Sonra özlüyorsun işte. Onunla çok şey de yaşamış olsan, henüz neredeyse hiçbir şey yaşamamış da olsan, bir gün önce de görsen, hiç görmemiş de olsan, çörekleniyor içine o melun his. Tarifi zor. Hani anlatmaya üşeniyorum derim ya ben bazen. Aslında o gerçek bir üşenme değil. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım anlatamayacağımı bildiğimden, kendi kendime uydurduğum bir savunma mekanizması sadece.
Lisede Hemingway okumuş ve büyülenmiştim. Yazdığı küçük hikayelerde en basit şeyleri bile, paragraflar boyunca, obsesifçe tarif etmesi, insanlara ve nesnelere olan bakış açımı şekillendirmişti resmen. Bazen yarım sayfa boyunca maviyi, denizi, elmayı, tadları, kokuları, bıkıp usanmadan, üzerine söylenecek tek bir söz bile kalmayana kadar tarif etmeye çalışması, betimleme sanatının zirvesiydi benim için. Ve farkında olmadan, Hemingway'i taklit etmeye başladım tesirsiz yazılar yazma serüvenimin başlarında. Herhangi bir şey üzerinde yeterince gözlem yapıp düşünürsem hiçbir boşluk bırakmaksızın, her hücresini anlatabilirim zannettiğim zamanlardı işte. Çok sonra fark ettim. Hemingway özlemeyi hiç tarif etmemişti! Neden acaba?
Özlemekle ilgili çok konuştum, yazdım, düşündüm. Nasıl olur da bir his, bir insanı aynı zamanda hem ağlatıp hem gülümsetip, hem içinde aptal toynaklı yaratıklar koşturup hem de uçsuz bucaksız siyah bir denizin ortasında zavallı bir yaprakmış gibi titretir diye çok kafa patlattım. Ama düşüncelerimin sonunu hiçbir zaman getiremedim.
Üşeniyorum derken kastettiğim tam olarak bu işte. Sonu asla gelmeyecek bir hissi kelimlerle anlatmaya çalışmaktan daha yorucu ne olabilir? Yoruluyorum demedim de ben, üşeniyorum dedim, hepsi bu..
anlamıştım.
YanıtlaSil