Aniden olup biten şeylerle başa çıkmak sanıldığından daha kolay aslında. Hiç istemediğin, hazır olmadığın hatta asla kabul edemeyeceğini düşündüğün herhangi bir durumla birdenbire karşılaşınca dengen bozuluyor haliyle. Ama bir süre sonra direnç göstermeye başlıyorsun. Eğer ne olursa olsun kabul edemeyeceğin bir şeyse başına gelen ve direnecek gücün yoksa bile kabullenmemek, delirmek hatta kendini öldürmek gibi seçeneklerin her zaman var. Ve reddetmek, delirmek ya da ölüm kaybederken kazanmak anlamına bile gelebilir belki. Hiçbir durumda mağlup olmazsın. Ya üstesinden gelirsin başına gelen şeyin ya da çekip gider, reddeder, farklı bir bilinç durumuna bürünürsün( farklı bilinç durumu demek delilik demekten daha sevimli mi ne?)Ama o şey birdenbire ortaya çıkmadıysa, aniden üstüne atılmadıysa, yavaş yavaş sızdıysa hayatına hatta neredeyse tatlılıkla sokulduysa.. 'sabırlı bir yılan gibi büyük bir dikkatle yaşamına, hareketlerine, saatlerine, odana işlediyse, uzun süre gizli tutulmuş bir hakikat, reddedilmiş bir gerçeklik gibi; dirençli ve sabırlı, incecik, ruhunun kuytularını, yalnızlığından aldığın keyfi, tavandaki çatlakları, kitaplığındaki son boşlukları, çatlak aynadaki yüzünün kırışıklarını ele geçirip lavabodaki musluktan damlayan suyun içine girdiyse'.. Farkettiğin an reddetmek ya da delirmek ya da ölmek için çok geçtir artık. Reddedemezsin; çünkü varoluşun dahil her şeyini onunla tanımlamışsındır farkında olmadan.. Deliremezsin; deliren bir deli aslında akıllanmış olur ve böyle biri iyiliği hakedecek kadar iyi şeyler yapmadığın kesin.. Ve ölemezsin, çünkü içine sızdığı her şeye bıraktığı korkaklık afyonu bütün hücrelerine işlemiştir. Çaresizce kabullenmekten başka seçeneğin kalmaz. Mağlup olmuşsundur. Başka türlü bir oyun başlar artık ve kendi hayatını tatsız bir film gibi izlersin..
Oysa bütün istediğin kıpırtısız bir hayattı. Sakin, dingin, hareketsiz. Mutlu olmaktan çoktan vazgeçmiştin, istediğin tek şey huzurdu. Huzurun yolu da mutlak eylemsizlikten geçiyordu. Ama ne zaman, ne eşya, ne de o izin verdi buna. Her şeyin tabi olduğu değişim yasalarından hayatını kurtaramadın. Alışkanlıklarını korumak pahasına direndiğini zannettiğin değişim yavaş yavaş sana ve eşyaya gününü ve gücünü gösterdi. Ne büyük ideallerin vardı ne kahramanlık hayallerin. Basit bir hayat, basit insanlar, zamanın ağır aktığı Safranbolu gibi bir yer ve ölürken bile kimsenin düzenini bozmayacak kadar farkedilmeyecek bir yaşam..Kurduğun hayallerin bile tek bir ortak noktası vardı. Basit, sıradan, sakin bir hayat.. Buna benzer bir şey kurduğunu zannetmiştin bir süre ama her sıradan insanın başına gelen senin de başına geldi. Kendi ellerinle kurduğun düzen başka eller tarafından yıkıldı. Birdenbire olsaydı bu, bir yolunu bulur başederdin, baktın olmadı kaçar giderdin. Ama yavaş yavaş oldu her şey. Usulca sokulurken hayatına, öyle güzel becerdi ki kendisini yadırgatmamayı, masanın üzerindeki biblonun yerini değiştirmek için bile aylarca doğru anı bekleyen sen hiçbir tuhaflık sezmeden yavaş yavaş aldın onu hayatına. Her gün bir adım attı. Sezmişti belki sendeki ürkekliği, hiç gürültü yapmadı. Öyle bir an geldiki sonra, sanki o, zamanın başlangıcından beri seninleydi. Ruhun bedene girmeden önce onunla beraberdi sanki, öyle hissetmeye başlamıştın. Alışkanlıklarının bozulmasına izin vermeyecekmiş gibi davranıyordu, kanda yavaş yavaş yayılan morfin gibi dağıldı tüm hücrelerine.. Ve her şeyin farkına vardığında artık çok geçti.. Birdenbire olsaydı keşke.. Keşke aniden karşına çıksaydı. Reddedebilir, kaçabilir, yokmuş gibi davranabilirdin o zaman belki. Olmadı. Yavaş yavaş girdi hayatına, ve sen durumu farkettiğinde hayatın artık sana ait değildi..
Anlatacaklarının kayda değer bir tarafı yok. Bunu en iyi bilen sensin. Hayatının da kayda geçmemesini istiyorsun aslında, başından beri talep ettiğin sıradanlık böyle bir şey demek zaten. Ama artık sana ait olmayan hayat ontolojik kaygılarla beraber hiç alışık olmadığın bir hesaplaşmanın merkezine soktu seni. Bütün olup bitenden sonra değişmeyen tek şey ölümden bile korkmayacak kadar yalnız olduğun gerçeği. Ama modülleriyle oynanmış bir yalnızlık bu. Saflığını yitirmiş, kullanılmış.. Uzun süre vakit geçirildikten sonra yenisi alınınca sahibi tarafından bir köşeye atılıp unutulmaya terk edilmiş, yıpranmış bir oyuncak gibisin. Artık çıkartıldığın jelatinin içine de geri giremezsin. Kullanılmış yalnızlık, yıpratılmış ruh, unutulmuş beden.. Oysa en büyük lüksün yalnızlığındı senin, 'tercih edilmiş yalnızlık' olası her tür yıpranmaya karşı geliştirdiğin bir zırh, ustalıkla kullandığın bir savunma mekanizmasıydı. Ama bu ustalık bile kurtaramadı seni. Bütün alışkanlıkların değişti, değerlerin ters yüz oldu. Üstelik olup biten hiçbir şey için kendinden başka kimseyi suçlayamadın. Hesaplaşmalarını ve iç çekişlerini Promotheus gibi sırtında taşımaya mahkum edildin. Bütün kabahat senindi, sana öyle öğretildi. Yapılmaması gerekenleri yapan, söylenmemesi gerekenleri söyleyen, olunmaması gereken yerlerde olan, duyulmaması gereken şeyleri duyan, alınmaması gereken şeyleri alan ve alınılmaması gereken şeylere alınan hep sendin. İkinci İsa oldun neredeyse. O Adem'in yasak elmayı yemesiyle başlayan ve kendisinden önce işlenen bütün günahların bedelini çarmıhta ödemişti. Sen de farkında olmadan metafizik bir çarmıha çakılı buluverdin kendini. Ve kalan hikayen o soyut çarmıhta kendinle hesaplaşmaktan başka bir şey değildi.. Söylediğim gibi, bütün bunlar yavaş yavaş oldu. Farketmedin. Farkettiğinde de çok geç kalmıştın, ne yeni bir savunma mekanizması üretecek becerin, ne de olup bitene karşı koyacak gücün kalmıştı..
