigar bir bu kaldı dediğini ve bir kaç kere de öpüp kokladığını çok iyi hatırlıyorum. Değerli bir şey olmalı. Birden öyle karardı ki gözüm, ne zaman ayağa kalktım, şekerliği nasıl koynuma sokup ne zaman dışarı çıktım farkına bile varamadım. Yüzüm, gözlerimin içi ve diğer tüm uzuvlarım gülmeye başlamıştı bile. Koşarak Selçuk'un yanına gittim. Selçuk benden bir kaç yaş büyük olmasına rağmen mahallede anlaşabildiğim çok az ergenden biriydi. Kapıyı çaldım. O açtı. Dışarı çağırdım, çıktı. Lafı fazla uzatmadan şekerliği çıkardım ve bunu satmamız lazım dedim. Çaldın mı lan diyerek kocaman gözlerle yüzüme baktı. Aptal aptal konuşma lan dedim, ne çalcam, arsada buldum. Sanırım inanmadı, ama bir şey de demedi. Beraber çarşının yolunu tuttuk. Pirinçhandaki bütün antikacıları dolaştıktan sonra baş taraftaki küçük dükkana satmaya karar verdik. Yirmi lira veriyordu ve günlük harçlığımın elli kuruş olduğu düşünülürse o parayla rahatlıkla Nike Air Jordan alabileceğimden emindim. Dükkandan çıkar çıkmaz koşar adım spor malzemeleri satan Arif amcanın dükkanına yollandık.
- Hoşgeldiniz gençler
- Hoşbulduk Arif amca
- Buyurun
- Ayakkabı alacaktık
- Ayakkabı??
- Nike.. Air Jordan
- Gelin bakalım
Eşofmanları, raketleri, beyzbol sopalarını ve bilumum sikindirik eşyayı geçip ayakkabıların bulunduğu reyona geldik. İşte.. Oradaydı. Kırmızı logolu, siyah Nike Air Jordan..
- Kaç numara
- Otuzsekiz
- Al, dene bakalım
Denedim. Cuk diye oturdu ayağıma tek seferde. Dünyalar benim olmuştu sanki.
- Tamam oldu
- İyi bakalım, hayırlı olsun
Kaç para diye sormak aklıma bile gelmemişti. O kadar emindim ki cebimdeki yirmi liranın kudretinden, artan parayla Buket'e bir şey mi alsam hesabını bile yapmaya başlamıştım. Ama birden bire yükselen ses ağzıma sıçtı, kelimenin tam anlamıyla ağzıma sıçtı..
- Yüz lira bunlar, ama sana seksen olur
- !!!!!!!
Kuyruğumu bacaklarımın arasına, yirmi lirayı da avucuma sıkıştırıp evin yolunu tutarken içimden geçen tek şey 'senin Arif amcalığının da dükkanının da seksen liranın da ta amına koyayım' diye bağıramamamın verdiği eziklikti. Bir de eve gittiğimde ve vitrindeki boşluk farkedildiğinde babamdan yiyeceğim dayağın acısı.. Dayak umurumda değildi. Ama ayakkabıyı alamamıştık işte. Boşu boşuna dayak yiyecek olmam yanıma kar kalacaktı. Öfkeyle koşar adım başladığım yolculuk eve yaklaştıkça yerini ürkek adımlara bırakmıştı. Keşke eve gitmek zorunda olmasaydım. Ama hava çoktan kararmaya başlamıştı ve eve gitmekten başka seçeneğim yoktu. Kapıya geldiğimde alışık olmadığım bir ayakkabı kalabalığı ile karşılaştım. Böyle misafirlik olmazdı!! Hızla daldım içeri. Annemin haykırışları ve komşuların yaşlı gözleri çıktı karşıma. Salonun ortasında kalakaldım. Ne oluyordu. Hiçbir şey anlamıyordum. Babam yanına çekti beni. Küçücük ellerimi kocaman ellerinin arasına aldı ve usulca kulağıma fısıldadı.
- Anneannen ölmüş oğlum.
Babam iki kocaman eliyle iki küçücük elimi kavramıştı. Ve benim sol elim sımsıkı kapalıydı. O sımsıkı sıkılı yumruğun içinde dünyanın en büyük utancı, dünyanın en büyük hayal kırıklığı, dünyanın en büyük çaresizliği vardı. Sımsıkı sıkılı yumuruğumun içinde yirmi lira vardı. Para, avuçlarım ve ben terden sırılsıklam olmuştuk.. Galiba anneannemi ben öldürmüştüm. O an kendimden o kadar nefret ettim ki, biraz daha az nefret etsem annemin boynuna sarılır, hıçkıra hıçkıra ağlar, anne affet beni diye yalvarır, dizlerine kapanırdım. Hiçbir şey yapamadım. Yerimden bile kımıldayamadım. . Ve o an anladım.. Ben annesini hiç haketmeyen boktan bir adamdım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder