Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
8 Eylül 2010 Çarşamba
İlk Aşkım..
Hepimiz hayatımızın bir yerlerinde takılıp dururuz aslında. Hayat ve her şey akıp gitmeye devam eder elbette ama biz o an orada takılıp kalmış ve bir parçamızı da orada bırakmış oluruz. Sanıyorum pek çoğunuzun büyümek dediği şey tam olarak bu. Büyümek aslında ne kadar yaşadığımızla değil nelere ne kadar takılıp kaldığımızla ilgili bir şey. Oralarda, takıldığımız yerlerde kendimizden bir şeyler bıraktığımız için onlardan geriye kalan boşluğu zaman denilen şeyle doldururuz ve bunun adı büyümek olur. İçimdeki ilk büyük boşuğu onunla yaşamıştım ben. İlk aşkım, hayatıma giren ve hala aklıma geldiğinde ne durumda olursam olayım hep gülümsememi sağlayan ilk kadın. Oysa bir zamanlar ne kadar çok ağlamıştım onun için. Evlerimiz karşı karşıyaydı. Onu ilk kez ne zaman gördüm, ne zaman bir şeyler hissetmeye başladım ve hissettiklerim ne zaman aşka dönüştü hiç hatırlamıyorum. Sanki o hep bizim karşımızda ve hep benim yanımdaydı. Ailece çok yakın olduğumuzdan ve evler arasında da teklifsizce gidilip gelindiği için onu da anne ve babamı gördüğüm sıklıkla görüyordum neredeyse. Başlarda hiç üzerinde durmadığım ve sıradan bir şey gibi karşıladığım bu hal bir zaman sonra bende çılgınca bir tutkuya yol açtı. Sanki birdenbire aşık oldum ona. Sürekli onu görmek, onun yanında olmak, dizlerine yatıp saatlerce saçlarımla oynamasına gülerek karşılık vermek istiyordum. Kendimi beğendirmek için saçlarımı tarıyor, en güzel kıyafetlerimi giyiyor, heyecan içinde erkenden kalkıp, uyanacağı saatin gelmesini bekliyordum. Başka herkese ve her şeye olan ilgim dağılıvermişti. Onun gözüne daha çok girmek, benden bıkmamasını sağlamak ve hep yanında olmaktan başka hiçbir isteğim kalmamıştı. Çok mu güzeldi? Değildi galiba. Ama annemden sonra beni önemseyen ilk kadındı. Ve benim de yanında durdukça heyecandan sakarlaştığım ve sakarlaştıkça daha da çok heyecanlandığım ilk ve belki de tek kadın. Ona olan ilgimin başından beri farkındaydı. Ve hiçbir zaman araya mesafe koymaya çalışmadı. Bulduğum her fırsatta onu öpücüklere boğuyordum ve o da bana öpücüklerle karşılık veriyordu. Kollarımızı açabildiğimizce kucaklıyorduk birbirimizi. Havaların güzel olduğu zamanlar beraber evden çıkıyor canımız nereye isterse gidiyor ve hava kararana kadar dolaşıyorduk. Prensin ben olduğum bir masalın tam ortasındaydım sanki ve prensesim de yanıbaşımdaydı. Üstelik hiç kimseden tepki de görmüyorduk. Etrafımızdaki herkes aramızdaki ilişkiyi kabullenmişti ve sanki hepsi bu durumu gülümseyerek onaylıyordu. Hayatımın en mutlu ve güzel günlerini o zaman yaşamışım ben. Derken günün birinde annemle babam kendi aralarında konuşurken içinde adamın biri, "o", istemek, evlenmek kelimeleri geçen ve tam olarak ne olduğunu anlayamadığım bir takım sözler duydum. Kulak kabartınca da başka bir şehirden çok uzak bir akrabalarının oğlunun onunla evlenmek istediğini ailelerin de anlaştığını ve o akşam istemeye geleceklerini öğrendim. Daha önceleri de canımın yandığı zamanlar olmuştu tabi. Ama gerçek anlamda ilk kez bu kadar canım yanmıştı. Ne yapacağımı bilemedim. O gidecekti, başka biriyle sarılıp öpüşecekti ve belki de bir daha hiç görüşemeyecektik. Kendimi yatağa attım ve bütün gün battaniyeyi kafama çekip hiç dışarı çıkmadım. İçimde bir şeyler öyle kırılmıştı ki ağlamayı bile beceremiyordum. Tek bildiğim, onu sonsuza kadar kaybettiğimdi.. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi bizim eve geldi. Mutluydu gözlerinin içi parlıyordu. Önce annemle birbirlerine sarıldılar sonra yanıma gelip beni öpmek istedi. Bütün gücümle iterek odama attım kendimi ve kapıyı sürgüledim . Ve önceki günden beri yapamadığım şeyi yapmaya, ağlamaya başladım. Çıldırmış gibi ağlıyordum, bağırarak, salya sümük. Gitsin diyordum bir taraftan da buradan gitsin, defolsun gitsin.. Annem kapıma geldiğinde iyice delirmiştim artık. Tamam oğlum gitti aç artık dediğinde bile uzun süre açmadım kapıyı. Biraz sakinleşip dışarı çıktığımda annemin hala kapıda olduğunu gördüm ve boynuna sarılarak tekrar ağlamaya başladım. Ama bu kez başka türlüydü. Hiç sesimi çıkarmadan, içimi çeke çeke, sessizce ve sarsılarak ağladım uzun uzun. Sonra dedimki anneme ama ben onu çok seviyordum. Gülümseyerek, biliyorum dedi o da seni çok seviyor. Niye o adamla gidecek o zaman dedim, gitmesin kalsın burada bizimle. Gitmesi lazım dedi annem öyle olması gerekiyor. Başka şeyler de konuşmuş olmalıyız ama ben çoğunu hatırlamıyorum. Ama o gün ömrümün sonuna kadar takılıp kalacağım dönemeçlerden birinde olduğumu çok iyi anlamıştım.Galiba büyümeye başladığımı da. İlk aşkımdı o benim. Ve bir daha hiçbir kadın saçlarımı onun kadar güzel okşamadı. Her şey çok güzeldi ama bir tek sorun vardı. Ben dört yaşındaydım, o yirmi beş yaşındaydı..
6 Eylül 2010 Pazartesi
oyunbazların, büyüyemeyenlerin, çabuk sıkılanların, mutsuzların, yalnızların, kaybolanların ve kaybedenlerin peygamberi: Georges Perec..
Son on yıldır her buhranlı zamanımda yaptığım gibi Georges Perec’ e sarıldım şu aralar. Böyle anlarda aşağılanmaya ihtiyaç duyuyor insan ve dünyada bunu Perec kadar ustaca yapan ikinci bir yazar yok. Kendisininki dahil tüm yaşamları oyun olarak gören büyük usta dille, kültürle, modernizmle ve insanlığın bütün ortak birikimiyle o kadar güzel geçer ki dalgasını kanatlanmaya hazır egolarımızın balon gibi sönüverdiğini görürüz. Büyük savaş yıllarında anne ve babasını savaşta ve toplama kampında kaybettiğinde henüz küçük bir çocuk olan Perec, bu travmayla ancak oyun metaforuyla baş edebilmiştir. Yıllar sonra hiç e harfi kullanmadan yazdığı Kayboluş romanı - ki Fransızcada en çok kullanılan harftir e- bu kaybolma oyunun olağanüstü bir sonucudur. Bu kitabıyla bir taraftan post-modern anlatım tekniğinin en ustaca örneğini vermiş diğer taraftan da dilin ve edebiyatın ciddiye alınmadığı müddetçe değerli olabileceğini kanıtlamıştır. Ne demektir dilin ve edebiyatın ciddiye alınmaması? Yazma ve okuma gereğinden fazla ciddiye alınırsa eğer kaçınılmaz bir üretme kabızlığına düşer insan. Biçim kaygıları, ifade seçiminde zorlanmalar, dilin, anlatının çerçevesini belirleyen ve bir yerden sonra yaratıcılığı engelleyen sınırları edebi bir metin oluşturmaya çalışan bireyin yaşadığı temel sıkıntılardır. İşte yazının deli-dahisi Georges Perec kendisini tüm bu sıkıntılardan kurtararak bir nevi Mesih gibi yeni bir edebiyatın mümkün olduğunu ve bunun aslında düşünüldüğü kadar ciddi bir şey olmadığını kanıtlamıştır. Onun için kelimeler, hatta harfler büyük bir oyunun küçük parçalarından başka bir şey değildir. Yeterince cesur ve yetenekli olan her yazar bir süre sonra bu kelime ve harflerin efendisi olur, onlara hükmetmeye başlar. Bunun sonucunda da tıpkı Kayboluş’da yaptığı gibi anlatmak istediği şeyi hem mükemmel bir ustalıkla anlatır hem de basmakalıp bütün anlatım tekniklerine ve dile meydan okur. Bir yazarın yazdığı dile meydan okuması da karşılaşılabilecek en büyük edebi kahramanlıktır. Ama Perec’in hünerleri sadece dilin dersini vermekle sınırlı değildir. Başta da ifade ettiğim gibi onun için her şey bir oyundur ve oyuna dahil olan tüm unsurlar edebi anlatının malzemesi olabilir. Bunun en güzel örneği de her seferinde şaşkınlıkla okuduğum “Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı Ve Biçimi”dir. Evet kitabın ismi bu ve sadece kitabına bu ismi koyması bile ne tür bir belayla karşı karşıya olduğumuzun göstergesidir. Kitabın bütün içeriği aslında başlıkta söylenmiştir. Metnin tamamı tek bir cümleden oluşur; büyük harf dahil hiçbir imla işaretinin kullanılmadığı sayfalar boyunca durup nefes alınacak bir yer dahi yoktur. ‘Her seferinde yeni bir biçim alır gibi görünse de sık sık ve bilinçli olarak yapılan tekrarlar giderek boğucu hale gelir ve örneğine ancak Kafka’da rastlanabilecek bürokratik bir anafora dönüşür. Ama bir yandan da komik ve eğlencelidir.
Bütün bu tekrarlar aslında çalışma hayatının, adına büro denen canavarın temel işleyiş biçimidir. Ücret artışı talebinde bulunmak için şefiyle görüşmek isteyen kahraman, defalarca sekreterle çene çalmak ya da koridorda bir ileri bir geri gidip gelmek durumundadır. Sekreterin nasıl bir gece geçirdiğinden, şefin o an nasıl bir ruh hali olduğuna varıncaya kadar birçok değişkene bağlı olan şey, zam hayalinin gerçekleşmesi, giderek absürdleşen bir döngü içinde önemini tamamen kaybeder. Bu haliyle Sysiphos'un o bitmek bilmeyen ve aslında hiçbir yere varmayan, tek edebi kahramanı sonsuz bir cezaya çarpıtmak olan hikayesinin modern bir versiyonu gibi de okunabilecek olan kitabı bitirip kapağını kapattığımızda, bir yandan gerçek bir edebiyat şöleni yaşadığımızı hissederken bir yandan da o cümlenin yine sürekli değişerek kafamızın içinde dönüp durduğunu fark ederiz.’
Bütün insani duyguları aynı anda yaşatan Perec, okuru zekasıyla güldürür, parlak buluşlarıyla şaşırtır ve hüznüyle duygulandırır. Daha dört yaşındayken, savaşa gönüllü katılan babasını, yedi yaşındayken de Naziler tarafından Auschwitz’de öldürülen annesini kaybeden Perec’in, mutsuz geçirdiği çocukluk yıllarında içine işleyen acılar, o ne yaparsa yapsın, hangi çatlağı kapatmaya uğraşırsa uğraşsın metninin dışına sızar ve okura bulaşır. Bir taraftan oyunlarıyla bizi şaşkına çevirirken diğer taraftan bu oyuna yol açan trajedi yüreğimizi burkar.
Onun olgunluk döneminin en önemli ürünü olan Yaşam Kullanma Kılavuzu ise gerçek anlamda edebiyatın sınırlarının çizildiği ve ancak Joyce, Proust, Nabokov, Kafka gibi ustaların yapıtlarıyla kıyaslanabilecek bir eserdir. Go, Puzzle gibi “gerçek oyunlar”ın eşliğinde olağanüstü bir genel kültür labirentinde kaybolmamızı sağlar.
‘Matematik denklemleri, bir satranç maçındaki ölümcül pozisyon, anlamsız kitap başlıkları, reklam panoları, her şey bir anda okurun önüne çıkabilir ve metindeki bu kara noktalardan saf görsel boyuta bir kapı açılır. Hiçbir şey kitabın baskısı için bile olsa şekilsel değişikliğe uğramaz, italik yazılar asılları gibi basılmıştır. Paragrafların arasına sıkışmış bir restoran menüsünün etrafındaki süsleme bile aynen kalır. Geçmiş zaman kipini en baştaki ana varmak için kullanır yazar.’ Karakterlerinden birini tanımlamak için kullandığı kelimeler aslında yapıtın tamamı ve kendisi için de geçerlidir. “Ondan geriye hiçbir şeyin, kesinlikle hiçbir şeyin kalmamasını istiyordu, ondan, boşluktan başka bir şeyin, hiçliğin lekesiz beyazlığından başka bir şeyin, yararsızın boş mükemmelliğinden başka bir şeyin çıkmasını istemiyordu” (82.Bölüm,s.437)
Kitap okumak aslında bize sıkıldığımız ve baş edemediğimiz diğerlerinin dünyasından kaçma şansı verdiği için zaten ayrıcalıklı bir durumdur. Ama eğer bir Perec okuruysanız ve etrafınızda Perec okuyan çok fazla insan yoksa bu durumun size vereceği ekstra ayrıcalık iyi ki onlar gibi değilim diyebilmenize içtenlikle yardımcı olur. Georges Perec bütün oyunbazların, büyüyemeyenlerin, çabuk sıkılanların, mutsuzların, yalnızların, kaybolanların ve kaybedenlerin kıvırcık saçlı koca kafalı peygamberidir…
Bütün bu tekrarlar aslında çalışma hayatının, adına büro denen canavarın temel işleyiş biçimidir. Ücret artışı talebinde bulunmak için şefiyle görüşmek isteyen kahraman, defalarca sekreterle çene çalmak ya da koridorda bir ileri bir geri gidip gelmek durumundadır. Sekreterin nasıl bir gece geçirdiğinden, şefin o an nasıl bir ruh hali olduğuna varıncaya kadar birçok değişkene bağlı olan şey, zam hayalinin gerçekleşmesi, giderek absürdleşen bir döngü içinde önemini tamamen kaybeder. Bu haliyle Sysiphos'un o bitmek bilmeyen ve aslında hiçbir yere varmayan, tek edebi kahramanı sonsuz bir cezaya çarpıtmak olan hikayesinin modern bir versiyonu gibi de okunabilecek olan kitabı bitirip kapağını kapattığımızda, bir yandan gerçek bir edebiyat şöleni yaşadığımızı hissederken bir yandan da o cümlenin yine sürekli değişerek kafamızın içinde dönüp durduğunu fark ederiz.’
Bütün insani duyguları aynı anda yaşatan Perec, okuru zekasıyla güldürür, parlak buluşlarıyla şaşırtır ve hüznüyle duygulandırır. Daha dört yaşındayken, savaşa gönüllü katılan babasını, yedi yaşındayken de Naziler tarafından Auschwitz’de öldürülen annesini kaybeden Perec’in, mutsuz geçirdiği çocukluk yıllarında içine işleyen acılar, o ne yaparsa yapsın, hangi çatlağı kapatmaya uğraşırsa uğraşsın metninin dışına sızar ve okura bulaşır. Bir taraftan oyunlarıyla bizi şaşkına çevirirken diğer taraftan bu oyuna yol açan trajedi yüreğimizi burkar.
Onun olgunluk döneminin en önemli ürünü olan Yaşam Kullanma Kılavuzu ise gerçek anlamda edebiyatın sınırlarının çizildiği ve ancak Joyce, Proust, Nabokov, Kafka gibi ustaların yapıtlarıyla kıyaslanabilecek bir eserdir. Go, Puzzle gibi “gerçek oyunlar”ın eşliğinde olağanüstü bir genel kültür labirentinde kaybolmamızı sağlar.
‘Matematik denklemleri, bir satranç maçındaki ölümcül pozisyon, anlamsız kitap başlıkları, reklam panoları, her şey bir anda okurun önüne çıkabilir ve metindeki bu kara noktalardan saf görsel boyuta bir kapı açılır. Hiçbir şey kitabın baskısı için bile olsa şekilsel değişikliğe uğramaz, italik yazılar asılları gibi basılmıştır. Paragrafların arasına sıkışmış bir restoran menüsünün etrafındaki süsleme bile aynen kalır. Geçmiş zaman kipini en baştaki ana varmak için kullanır yazar.’ Karakterlerinden birini tanımlamak için kullandığı kelimeler aslında yapıtın tamamı ve kendisi için de geçerlidir. “Ondan geriye hiçbir şeyin, kesinlikle hiçbir şeyin kalmamasını istiyordu, ondan, boşluktan başka bir şeyin, hiçliğin lekesiz beyazlığından başka bir şeyin, yararsızın boş mükemmelliğinden başka bir şeyin çıkmasını istemiyordu” (82.Bölüm,s.437)
Kitap okumak aslında bize sıkıldığımız ve baş edemediğimiz diğerlerinin dünyasından kaçma şansı verdiği için zaten ayrıcalıklı bir durumdur. Ama eğer bir Perec okuruysanız ve etrafınızda Perec okuyan çok fazla insan yoksa bu durumun size vereceği ekstra ayrıcalık iyi ki onlar gibi değilim diyebilmenize içtenlikle yardımcı olur. Georges Perec bütün oyunbazların, büyüyemeyenlerin, çabuk sıkılanların, mutsuzların, yalnızların, kaybolanların ve kaybedenlerin kıvırcık saçlı koca kafalı peygamberidir…
4 Eylül 2010 Cumartesi
Saçma..
Durdum düşündüm sonra neden olmasın dedim olmaz gerçi zor çok zor olmaz olmamalı ama olsa olmaz mı bir kez olsa bu kez olsa o bir kez bir daha olmasa olmaz mı ki olur belki de ya olduktan sonra olacaklar ne olacaksa olsun hep sonra olacakları düşünmekten olmaz etmedim mi olacakları bu kez bari aklım rahat bıraksa beni bak aklım canım aklım dur sen karışma olur gibi görünüyor bırak üzerinde çalışalım biraz sen bana bir şans ver ben kendime o bana ben ona bakalım görelim deneyelim olur gibi duruyor sanki olmaz deme bıktım artık senin olmazlarından olmaz olmaz dedin olmadı bugüne kadar bu kez olsun izin ver bana olacak sanki kuvvetli bir inanç belirdi bu kez engel olma gözünü seveyim sen dur bir süre bir kenarda yanlışsa ben gelir özür diler yine senin dediğin gibi davranmaya devam ederim ama şimdi değil özellikle şimdi hiç değil aklım akıl verme bana söyleyeceklerini biliyorum bu çok saçma diyeceksin haklı olduğunu da biliyorum ama kararlıyım dinlemeyeceğim bu kez seni güzel aklım rahat bırak beni şimdi kavga etmenin hiç sırası değil bak böyle tartıştıkça biz onu ürküteceğiz bizi deli zannedecek sonra yok zannetmez o tanır seni çok zaman geçti ama belki unutmuştur ya da unutmamıştır neyse bilmiyorum şimdi tamam zannederse zannetsin ama sonra bak daha kimse kimseyi tanımıyor ortada hiçbir şey yok hiszanumutümitistekbelkikeşkeacaba karışımı duygu semptomları var sadece ve hepsi o kadar yeni ki tırnak yemekten bile on senede vazgeçen adamsın on saatte nasıl böyle duygu manik depresifitesine uğradın deme bana içinden bu kez öyle oldu işte bana özür diletme bırak bende alışkanlıklarımın dışına çıkayım yanılma ihtimalim kuvvetle muhtemel malum ama bırak öyleyse de kendim göreyim bunu bir kez olsun bana izin ver..
2 Eylül 2010 Perşembe
Dilek kayığı..utanç ve pişmanlık üzerine küçük bir not...
Sıradan bir günün sıradan bir saatinde her zaman gittiğim yerde her zaman oturduğum arkadaşlarla oturup çay içiyordum. Fena halde saçmaladığımız, gelen geçen herkes hakkında konuştuğumuz ve konuşulan her şeye kahkahalarla güldüğümüz her zamanki gibi bir gün işte. Arkadaşlarımdan biri biraz da can sıkıntısından bütün masalara dağıtılmış referandum propagandası broşürünü altı parçaya bölüp altı tane küçük kayık yaptı. Daha sonra hadi bunları yüzdürelim dedi ve suyun kenarına gittik. Karşıya geçerken aklıma kayıklardan birinin içine bir dilek yazıp öyle suya bırakmak geldi. Tekrar masaya dönüp diğer arkadaşımdan kalemi aldım. Diğer kayıklar yüzmeye başlayınca herkes uzaklaştı ve ben elimde kalem ve kayıkla suya bakıp düşünmeye başladım. Ne dileyecektim? İlk başta aklıma hiçbir şey gelmedi. Elbette gerçekleşmesini istediğim pek çok isteğim vardır ama o an hiçbirini kayığa yazmaya değer bulmadım. Tuhaf bir şekilde oraya ne yazarsam olacakmış gibi bir şey hissettim. Sanki elimdeki kayık değil masallardaki meşhur cinli lambaydı. İçinden sanki cin çıkmış ve tek bir dilek hakkım olduğunu söylemiş gibi heyecanlandım. Sonra kalem neredeyse kendi başına hareket etti ve şunları yazmaya başladı. “O şu an nerede ve kiminle bilmiyorum. Ama onu bir zamanlar çok sevdim ve tek isteğim bunu hiç unutmayıp beni gülümseyerek hatırlaması. Umarım her neredeyse çok mutlu bir hayatı vardır” Tam olarak bunları yazdım ve kayığı porsuğa bıraktım. Neden öyle yazdım peki? Gerçekten bunu mu istiyorum? Bu sorunun cevabı yok galiba. Ama şundan eminim. Evet her insan gibi ben de unutulmaktan çok korkuyorum. Günün birinde, onun beyninde ve kalbinde anımsanmaya bile değmeyecek kadar silikleşmek ürpertiyor beni. Bunun herhangi bir beklentiyle alakası yok. Yaşamın, onunla ilgili tüm beklentilerimi öldüreceği kadar çok zaman geçti aradan. Yine de nasıl yaşamım boyunca yemeye, içmeye, tekrar aşık olmaya, sevişmeye, uyumaya, uyanmaya devam edecek bile olsam kalbimin ve beynimin bir kısmında hep o olacaksa, ben de onun kalbinin ve beyninin bir yerlerinde hep olmak istiyorum. Bu anlaşılabilir bir şey aslında, hiç kimse unutulmak istemez hatta “en unutulmaz” olmak ister. Bu tamamen kişisel bir dilektir. Ama şunu da fark ettim ki, hiçbir art niyet taşımaksızın ve benimle hiç alakası olmamasına rağmen bütün kalbimle onun mutlu olmasını çok istiyorum.İlk zamanlar ayrılmış olmanın verdiği acı ile insan pek böyle düşünmüyor. O da acı çeksin istiyor. Acı çeksin, sensiz yaşayamayacağını anlasın ve geri dönsün. Dönmeyeceğini anladığında bile onu mutluyken düşünmek sana haksızlığa uğruyormuşsun gibi bir şey hissettiriyor. Zamanla bu düşüncelerden sıyrılıyorsun tabi ve bir tür kayıtsızlık ortaya çıkıyor. Peki bugün o kayığa neden onun çok mutlu olmasını istediğimi yazdım? Neden onun mutlu olmasını istiyorum? Ya da bana ne? Galiba bu temenninin altında biraz utanç biraz da pişmanlık var. Biliyorum ki ben onu hiç çok mutlu edemedim. Mutlu olduğumuz zamanlar oldu elbette ama bunun hakettiği mutluluk olmadığını çok iyi biliyorum. Aradan bu kadar zaman geçince ve onu suçlu kendimi mağdur gibi görmekten kurtulunca daha çıplak görebiliyorum galiba her şeyi. Onun mutlu olmasını gerçekten çok istiyorum çünkü bunu ona borçluyum. Ona bütün kalbimle ve samimiyetimle mutluluk dilerken aslında utancımdan dileyemediğim bütün özürlerimi de diliyor gibi oluyorum. Onu üzdüğüm için, kırdığım için, çok istememe rağmen değişemediğim için; hep bencil, hep kibirli, hep küstahça davrandığım için, onu ne kadar sevdiğimi bir türlü belli etmeyi beceremediğim için, yaptığım bütün haksızlıklar ve uğrattığım bütün hayal kırıklıkları için kocaman bir özür borçluyum ona. Kibirim ve şartlar buna izin vermediği için karşısına çıkıp özür dilemeye cesaretim olmadı. Şimdiden sonra da zaten bunun onun gözünde pek bir anlamı olmaz. Yine de kayığa onları yazdıktan sonra gülümseyerek uzaklaşmasını seyrederken geç kalmış bir borcu ödemenin ferahlığını da hissetmedim değil. Kim bilir belki bir mucize olur, kayığıma yazdıklarım ulaşır ona bir şekilde. Affeder mi beni bilmem. Aslında bunun da pek bir önemi yok. Dediğim gibi bir beklenti yok artık. Bunu sadece aklımla değil kalbimle de söylüyorum. Ama günün birinde çok mutlu olduğunu, beni de unutmadığını ve ara sıra aklına geldiğimde gülümsediğini duyarsam, kayığımı hatırlayacağım sonra kafamı kaldırıp gökyüzüne bakacağım ve içimden şöyle diyeceğim. Teşekkürler tanrım…
1 Eylül 2010 Çarşamba
Öldüğüm zaman, bir daha kitap okuyamayacağım...
Kitaplardan bahsetmek istiyorum, kitaplarımdan.. Ama bunu yaparken ne kadar kültürlü ve entellektüel olduğumu anlatmak gibi bir derdim yok. Geriye dönüp baktığımda, genç sayılacak yaşta büyük fedakarlıklarla oluşturduğum kütüphanem hayatta sahip olduğum ve övünebildiğim en önemli şey. Ve üçbinin üzerinde kitapla kurmuş olduğum ilişki içinde barındırdığı masumiyet ve tutkuyu düşündüğüm zaman başka hiçbir şeyle karşılaştıramayacağım kadar özel. Çok küçük yaşlarda başladı hikayem. Kendimi bir türlü kendilerinden biri gibi göremediğim ve bunun aksini ispatlamak için hiçbir çaba göstermeyen büyüklerin ve küçüklerin dünyasından kaçabileceğim yegane sığınağın kitaplar olduğunu anladığımda ilk okula yeni başlamıştım. Başlar başlamaz nefret ettiğim okula gitmemek için hastalık uydurduğum günlerin birinde babamın muhtemelen kapağına bakarak aldığı ve ne yazdığı hakkında hiçbir fikre sahip olmadığı ilk kitabım, bana büyülü, bambaşka bir dünyanın kapılarını açtı. Gördümki istemediğim insanlara katlanmak zorunda değilim. Başka bir dünya mümkün ve onu benimle beraber istediğim yere götürebilme şansım var. Babamın aldığı kitabın adı Pal Sokağı Çocukları idi. Bir solukta okuduğum kitabın çocuk kahramanı Nemeczek, benim ilk gerçek arkadaşım ve kahramanım oldu. O güne kadar tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Ölümüne yol açan soylu fedakarlık çocuk ruhuma çok büyük gelmişti ve bunu anlamakta zorlanmıştım. Çünkü benim etrafımda bu tür fedakarlıklara değeceğini düşündüğüm kimse olmamıştı. Ama buna rağmen o artık benim kahramanımdı, çetedeki diğer çocuklar da arkadaşlarım. Daha sonra başka kitaplar okumak istedim ama o zamanlar kitap şimdiki gibi kolay elde edebileceğim bir şey değildi. Bu yoksunluk hala üzerimden atamadığım ve artık takıntı haline gelen üzerinde bir şeyler yazan her şeyi okuma hastalığına yol açtı. Eski - yeni gazeteleri, el ilanlarını, reklam panolarını, ders kitaplarını, sigara paketlerini, kibrit kutularını, gazoz şişelerini, kaset kapaklarını, ait oldukları nesneyle hiç alakası olmayan bir merakla okumaya başladım. Bugün sahip olduğum bir yığın işe yaramaz bilgi, o günlerin mirasıdır. Şu an bile gözümü kapattığımda Çamlıca gazozunun muhteviyatını ezbere söyleyebilirim. Bakkal Hamdi'nin tabelasının hangi içecek firması tarafından hazırlandığını hala unutmadım. Özellikle annemi ciddi bir endişeye sürüklemeye başlayan okuma tutkusu, hakkımda yapılan "tuhaf" imasının üzerime iyice yapışmasına da yol açtı böylece. Sanıyorum bizimki gibi az okuyan toplumların karakteristik özelliklerinden biri de budur. Okumayanlar, okumadıklarıyla kalmazlar okuyanları da tuhaf bakışlarla süzerler. Onların bunalımlı, ya da daha insaflı bir değerlendirmeyle yalnız olduklarını düşünerek garip bir şekilde kendi okumama hallerine bir mutluluk kılıfı geçirirler ve şükrederler. Küçük bir çocuğun başka her şeyden vazgeçme pahasına yazıya tutkulanması karşısında da gösterebilecekleri en basit tepkinin "tuhaf bu çocuk" iması olması, şaşılacak bir şey olmadı haliyle. İlk okuduğum kitaptan sonra araya başka kitaplarda girdi tabi. Ama benim üzerimde ikinci vurucu etkiyi yapan kitap Sefiller oldu. Sünnet olduğum gün yine babamın ve yine sadece kapağına bakarak aldığı kitap çok sonraları okuduğum orjinal çevirinin oldukça kısaltılmış bir versiyonuydu. Buna rağmen J.Valjan, Cosette, Maryüs ve diğer karakterler uzun süre etkisinden kurtulamadığım yeni düş arkadaşlarım oldular. Artık gözlerimi kapatıp kendimi onların zamanında ve dünyasında hayal ettiğim anlar, okuma tutkusunun sadece okuduğum zamanlarla sınırlı kalmamasını sağladı. Okumadığım zamanlarda kendimi kahramanlarımdan birinin yerine koyduğum ve onun yaşadıklarını kendi yaşadıklarım varsaydığım "gündüz rüyaları" m olmuştu. Özelikle hep kaçmak istediğim ama zorunluluklardan dolayı bir yere kıpırdayamadığım mekanlarda(okul gibi),sıkıntıdan cinnet geçirmemi engelleyen tek şey bu gündüz rüyalarıydı. Bugün bile bir yerde çok sıkılıyorsam eğer - ki genelde bulunduğum yerlerin çoğunda çok sıkılıyorum- gözlerimi bir noktaya sabitleyip kendime hemen bir gündüz rüyası kurgulayıveririm..