Farkında olmadığın ve alıştığın her şeyi taklit eden bir tür mucize gibi süsledi hayatını. Beğendiğin kitapları yutarcasına okuyor, şımardığında annen kadar şefkatli davranıyor, konuşmak istiyorsan coşkuyla konuşuyor, susmak istediğinde odanın duvarları kadar sessiz olabiliyordu. Eğer istersen, o an neye, kime ihtiyaç duyuyorsan o oluyordu. Arkadaşın oluyordu, sevgilin, öğretmenin, annen.. İçine girdiği kabın şeklini alan su gibiydi. O kadar güzel herkes olabiliyordu ki, onun yanında başka hiç kimseye ihtiyaç duymuyordun. Hatta neredeyse bebekliğinden beri yanında olan hayali arkadaşına bile sırt çevimiş, hiç olmamış gibi davranmaya başlamıştın. Birgün senin içtiğin sigaradan içmeye başladığını farkettin Oysa daha önce saçma sapan kırmızı paketli bir sigara içiyordu, biliyordun. Ama öyle bir -sigaraya başladığı günden beri senin sigarandan içermiş- havası veriyordu ki kendine, bunu bile yadırgamadın. Bir organın, vücudunun bir uzantısı gibi oluvermişti. Yavaş yavaş ruhunu ele geçirirken bir taraftan da ruhunun asıl sahibi oymuş zannettiriyordu sana. Tek parça, onun yanındayken akmayan, hiçbir değişikliğin olmadığı, dünyanın en tuhaf tutsaklığının, tercih edilmiş yalnızlığa eklemlenmiş paralel bir zaman tutsaklığın tam ortasındaydın...
Şu an zihnin açık, bilincin yerinde. Olup biteni en ufak detayına kadar hatırlayabiliyorsun. Demek ki doğruymuş. Bir şeyi yaşarken aynı zamanda da değerlendirmek olmuyormuş. İnsan kendi hayatına bile ancak belli bir mesafeden bakabildiğinde bazı gerçekleri farkedebiliyormuş. Artık her şeyin farkındasın. Hayatınla arana soktuğun mesafe algı kapılarının açılmasını sağladı. Düşünüyorsun, hiç düşünmediğin kadar..
Neden sen peki? Cevabın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bile bile bu soruyu sormaktan alıkoyamıyorsun kendini. Neden sen? O kadar çok cevabı olabilir ki aslında bu sorunun. Tuhaflığın, egzotik hayvanların zengin safari düşkünlerinde uyandırdığı meraka benzer bir çekiciliğe yol açmıştır belki. Ya da seni uzaktan tanıyanların zaman zaman söylediği o izafi derinlik ve herkesin ittifakla kabul ettiği sinir bozucu kayıtsızlık. Belki de tesadüfen olmuştur. Öylesine çıkıvermişsindir karşısına, birdenbire! Elbette o senin hayatına birdenbire girmedi, başından beri söylüyorsun bunu zaten. Ama sen onun hayatına birdenbire girmiş olabilirsin. Artık hiçbir önemi olmasa da, sırtından yediği bıçakla ölmek üzere olan birinin içgüdüsel olarak katilinin suratını görmek istemesine benzer bir merakla düşünüyorsun bunu. Neden sen?
Gece iki treninin kuşetli vagonunda İ......'a doğru hareket ettiğinizi hatırlıyorsun. Onunla ilgili tüm netliğin başlangıç noktası o tren. Trende önce karşı karşıya, sonra yan yana oturdunuz tanımadığınız iki kişiyle birlikte. Trene kadar bir şeyler yaşanmış, konuşulmuş olmalı mutlaka. Evet evet çok iyi biliyorsun, yaşandı ve konuşuldu. Ama ne kadar zorlarsan zorla belleğini ne olanları ne de konuşulanları tam olarak hatırlayabiliyorsun. Bazı yarı bilinçli anlarda bir takım imgeler takılsa da zihnine, belleğin neler olup bittiğini tam olarak anımsamana izin vermiyor. Anlaşılan bindiğiniz treni, istenildiğinde yatak haline getirilebilen, önce karşı karşıya sonra yan yana oturduğunuz koltukları başlangıç noktası olarak kabul etmiş bilinçaltın. O andan başlayarak her şeyi çıldırtıcı bir kompülsiyon gibi en ince detayına kadar hatırlıyorsun. Sanki tam ortasından başladığın bir kitap okuyorsun ve kitabın ilk sayfalarına ait bir kaç bağlantısız fotoğraf dışında hiçbir şey yok belleğinde..
Uzun uzun Perec'i anlattığını hatırlıyorsun mesela. Ama nerede konuştunuz, o gerçekten seni dinledi mi, ne cevaplar verdi? Hiçbir fikrin yok. Eşyasız odadan ve düşünce sandalyesinden de bahsettin. Koyu, çok koyu, gördüğün en koyu kırmızı oje.. Ama ne zaman? Nerede? Bir kaç saat süren ne yesek münakaşası sonunda hiçbir şey yememeye karar vermenin ferahlatan rahatlığı.. Gözlerini yaşartan bir sabah ezanı.. Kirli bir bez ayakkabı.. Sonra lunapark.. Aile çay bahçesi.. Oktay Rıfat ve Calvino.. Babanın attığı ilk tokat.. Çorbaya sonradan ilave edilen tereyağının cızırtısı ve eline sıçrayan tek damla.. Yumuşacık saçlar.. Uzanıp okşasan mı? Yoksa uzanıp okşadın mı?.. Soğuk duvar.. Tren garı.. Bunların hepsi ve daha fazlası konuşuldu ve yaşandı mı? Yoksa oyun mu oynuyor beynin sana? Bahsettiğin her şeyin fotoğrafı çok net. Ama süreksiz, hiçbirinin öncesi ve sonrası yok. Olayları birbiriyle bağlantılandıramıyorsun. Erken dönem çocukluk anıları gibi, küçük paketler halinde anımsayabiliyorsun, ama hiçbirinin hikayesini hatırlamıyorsun. Hepsi bir tek günde anlatılmış ve yaşanmış olabilir. Ya da yıllar süren bir tuhaflığın bilinçaltından süzülmüş imgeleri de olabilir. Zaman ve mekan yasaları tamamen ortadan kalkmış gibi. Kesik kesik parçalar dönüp duruyor beyninde geçmişe dair. Ve hissettiğin tek şey,acı.. Ama o hep yanındaydı sanki. Yoksa bunların hepsini sen mi uydurdun? Emin değilsin. Tek bir şeyden eminsin. Önce karşı karşıya, sonra yan yana oturduğunuz o tren kompartımanı. Gece iki treni.. İ.......'a gidiyorsunuz. Neden oradasınız? Bu önceden kararlaştırılmış mıydı? Bilmiyorsun. Yoksa o trende, o gece mi karşılaştınız ilk defa? Yok, hayır, o kadar da değil. O hep vardı. Vardı.. Zamanının başlangıcından beri o hep vardı.. Hatırlamıyorsun ama, vardı.. Kafan yine karışıyor.. Trendesiniz.. Gece iki treni.. Önce karşı karşıya, sonra yan yana oturdunuz ve sen anlatmaya başladın..
Anlattıklarını ortalarda bir yerde yakalıyorsun. Muhtemelen çok daha önce konuşmaya başlamış olmalısın. Ama nereden ve nasıl başladığın konusunda bir fikrin yok. Histeri krizine tutulmuş gibi soluksuz konuşurken başlıyor hikayen. Üzerine dikilmiş, dünyanın en biçimli, en kahverengi gözlerine kaçamak bakışlar fırlatıyorsun anlatırken. Evet, başlangıçla ilgili aklında kalan en net imge bu. Kocaman bakan dünyanın en kahverengi gözleri.. Gözler senin dudaklarına takılıp kalmış. Sen ara sıra kaçırıp gözlerini sonra tekrar buluşturduğunda hep aynı yerde buluyorsun onları. Ve o anlarda öyle çok utanıyorsun ki, utanmanın kendisi değil bırakmış olduğu kalıcı sersemlik yaratan etki bile şu an bunları tekrar anımsadığında kulaklarının kızarmasına neden oluyor.. Sımsıkı yumulmuş ağız, kanatları hafif hafif açılıp kapanan iki minik burun kenarı, zaman zaman onların üzerinde gezinen koyu kırmızı ojeli ince parmaklar ve hiçbir yere kıpırdamadığından artık iyice emin olduğun dünyanın en kahverengi gözleri.. Bütün sihir konuşmaya devam etmene bağlı. Sanki bir an sussan gözleri başka bir yere, kompartmanın tavanına ya da iki yanınızda akıp giden karanlık yola kayıverecek ve onları bir daha sonsuza dek üzerine diktiremeyeceksin. Marifet susmamakta. Bir anlık suskunluk her şeyi bitirecek. Sen susarsan düşünmeye başlayacak ve o an istediğin son şey düşünmesi. Neyi düşünmesinden korkuyorsun? Emin değilsin. Neden bu saatte, bu trende bu adamın karşısındayım diye düşünmesinden muhtemelen. Peki neden bu saatte, bu trende senin karşında? Onu da bilmiyor ve aslında bunu onun da bilmediğini çok iyi biliyorsun. Düşünmemeli.. Düşünürse her şey mahvolacak ve henüz hiçbir şey başlamadı. İzin vermemelisin. Düşünmemeli.. Bunun için de susmaman lazım. İ.......' a gidiyorsunuz. Neden? Galiba bunu hiç konuşmadınız. Tren garında, bilet kuyruğunda buldun ikinizi. Oraya nereden geldiniz? Bardan ya da çorbacıdan. Lunaparktan da olabilir. Ama bu çok karışık.. Bilet kuyruğundan başlasan düşünmeye. Ama dur, orası da karışık. Bilet kuyruğunda onunla ve gişe memuruyla neler konuştuğunuzu da hiç hatırlamıyorsun. Her şey nasıl da birbirine girdi? Oysa daha hiçbir şey anlatmaya başlamadın. Nasıl da güzel becerirsin bu işleri. Hiçbir şey yaşamadan hayatını, hiçbir şey anlatmadan anlatacaklarını birbirine karıştırdın. Dur.. Toparla zihnini.. Tamam.. Gar yok.. Bilet kuyruğu yok.. Bar yok.. Lunapark yok.. Trendesin.. Karşında o oturuyor.. Şimdilik karşında.. Bir süre sonra yanına oturacak. Ve sen konuşuyorsun. Ne zaman başladın? Yok. Hiçbirinin önemi yok. Sen, o an, orada, onunla konuşurken doğdun sanki. Dünyanın en kahverengi gözleri dudaklarına çivilenmiş, yaramazlık yapan ama kendisine ciddi ciddi kızılmayacağını iyi bilen bir çocuk edasıyla öylece karşında durmakta. Başka hiçbir yerde, hiçbir konuşma bu kadar önemli olmadı sanki. Austerlitz öncesi Napolyon, öldürülmeden önce Sokrates ve büyük akşam yemeğinde dostlarını bir araya toplayan İsa ve başka bir dolu mühim adam o anlarda önemli konuşmalar yapmışlardır muhakkak. Ama gerçekte hangisi bu kadar yaşamsal olabilir ki? İsa aralarda su içmiş, Sokrates zaman zaman Platon'u dinlemiş olmalı. Oysa senin öyle bir şansın yok. Ara da veremezsin sözü ona da bırakamazsın. Eğer öyle yaparsan arada kısa da sürse bir sessizlik olur ve o, o suskunluk esnasında düşünür. Düşünmemeli.. Hiçbir şey düşünmemeli. Senin ve İ.......'un ve etrafındaki başka her şeyin kaderi buna bağlı sanki. O sadece seni dinlemeli. Düşünmemeli.. Neden burada olduğunu, haber vermek zorunda olduğu insanları, ne zaman geri döneceğini, eski ya da mevcut sevgilisini, gördüklerini, duyduklarını, bildiklerini.. Hiçbir şey düşünmemeli. Buna izin veremezsin. Bir an bile susarsan sustuğun an bunların hepsini aynı anda düşünecek biliyorsun.. Bütün gücünü toplamalı, susmadan anlatmalısın. Bundan eminsin ve tüm bunları bir saniye içinde düşündün. Düşündün.. Ve anlatmaya başladın..
" Neden böyle oldum ben? Bilmiyorum belki de böyle doğdum. Yok yok biliyorum böyle doğmadım aslında. Daha doğrusu annem biliyor böyle doğmamışım. Başlarda her şey yolunda gidiyormuş. Ama daha sonra değişen koşullar yüzünden yoldan çıkmış olabilirim. 'Bu çocuk bir tuhaf' lafını ilk kez ne zaman, kimden duydum hatırlamıyorum. Ama zamanla öyle çok söylenmeye başladı ki kabul etmek zorunda kaldım, evet 'bu çocuk bir tuhaf'.. Susadığını söyleyen kardeşime koşarak çamaşır suyu getirip içirdiğimde ve ses tellerinin birazcık yanmasına neden olduğumda annemin gözlerinde gördüğüm dehşet ; kibritlerin uçlarındaki yanıcı maddeyi teker teker kazıyarak elde ettiğim cephaneyi karınca yuvalarına akıttıktan sonra inceltilmiş kağıt marifetiyle ateşi yuvanın içine sokup yanmasını seyrederken ve zafer naraları atarken etrafta beni izleyen çocukların birer ikişer kaybolması; elimdeki muza yiyecekmiş gibi bakan komşumuzun kızını siktir git benim muzum bu diyerek kovaladığımda sesleri duyan babasının bana doğru gelirken çıkardığı kükrememsi ses ve daha pek çoğu.. Evet insanlar sadece sözleriyle değil bakışları, davranışları ve çıkardıkları anlamsız sesleriyle bile belli ediyorlardı 'bu çocukta bir tuhaflık' olduğunu. Zamanla yakın çevremden orta-uzak çevreme kadar pek çok alanda tuhaflıklarım anlatılmaya başlanmıştı. Anne babalar çocuklarının benim gibi olmaması için onlara nasihatler veriyor, yaptığım tuhaflıklardan yola çıkarak nasıl normal çocuk olunacağını ve normal çocuk olmadıklarında başlarına neler gelebileceğini benim üzerimden uygulamalı olarak gösterebiliyorlardı. Tamam tamam biraz abartıyorum belki, ama buna yakın şeyler yaşandığından eminim. İçinde bulunduğum her ortamda tuhaflığım çabucak farkediliyordu. Peki ben tuhaf olduğum için mi herkes bana tuhaf diyordu yoksa herkes bana tuhaf dediği için mi ben tuhaf olmuştum. Freud sağ olsaydı da bir baksaydı keşke. Neyse olan olmuş zaten. Ama bir şeyi bütün insanlığın kabul etmesi gerekiyor. Tamam ben tuhaftım, ama bazen hiç kimsenin başına gelmeyen tuhaflıklar da benim başıma geliyordu. Şimdi bunların detayına girmek istemiyorum ama çoğu zaman bir yerde birinin başına olmayacak bir şey gelecekse o kişi hep ben oldum. Saatlerce bekledikten sonra tam sıra sana geldiğinde konser biletinin bitmesi gibi bir şey bu; ya da Atm deki son parayı önündeki adamın çekmesi gibi bir şey.. Buna benzer durumların zaman zaman herkesin başına geldiği gibi seninde başına gelmesi tesadüftür, sık sık başına gelmesi şanssızlık, sürekli başına gelmesi ise.. Evet onun adı tuhaflıktır işte. Şimdi ben tuhaf olduğum için mi buna benzer şeyler hep benim başıma geliyor ya da buna benzer şeyler hep benim başıma geldiği için mi ben tuhaf biri oldum. Bilmiyorum, yolunda giden ve gitmeyen tüm işlerimde hep bir tuhaflık oldu, ve bu tuhaflıklar zincirinin son halkası da sensin.. "
Durdun sonra. Hayır susmadın, durdun.. Çok kısa sürdü bu durgunluk. Ölçülebilir zamana göre en fazla bir kaç saniye. Ne lüzumu vardı dedin kendi kendine, tüm bunlardan bahsetmen gerekli miydi? Korkutacaksın onu, ya o da herkes gibi seni anlamaya çalışmadan duyduklarına dayanarak senden uzaklaşırsa.. Uzaklaşmak mı? Zaten çok yakın sayılmaz henüz? Ne demek istediğini biliyorsun, kelime oyunlarını bıraksan.. Daha önce de böyle olmamış mıydı? Hayır daha önce böyle olmamıştı. Daha önce olan hiçbir şeye benzememeli bu, buna izin veremezsin. O yüzden her şeyi en ince detayına kadar anlatman lazım, o kadar anlatmalısın ki, ruhunun röntgenini çekmiş gibi hissetmeli kendini. Sadece önemli olduğunu düşündüğün şeyleri anlatarak kenara çekilemezsin, aksine nerede önemsiz hikayen var çıkartıp onları girdikleri bilinçaltı deliğinden teker teker anlatmalısın. Anlattıkça hatırlamalı, eksik kalan kısımları anlatırken tamamlamalısın. Bu kez susamazsın, yarıda da bırakamazsın, anlatman lazım..
" Artık yavaş yavaş üzerime yapışan bu 'tuhaflık' hali, kurumsal bir tuhaflıkla iyice perçinlendi. Okul ya da babamın tabiriyle mektep ilk derin hayal kırıklığıyla karşılaştığım yer olmuştu. Bana en az iki beden büyük gelen kapkara bir önlük ve önlüğün yukarıya doğru bittiği yerde başlayan bembeyaz yakalıkla hayatım boyunca büründüğüm en komik kılıktaydım -ki hayatımın boyu henüz beş seneydi-. Hala da tam anlayamadığım nedenlerden ötürü sınıftaki herkesten iki yıl kadar küçüktüm. Zaman zaman bu durumu onlardan daha zeki olmama yorsam da gerçeğin öyle olmadığını anlamam çok uzun sürmedi. Bir hafta geç başladığım için okula aslında ona bağlı pek çok şeye de geç kalmıştım. Sınıfta ilk gruplaşmalar oluşmuş, çocuklar arkadaş-yakın arkadaş tasnifini kafalarına göre yapmış ve ben hem sınıfa en son gelen hem sınıfın en küçüğü hem de en komik kıyafetlisi olarak kaçınılmaz rolümle yüz yüze gelmiştim. Soytarılık!. Şiddetle reddettiğim için bu rolü ilk günden kavga elzemdi. Daha öğretmenle bile karşılaşmadan kavgayla başladı okul ve o gün bu gündür okul denen mekanizmayı kavga ve kendini koruma güdüsü ve nefretle andım hep. Filmlerde de buna benzer şeyler olur. Sınıfa filmin kahramanının çocukluğu girer, herkes tuhaf ve yadırgayan bakışlarla çocuğu süzer ve kimse yanına oturmasını istemez. Boş gördüğü bir yere hamle yapmaya çalışır umutsuzca ama sıranın ters tarafında oturan çocuk hemen boşluğa doğru kayar ve mesajını verir. Seni istemiyorum ahbap, burası dolu! Birkaç sefer daha benzer girişimler olur. Ama filmle gerçek hayat arasındaki fark burada başlar işte. Mesela bu bir Amerikan filmiyse şöyle devam eder hikaye. Çocuk tam umudunu yitirmek üzereyken orta sıralardan sarı saçlı mavi gözlü sevimli bir kız çocuğu en sevecen ifadesiyle 'hey' der 'buraya oturabilirsin'. Çocuk için her şey güzel olmaya başlamıştır artık. Sınıfta olup biten tatsızlıkların geçici olduğunun da kanıtıdır bu. Kimse sorgulamaz da o kadar güzel ve sevimli ve merhametli olan kız neden yalnız oturuyordu diye. Çünkü herkes bilir küçük kız, kahramanımızın çocukluğunu beklemektedir yanına kimse oturamaz o yüzden, senaryo öyle yazılmıştır.. Ama beni bekleyen kimse yoktu, zaten sınıfta sarı saçlı mavi gözlü kız da yoktu ve aslında kızlarla erkekler o zamanlar yan yana oturmazlardı. Yine filmlerde çocuğu sınıfa okulun müdürü ya da öğretmen getirir, diğerleriyle tanıştırır ve toplu bir hoş geldin seansı düzenletirdi. Ama ben yalnız girmiştim sınıfa müdürü de öğretmeni de tanımıyordum ve ne o zaman ne de başka zaman ne müdürün ve öğretmenin ne de başka birinin umurunda olmayacaktım. Çaresizlikle bakınırken etrafa ilerde anlayacağı başka nedenler yüzünden diğerleri tarafından dışlanmış kavruk ve hep ağlayarak bakan en arkadaki çocuğun yanındaki boşluğu fark ederek o tarafa doğru yürümeye başladım. Ve birkaç çelme girişiminden ustalıkla kurtularak yanına iliştim. Türk filmi işte bu kadar olur. Amerika’da olsaydım sarı saçlı mavi gözlü ismi Mary ya da Clara falan olan o şeker kız bekleyecekti beni ama bizim senaristlerin hayal gücü o kadar gelişmediği için insanları ancak kendilerine benzeyenlerle eşleştiriyorlardı. Oturur oturmaz oradan buradan sataşmalar da gelmeye başladı. İçimi o güne kadar hiç hissetmediğim bir duygu kaplamıştı. Öfke-acıma karışımı bu his (diğerlerine duyduğum öfke ve kendime duyduğum acıma) o andan sonra yakamı hiç bırakmadı. Öğretmen denilen deniz anası sınıfa geldiğinde okulla ilgili notumu çoktan vermiştim. Burası beş para etmezdi, akşam babamla konuşacak ve bir daha gelmeyecektim buraya.
Eve gider gitmez okulla ilgili kararımı babama anlattım ve daha lafımı bitirmeden öyle bir kahkaha geldi ki, ikinci kez tekrarlamanın bile yersiz olduğunu hemen anladım. Çaresiz gidecektim o toplama kampı kopyası gri binaya, hem de hafta içi her sabah. Ertesi gün yine aynı alaycı bakışlarla karşı karşıya geldiğimde kararımı vermiştim. Ne pahasına olursa olsun onlara kendimi ezdirmeyecek ve asla onlardan biri olmayacaktım. Ve birkaç diklenme girişimine öyle şiddetli karşılık verdim ki, sınıftaki diğer çocuklar bu tuhaf görünüşlü küçük çocuktan birer birer uzaklaşmaya başladılar. Ama okulda tek sorun sınıf arkadaşlarım değildi. Komik bir oyun oynanıyordu sabahtan öğlene kadar ve sanki benim dışımda hiç kimse oyununun farkında değildi. Büyükleri sevmeli saymalı ant içme töreniyle başlayan şenlik öğretmenin yerli yersiz tepkileriyle her gün tekrarlanan bir traji-komediye dönüşmüştü. Dayımın marifetiyle okuma yazmayı okula gitmeden öğrendiğim için sınıfta yapılan çizgi çizme, hep bir ağızdan harf ve kelime okuma seansları toplu bir cinnet töreni gibi geliyordu bana. Herkes herkese geri zekalı gibi davranıyordu. Öğretmen çocuklara, çocuklar öğretmene, çocuklar çocuklara ve muhtemelen öğretmenler diğer öğretmenlere. Ve tuhaftır bu durum karşısında gitgide suskunlaşıp kendi kabuğuma çekilmem öğretmenin beni geri zekalı zannetmesine yol açtı. Daha bir ay dolmadan okula çağırılan babama bu kuşkudan bahsedildiğinde evde olup bitenler de ayrı bir trajediye vesile oldu haliyle. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Beş yaşındaydım henüz ve kelimenin tam anlamıyla ne olduğunu o zamanlar kavrayamayacağım varoluşsal bir ikilemin ortasına düşmüştüm. Sınıfta kimseyle konuşmuyor, kirden birkaç kere mutasyona uğramış sıraya kafamı gömüp öğlene kadar son zilin çalacağı anı bekliyor eve gider gitmez de bulabildiğim herhangi bir kuytuya çekilip ertesi günün gelmesini bekliyordum. Bütün hayatım yapmak istemediğim şeyleri yapma zamanımın gelmesini beklemekle geçecekti sanki. Nefret etmek kelimesinin tam karşılığı o an benim hissettiklerimdi. Okuldan nefret ediyordum. Ucube öğretmenlerinden, arkadaş denilen tek hücrelilerinden, kirden canlı organizmalara dönüşmüş sıralarından, beton yığını bahçesinden,iğrenç griliğinden ,küflenmiş duvarlarından, keskin amonyak kokan tuvaletlerinden. Hasta olup okula gitmediğim zamanlar mutluluktan delirecek gibi oluyordum. Bütün gün yatakta yatıp hiçbir şey yapmamadan sonsuza kadar mutlu mesut yaşayabilirdim. Zaten çelimsiz olan vücudum iyice zayıf düşmeye, benzim hızla sararmaya başlamıştı. Evdekiler bile fark etmişti artık, ortada geçici bir uyum sorunundan daha ciddi şeyler vardı. Aslında durum öyle ümitsizdi ki ancak bir mucize işleri yoluna koyabilirdi.."
Trenin içi çok sıcaktı, camı açtın. Ve yasak olmasına rağmen sigara yaktın. O da seninle birlikte sigara içmeye başladı. Diğer iki yol arkadaşınız dışarı çıkmışlardı bir süre önce. Kompartımanda yalnız ikiniz vardınız. Camı açılabileceği kadar açmıştın ama hala çok sıcaktı. Sigaranı yaktıktan sonra onun sigarasını da yakmak için çakmağınla hamle yaptığında yanına oturduğunu farkettin. Ne zaman gelmişti? Oysa başından beri karşında oturuyordu. Camı açmak için ayağa kalktığında yanına gelmiş olabilir, ya da paketinden sigarayı çıkardığında. Daha önce de gelmiş olabilir, tam olarak şu an da. Ama bakışlarının üzerinden hiç ayrılmadığına eminsin. Kalkıp yanına geldiğinde kendini kaptırmış anlatıyordun büyük ihtimalle.. Gözlerini senden ayırmadan kalkıp gelmişti ne zaman gelmişse, sana bakmaktan bir an için bile vazgeçmemişti. Bir an bile kaçırmış olsaydı gözlerini, anlardın. Bir an için kaçırsaydı gözlerini, bu kadar zor olmazdı. Tek bir an kaçırsaydı gözlerini, susar, onu dinlerdin. Bir kez, tek bir kez kaçırsaydı gözlerini, büyü bozulurdu, sen uyanırdın ve her şey eskisi gibi olurdu. Ama o hep sana baktı, ve hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Hayata ve insanlara dair şaşmaz bir inançla biriktirdiğin tüm olumsuz düşünceler yerle bir olmuştu.
Anlattığın her şeyi o an yeniden yaşıyor gibiydin. Hiçbir anlatı bu kadar kıymetli olmamıştı sanki. Hayatın boyunca hep çok konuştuğundan yakınılan sen, farkettin ki o güne kadar hep konuşmuş, fakat hiç anlatmamıştın. Hayatla ve insanlarla arana çektiğin çizginin diğer tarafından konuşmuş, söyleyeceklerini anlamaya bile çalışmayacaklarından emin olduğun için içte içe onlarla dalga geçip canının istediği gibi davranmayı alışkanlık haline getirmiştin. Nasıl da canını yakıyordu bu halin. Oysa o kadar çok ihtiyaç duydun ki onlara, umurlarında olmadığını anlamak başlarda çılgına çevirmişti seni. Sonraları bu acıyı onlarla dalga geçerek ortadan kaldırdığını zannetmiştin. Ama kalkmamış. Bak görüyor musun? Bir taraftan kanayıp bir taraftan anlatıyorsun. Sanki karşında sadece o değil, hayatın boyunca seni anlamaya çalışmamış herkes var. Hayatının kuytularında kalan ve kimselerin bilmediği his ve yaşantılarını birer birer bütün çıplaklığıyla dökerken ortaya; ağır bir günahın vebalini tek başına taşıyamayan birinin çaresizlik içinde diz çöktüğü rahibin karşısında hiçbir şey saklamadan beynini kemiren her şeyi teker teker sıralarken yaşadıklarını anımsatan bir sahne yaşanıyordu kompartımanda. Oysa, insanlardan uzun zaman önce umudunu kesmiş, onlardan bir şey beklememeye ve kendi düzenini kurmaya karar vermiştin. Biliyordun ki bir insanın başka bir insanı anlayabilmesi ancak çok özel durumlarda mümkündü ve sen hiçbir zaman hiç kimse için o kadar da özel olmamıştın. Ve yine çok iyi biliyordun ki durup herhangi bir kimseyle bunun denemesini yapmaya bile değmezdi. Şaşmaz nedensellik ilkesine tabi bir takım tabiat olayları gibi beşeri kurallar vardı. Ateş yakar, su boğar, insan anlamaz.. Yüzlerce hayal kırıklığı, küçük düşme, yüzüstü bırakılma ve her koşulda anlaşılamama deneyimi sana bunu öğretmişti. 'Hayatın ciddiye alınmasını istediğin bir oyundu' ve kimselerin durup bununla uğraşacak zamanı yoktu..
" Beklediğim mucize hiçbir zaman gerçekleşmedi. Yani gerçek hayatta. Ama başka türlü bir mucizenin olabileceğini gösterdi birgün babam bana belki de kendisi bile farketmeden. Gerçeğin her türlüsünün canımı yakmaktan başka işe yaramayacağını anladığımda onunla mücadele etmekten ve olabildiğince reddetmekten başka çarem olmadığına karar verdim. Hırsla okumaya başladığım kitaplar bu konuda en büyük yardımcılarımdı. Kendimi anlatacaksam eğer sana kitaplarla kurduğum ilişkiden başlamam gerekli galiba. Çünkü bu ilişki, kelimenin tam anlamıyla zorunlu bir ilişkiydi. Kitaplardan, kitaplarımdan bahsetmeliyim sana. Ama bunu yaparken ne kadar kültürlü ve entellektüel olduğumu anlatmak gibi bir derdim yok. Geriye dönüp baktığımda, genç sayılacak yaşta büyük fedakarlıklarla oluşturduğum kütüphanem hayatta sahip olduğum ve övünebildiğim en önemli şey. Ve üç binin üzerinde kitapla kurmuş olduğum ilişki içinde barındırdığı masumiyet ve tutkuyu düşündüğüm zaman başka hiçbir şeyle karşılaştıramayacağım kadar özel. Çok küçük yaşlarda başladı hikayem. Kendimi bir türlü kendilerinden biri gibi göremediğim ve bunun aksini ispatlamak için hiçbir çaba göstermeyen büyüklerin ve küçüklerin dünyasından kaçabileceğim yegane sığınağın kitaplar olduğunu anladığımda ilk okula yeni başlamıştım. Başlar başlamaz nefret ettiğim okula gitmemek için hastalık uydurduğum günlerin birinde babamın muhtemelen kapağına bakarak aldığı ve ne yazdığı hakkında hiçbir fikre sahip olmadığı ilk kitabım, bana büyülü, bambaşka bir dünyanın kapılarını açtı. Gördümki istemediğim insanlara katlanmak zorunda değilim. Başka bir dünya mümkün ve onu benimle beraber istediğim yere götürebilme şansım var. Babamın aldığı kitabın adı Pal Sokağı Çocukları'ydı. Bir solukta okuduğum kitabın çocuk kahramanı Nemeczek, benim ilk gerçek arkadaşım ve kahramanım oldu. O güne kadar tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Ölümüne yol açan soylu fedakarlık çocuk ruhuma çok büyük gelmişti ve bunu anlamakta zorlanmıştım. Çünkü benim etrafımda bu tür fedakarlıklara değeceğini düşündüğüm kimse olmamıştı. Ama buna rağmen o artık benim kahramanımdı, çetedeki diğer çocuklar da arkadaşlarım. Daha sonra başka kitaplar okumak istedim ama o zamanlar kitap şimdiki gibi kolay elde edebileceğim bir şey değildi. Bu yoksunluk hala üzerimden atamadığım ve artık takıntı haline gelen üzerinde bir şeyler yazan her şeyi okuma hastalığına yol açtı. Eski - yeni gazeteleri, el ilanlarını, reklam panolarını, ders kitaplarını, sigara paketlerini, kibrit kutularını, gazoz şişelerini, kaset kapaklarını, ait oldukları nesneyle hiç alakası olmayan bir merakla okumaya başladım. Bugün sahip olduğum bir yığın işe yaramaz bilgi, o günlerin mirasıdır. Şu an bile gözümü kapattığımda Çamlıca gazozunun muhteviyatını ezbere söyleyebilirim. Bakkal Hamdi'nin tabelasının hangi içecek firması tarafından hazırlandığını hala unutmadım. Özellikle annemi ciddi bir endişeye sürüklemeye başlayan okuma tutkusu, hakkımda yapılan "tuhaf" imasının üzerime iyice yapışmasına da yol açtı böylece. Sanıyorum bizimki gibi az okuyan toplumların karakteristik özelliklerinden biri de budur. Okumayanlar, okumadıklarıyla kalmazlar okuyanları da tuhaf bakışlarla süzerler. Onların bunalımlı, ya da daha insaflı bir değerlendirmeyle yalnız olduklarını düşünerek garip bir şekilde kendi okumama hallerine bir mutluluk kılıfı geçirirler ve şükrederler. Küçük bir çocuğun başka her şeyden vazgeçme pahasına yazıya tutkulanması karşısında da gösterebilecekleri en basit tepkinin "tuhaf bu çocuk" iması olması, şaşılacak bir şey olmadı haliyle. İlk okuduğum kitaptan sonra araya başka kitaplarda girdi tabi. Ama benim üzerimde ikinci vurucu etkiyi yapan kitap Sefiller oldu. Sünnet olduğum gün yine babamın ve yine sadece kapağına bakarak aldığı kitap çok sonraları okuduğum orjinal çevirinin oldukça kısaltılmış bir versiyonuydu. Buna rağmen J.Valjan, Cosette, Maryüs ve diğer karakterler uzun süre etkisinden kurtulamadığım yeni düş arkadaşlarım oldular. Artık gözlerimi kapatıp kendimi onların zamanında ve dünyasında hayal ettiğim anlar, okuma tutkusunun sadece okuduğum zamanlarla sınırlı kalmamasını sağladı. Okumadığım zamanlarda kendimi kahramanlarımdan birinin yerine koyduğum ve onun yaşadıklarını kendi yaşadıklarım varsaydığım "gündüz rüyalarım" olmuştu. Özelikle hep kaçmak istediğim ama zorunluluklardan dolayı bir yere kıpırdayamadığım mekanlarda(okul gibi),sıkıntıdan cinnet geçirmemi engelleyen tek şey bu gündüz rüyalarıydı. Bugün bile bir yerde çok sıkılıyorsam eğer - ki genelde bulunduğum yerlerin çoğunda çok sıkılıyorum- gözlerimi bir noktaya sabitleyip kendime hemen bir gündüz rüyası kurgulayıveririm..
Büyüdükçe bir şeyi şaşkınlıkla farkettim. Diğerleri hakkında çocuk aklımla vardığım yargı doğruymuş. Büyüklerin dünyası gerçekten çok sıkıcı ve üzüntüden başka hiçbir vaatleri de yok. Ve bu durumla başedebilmemi sağlayan, tam olarak onlardan biri olamasam bile içlerinde, kıyıda köşede bir yerlerde çıldırmadan yaşayabilmemi sağlayan yegane dostlarım hala kitaplarım. İyi kötü ayrımı yapmadan sahip olduğum ve okuduğum bütün kitaplarla yaşamım boyunca hep gurur duydum. Ama bazı kitaplar, daha doğrusu benim o kitaplarda bulduklarım diğerlerinin hep bir kaç adım ötesindeydi. Ve zamanla okuduğum kitaplarla içinde bulunduğum ruh hali arasında simetrik bir uyum ortaya çıktı. Bugün de oynamayı sürdürdüğüm keyifli bir oyun keşfetmiş oldum böylece.. Hala canım çok sıkkınsa Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okurum. Holden ile birlikte masumiyetin kayboluşunu ve bunun insanı delirten trajedisini yaşarım. Çok öfkeli olduğum zamanlar George Perec okurum. Dehası ve okuyan herkesin sinirini bozacak ukalalığı onunnla birlikte bütün dünyaya meydan okuyormuşum gibi bir hisse sürükler beni. Kendimi çok yalnız hissettiğimde Tutunamayanları okurum. Selim' in herkesin gözünün içine yalvararak bakıp "canım insanlar" demesi ama hiç kimsenin durup onu anlamaya çalışacak kadar vaktinin olmaması ruhumda bir yerlerin çivisini söker. Aşık olduğum zamanlar Marcel Proust okurum. Dev eseri Kayıp Zamanın İzinde etrafımızda gördüğümüz her şeyin, her ayrıntının edebiyatta ve yaşantımızda bir değeri olduğunu ve bütün güzelliklerin de ayrıntıların arkasına saklandığını anlatır bana. Hiçbir şey hissetmediğim zamanlarda da Ahmet Hamdi okurum. Huzur ya da Saatleri Ayarlama Enstütüsü benim için zamanın durduğu ve onlar elimde olduğu sürece hiç akmayacağı kutsal birer objeye dönüşür.."
Tamamen kontrolden çıkmış gibiydin artık. Yolculuk başlayalı yaklaşık bir saat olmuştu ve B...... istasyonuna girmek üzereydi tren. Seninse ne yol ne de bulunduğunuz yer umrundaydı.Hiç susmamak, her şeyi; bildiğin, duyduğun, gördüğün, yaşadığın, uydurduğun, hayal ettiğin.. Her şeyi anlatmak, belki de içten içe onun gözüne girebilmek için çırpınıp duruyordun. Şimdi bulunduğun yerden baktığında o halin izleyicilere bütün numaralarını göstermek için çabalayan eğitimli bir sirk hayvanını anımsatıyor. Bir şeyleri atlamamak kaygısı anlatının ritmini bozmaya başlamıştı bile. Zaman gözetmeksizin bir tür -refleksif bilinçakışı anlatımı- metoduyla hayatının içinde bir ileri bir geri gidip, hiçbir işe yaramayan hikayelerinden tutunacak bir dal yaratmaya çalışmanın acınası zavallılığı bütün hücrelerine sinmişti sanki..