Büyüdükçe bir şeyi şaşkınlıkla farkettim. Diğerleri hakkında çocuk aklımla vardığım yargı doğruymuş. Büyüklerin dünyası gerçekten çok sıkıcı ve üzüntüden başka hiçbir vaatleri de yok. Ve bu durumla başedebilmemi sağlayan, tam olarak onlardan biri olamasam bile içlerinde, kıyıda köşede bir yerlerde çıldırmadan yaşayabilmemi sağlayan yegane dostlarım hala kitaplarım. İyi kötü ayrımı yapmadan sahip olduğum ve okuduğum bütün kitaplarla yaşamım boyunca hep gurur duydum. Ama bazı kitaplar, daha doğrusu benim o kitaplarda bulduklarım diğerlerinin hep bir kaç adım ötesindeydi. Ve zamanla okuduğum kitaplarla içinde bulunduğum ruh hali arasında simetrik bir uyum ortaya çıktı. Bugün de oynamayı sürdürdüğüm keyifli bir oyun keşfetmiş oldum böylece.. Hala canım çok sıkkınsa Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okurum. Holden ile birlikte masumiyetin kayboluşunu ve bunun insanı delirten trajedisini yaşarım. Çok öfkeli olduğum zamanlar George Perec okurum. Dehası ve okuyan herkesin sinirini bozacak ukalalığı onunnla birlikte bütün dünyaya meydan okuyormuşum gibi bir hisse sürükler beni. Kendimi çok yalnız hissettiğimde Tutunamayanları okurum. Selim' in herkesin gözünün içine yalvararak bakıp "canım insanlar" demesi ama hiç kimsenin durup onu anlamaya çalışacak kadar vaktinin olmaması ruhumda bir yerlerin çivisini söker. Aşık olduğum zamanlar Marcel Proust okurum. Dev eseri Kayıp Zamanın İzinde etrafımızda gördüğümüz her şeyin, her ayrıntının edebiyatta ve yaşantımızda bir değeri olduğunu ve bütün güzelliklerin de ayrıntıların arkasına saklandığını anlatır bana. Hiçbir şey hissetmediğim zamanlarda da Ahmet Hamdi okurum. Huzur ya da Saatleri Ayarlama Enstütüsü benim için zamanın durduğu ve onlar elimde olduğu sürece hiç akmayacağı kutsal birer objeye dönüşür.
Herkesin kafasında dünyanın sonu ile ilgili bir takım imgeler vardır mutlaka. Benim için kıyamet, yazının ve kitapların tedavülden kalkmasıdır. Kendimin ve dünyanın başına gelebilecek en büyük felaket nedir diye düşündüğümde hep aynı şey aklıma gelir. Galiba ölümden bile en çok şunu düşündüğüm zamanlarda korkuyorum. Öldüğüm zaman, bir daha kitap okuyamayacağım...
Büyüdükçe bir şeyi şaşkınlıkla farkettim. Diğerleri hakkında çocuk aklımla vardığım yargı doğruymuş. Büyüklerin dünyası gerçekten çok sıkıcı ve üzüntüden başka hiçbir vaatleri de yok. Ve bu durumla başedebilmemi sağlayan, tam olarak onlardan biri olamasam bile içlerinde, kıyıda köşede bir yerlerde çıldırmadan yaşayabilmemi sağlayan yegane dostlarım hala kitaplarım. İyi kötü ayrımı yapmadan sahip olduğum ve okuduğum bütün kitaplarla yaşamım boyunca hep gurur duydum. Ama bazı kitaplar, daha doğrusu benim o kitaplarda bulduklarım diğerlerinin hep bir kaç adım ötesindeydi. Ve zamanla okuduğum kitaplarla içinde bulunduğum ruh hali arasında simetrik bir uyum ortaya çıktı. Bugün de oynamayı sürdürdüğüm keyifli bir oyun keşfetmiş oldum böylece.. Hala canım çok sıkkınsa Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okurum. Holden ile birlikte masumiyetin kayboluşunu ve bunun insanı delirten trajedisini yaşarım. Çok öfkeli olduğum zamanlar George Perec okurum. Dehası ve okuyan herkesin sinirini bozacak ukalalığı onunnla birlikte bütün dünyaya meydan okuyormuşum gibi bir hisse sürükler beni. Kendimi çok yalnız hissettiğimde Tutunamayanları okurum. Selim' in herkesin gözünün içine yalvararak bakıp "canım insanlar" demesi ama hiç kimsenin durup onu anlamaya çalışacak kadar vaktinin olmaması ruhumda bir yerlerin çivisini söker. Aşık olduğum zamanlar Marcel Proust okurum. Dev eseri Kayıp Zamanın İzinde etrafımızda gördüğümüz her şeyin, her ayrıntının edebiyatta ve yaşantımızda bir değeri olduğunu ve bütün güzelliklerin de ayrıntıların arkasına saklandığını anlatır bana. Hiçbir şey hissetmediğim zamanlarda da Ahmet Hamdi okurum. Huzur ya da Saatleri Ayarlama Enstütüsü benim için zamanın durduğu ve onlar elimde olduğu sürece hiç akmayacağı kutsal birer objeye dönüşür.
Herkesin kafasında dünyanın sonu ile ilgili bir takım imgeler vardır mutlaka. Benim için kıyamet, yazının ve kitapların tedavülden kalkmasıdır. Kendimin ve dünyanın başına gelebilecek en büyük felaket nedir diye düşündüğümde hep aynı şey aklıma gelir. Galiba ölümden bile en çok şunu düşündüğüm zamanlarda korkuyorum. Öldüğüm zaman, bir daha kitap okuyamayacağım...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)