"Büyük beklentilerin olmasın.. Eğer yaşadıklarından çıkardığın en önemli ders nedir diye sorsaydı biri bana, bu üç kelimeyle cevap verirdim duraksamadan.. Büyük beklentilerin olmasın.. Bağırmayan anne, kırılmayan oyuncak, terketmeyen sevgili, bitmeyen oyun olmaz.. Beklentilerimin büyüklüğü ile hayal kırıklıklarımın büyüklüğü arasındaki çarpıcı ilişki öğretti bana bunu. Masumiyet denilen şey benim için anlamını, hayatım senaryosunu Bukowski'nin yazdığı ve müziğini Nick Cave'nin yaptığı boktan bir beat kuşağı filmine benzemeden çok daha önce yitirdi. Amacım karşıma çıkan herkese pislik atıp işin içinden sıyrılmak değil. Ama en başından beri anlayamadığım, bana yanlış gelen bir şeyler var. Ve şimdi anmaya bile değmeyecek bir sürü neden? Bir soru olarak 'neden ?' Neden insanlar anlatmak istediğim kadarıyla yetinip anlatamadıklarımı da anlattıklarımdan yola çıkarak anlamaya çalışmadılar? Ya sırtlarını dönüp gittiler ya da gereksiz sorularıyla ruhumun alabildiğine bunalmasına yol açtılar. Oysa susup yanımda kalmaları yeterliydi. Zamanları mı yoktu? Belki de sabırları.. O kadar çok sevebilirdim ki aslında hepsini.. Neden izin vermediler? Kendilerinden biri olmadığımı farkettikleri için belki.. Ama bu yanlış, daha doğrusu yanlıştı, yanıldılar. Aslında ben o kadar onlardan biriydim ki. Ağızlarından çıkan tek bir sözcüğü bile kaçırmadan dinliyor, sonra onlar unuttuklarında hatırlatıyordum. A.... B....'den nefret ettiğini söylüyordu mesela sonra B.... yanımıza geldiğinde onu nasıl sevdiğini anlatıyordu ben de az önce konuştuğu şeyi unuttuğunu farkedip aslında B....' den nefret ettiğini hatırlatıyordum.. Sonrada A.... ve B.... benim ne kadar salak olduğumu söyleyerek yanımdan uzaklaşıyorlardı. Hiç anlamıyordum, onları ciddiye aldığım için mi kızıyorlardı bana. O kadar uzun süre baktım ki gözlerinin içine,ne olur dedim içimden, beni de aranıza alın, istediğiniz gibi olurum, sizin gibi davranmayı konuşmayı küfür etmeyi becerebilirim.. Kabul etmediler.. Ama edeceklerinden emindim bir gün.. Hırsla küfür etmeyi, sigara içmeyi, yalan söylemeyi, sağa sola tükürmeyi ve kavga etmeyi öğrendim. Artık bir farkımız kalmamıştı, aralarına alırlardı beni. Yine almadılar.. Sonra anladım ki, bunlar sonradan öğrenilince olmazmış. Efendiliğin üstüne giydirilmiş serserilik nasıl sırıtırsa bünyede, ben onların arasında hep öyle sırıtırmışım. Bazı şeyler öğrenilmez, doğuştan bilinirmiş. İnsan onları bilerek doğarmış. Doğdukları zaman küfür etmeyi yalan söylemeyi ve kavga etmeyi bildikleri için onlar, ben ne yaparsam yapayım gerçek olamazmışım..
Çok zaman geçti tabi.. Ve ben büyüdüm.. Büyüdükçe efsane kavgalar ettim, olmadık küfürler uydurdum, herkesten çok sigara içtim ama masaldakinin aksine kuğuların arasındaki çirkin ördek yavrusu olmaktan kurtulabilmeyi bir türlü beceremedim.."
B..... istasyonunda durdu tren. Ve trenin durmasıyla birlikte sen de sustun. Yaklaşık bir saattir yoldaydınız ve sen ilk kez susuyordun. Ayrıca çok susamıştın. Dudakların çatlamaya başlamıştı. Sağa sola bakınırken gülümseyerek sana su uzattığını farkettin. Oysa su aldığınızı hatırlamıyorsun. Trene bindiğinizde çantasında olmalı. Yarısı içilmiş.. Bir yudum alıyorsun.. Ama bu su o kadar güzelki.. Neden gülüyor? Anlattıklarını ciddiye almadığı için mi? Saçmalama.. Şimdi anlatmıyorsun ve o yine gülüyor? Gülmüyor.. Gülüyor.. Hayır gülmüyor.. Gülümsüyor. Evet evet gülümsüyor, tebessüm dedikleri şey işte. Ne güzel gülüyor.. Hayır hayır gülümsüyor. Ne güzel gülümsüyor. Evet mi hayır mı karar versen. Veremiyorsun,o gülüyor, ama herkesin güldüğü gibi değil. Sadece gülümseme de değil tebessüm de değil. Hepsi birden belki. Ama seni rahatsız etmiyor bu. O kadar sıcak ki. Ve nasıl da güzel. Hep güzel miydi o? Trene binince güzelleşti galiba. Allahım diyorsun, neden bakışlarını hiç ayırmıyor üzerimden. Yanında oturuyor, neredeyse birbirinize değeceksiniz. Sen cam kenarındasın o koridor tarafında. Ve sol omuzunun üzerinden hafifçe bakmasına rağmen sana bakışlarını gözlerinin tam ortasında hissediyorsun. Bunu nasıl beceriyor? Sen de hep onun gözlerinin içine baktığın için olmasın.. Ama hayır, sen hep onun gözlerinin içine bakmıyorsun. Anlatırken sık sık kaçırdın gözlerini. Buna rağmen eminsin o sana bakmaktan bir an bile vazgeçmedi. Ne istiyor senden? Bilmiyorsun. Diğerleri gibi değil sanki o. Saçmalamasana.. Daha önce kaç kişiye bu diğerleri gibi değil, farklı dedin hatırlıyor musun? Hatırlamıyorsun bile. Daha önce de pek çok kişi için bu kez farklı dedin, bu kez diğerleri gibi değil. Ya bu kez gerçekten diğerlerinden farklıysa. Emin değilsin. Ama biliyorsun ki için hiç olmadığı kadar rahat, onun yanında kendini alışık olmadığın kadar huzurlu hissediyorsun .. Uzun uzun çalan düdükle beraber tren yavaş yavaş hareket ediyor. Sen de anlatmaya devam ediyorsun..
beni mahvettin Ali.
YanıtlaSilbu atlastan sağlam gündüz rüyaları işaretledim.
YanıtlaSil